Kelimelerin de bir hayatı vardır

Baskın kültürle karşı karşıya kalan kelimelerin durumu aslında kendini sonsuz bir güven halinde hisseden aymaz yöneticilerden farklı değildir. Bu bakımdan kelime ile insanın birbirine koşut serüveni şaşırtıcı olduğu kadar, içinde insana yönelik çok fazla temsil değeri olan hikâyeye de kaynaklık edecek niteliktedir.

cfryildirim@hotmail.com

Toplumsal, siyasal ve kültürel değişim dönemlerinde, büyük altüstlerin yaşandığı süreçlerde bukalemun becerisi gösteren kişilere değersiz bir varlık gözüyle bakılması bütün toplumlarda karşılaşılan ortak bir tutumdur. Fakat son nefesini vermekle varlığını sürdürmek kıskacında seçimini varlığını devam ettirmekten yana kullanan kelimelere ne kadar teşekkür etsek azdır.

Çünkü onların değişerek, dönüşerek, farklılaşarak olanaklı kılınmış hayatı aynı zamanda bize ait bir tarihin, bizimle ilgili bir hayatın da delili ve tanığıdır. Binlerce yıldır nefes alıp veren o kelimelerin yokluğu bizim için de öyle devasa bir boşluğun karşılığıdır.

İster dinȋ, ister sosyal olsun, ister coğrafi ya da kültürel olsun toplumu bütünüyle kuşatan hacimli değişim dönemlerinde bazı kelimeler ömrünün son nefesine razı olurken bazıları âdeta kanatlanıp uçar. Bizim tarihimizde “hürriyet, millet, inkılap, halk, hür irade, zulüm”  kavramları böyle bir kaderin sadece Tanzimat Dönemi’yle sınırlı olan değil, Cumhuriyet’e uzanan bir süreklilik şansına da sahip olmuştur.

Kelimelere kader sunan özel dönemlerde bahtı önce açılıp birden bire kapanan talihsizler de az değildir. Örneğin “namo”,  Mustafa Kemal ile İsmet İnönü gibi Türk devriminin iki önderinin mektuplarında kendine sık sık yer bulmasına rağmen hayata tutunamamıştır. Hiçbir suni teneffüs onu canlı kılmaya yetmemiştir. Oysa kelimenin dillendirdiği anlam yüksek bir nezaketin ifadesidir:  Mustafa Kemal’e saygı, İsmet İnönü’ye saygı.

Bazı kelimler ise hayatın, dışarının çok tehlikeli olduğunu düşünen ve bulunduğu güvenli alandan, mesela evinden, avlusundan, yaşadığı sokaktan ayrılmayan, daha öteye adım atmayan kimseler gibidir. Fakat bu kelimeler kendilerini anımsatacak, belleklerdeki varlığını zaman zaman tazeleyecek hareket yeteneğini de hiçbir surette yitirmez. Ahmet Arif’in şiirlerini okuyan herkes “vuslat”la hasretini giderir. Orhan Veli’nin bütün okurları “evkaf”la “vakıf” arasındaki yakınlığın sessel ve anlamsal köprüsünü sezer. Aynı okurlar “kifayetsiz” ile “çaresiz” arasındaki mesafesizliği görür. Bu kelimelerin yaşam alanı artık kültürel seçkinlerin zihinsel dünyasıdır ve sokakla bağları kesilmiştir.

Yaşamlarıyla ilgili kimi bilgileri uzak bir geçmişin karanlığından uç veren insanlara benzeyen bazı kelimelerin varlığından da söz edebiliriz.  Fakat onların serüvenlerinin ayrıntıları bir bilinmezlik içinde saklıdır.  Bu kelimeler, yaşadıklarından emin olduğumuz fakat ne doğdukları ne de öldükleri tarihi bildiğimiz ve Türk kültür coğrafyasına adları büyük harflerle yazılmış olan Yunus Emre, Nasrettin Hoca ve Köroğlu’na benzer.

Kimi kelimelerin ise nasıl bir geçmişe sahip olduklarını gösteren küçücük bir iz bile yoktur.  Bunlar köklerinden kopup uzaklara düşmüş toplumlar ve insanlar gibidir. İnsanlığın en can alıcı icatlarından olan yazı üzerinden varlıklarını bildiğimiz, bir dönem yaşayıp sonra hayata veda etmiş olan bu kelimeler sanıldığından da fazladır. Bu durum insan-kelime ilişkisi açısından hüzünlü duygular uyandırır. Bu durum olağan olduğu kadar da keder vericidir.

Eski Türkçe metinlerdeki “uragut” bu şanssızlardan sadece bir tanesidir. “Uragut” kullanıldığı 1070’li yıllarda “kadın” demekmiş. Sonra unutulmuş. Toplumun temel bir bireyini karşılayan bir kelimenin niçin unutulduğunu ve onun yerine başka kavramların ikame edildiğini düşünmemiz gerekir. Timsah anlamına gelen “alavan”, küheylan anlamına gelen “ıkılaç”, asma çardağı demek olan “badıç” da aynı kaderin sahibi olan kelimelerdir.

Bazı kelimelerin ise elde ettiği makam ve mansıbın gücüyle kendine çalışan eski dönem paşaları gibi karşılarına ansızın bir rakip çıkmıştır. “Hasret”  ile “özlem”, “talebe” ile “öğrenci”, “imkân” ile “olanak”  böylesi bir durumun kısmen denge içinde yaşayan örnekleridir. Fakat “müddeumumi”  ile “savcı”, “teyyare” ile “uçak” için aynı şeyi kim söyleyebilir?

Baskın kültürle karşı karşıya kalan kelimelerin durumu aslında kendini sonsuz bir güven halinde hisseden aymaz yöneticilerden farklı değildir. Bu bakımdan kelime ile insanın birbirine koşut serüveni şaşırtıcı olduğu kadar, içinde insana yönelik çok fazla temsil değeri olan hikâyeye de kaynaklık edecek niteliktedir.

İtinasızlığın kıskacına düşmüş, daima sevgisizliğin diliyle anılmış kimi insanların böylesi bir hayatı arklarında bırakıp yeni kentlere, yeni ülkelere, yeni iklimlere doğru yola çıkmaları gibi, onların eski kendilerinden farklı ölçülerde yeni kendiler edinerek yepyeni hayatlara başlamaları gibi bazı kelimeler eski anlamına uzak düşmeyen bir anlam alanında yer tutarak, bazıları ise tam tersi bir anlam edinerek, bazıları seslerinden ödün vererek, bazıları bünyesindeki kısmi değişimlere razı gelerek ayakta kalmayı başarmıştır.

Örneğin “yavuz” kıyıcı, kötü anlamından sıyrılarak “cesur” ve “yiğit” şemsiyelerinin altında kendisine bir yaşam alanı açmıştır.

“Güzel” demek olan “yosma”nın ise tam tersi bir yol izlediğini görüyoruz. O iyinin alanından kötünün sınırları içine atmakta bulmuştur kurtuluşu.

”Erük” ise ustaca bir manevra ile varlığını koruma altına almıştır. Şeftali, kayısı ve siyah erik türünün genel adı olan “erük”, ayakta kalabilmek için aza razı gelmiş ve sadece “erik” olan meyve ile sınırlandırmıştır anlam alanını. Üstelik “ü” sesini de “i”ye devretmeyi kabul etmiştir.

“Işgun” ise kısmen şanslı olanlardandır bu arenada. Sadece bir iki sesini değiştirmekle çözmüştür meseleyi: Işkın.

“İngek” de benzer durumdadır. O ise bir sesinden vazgeçerek ilk kayda düştüğü 1074 yılından bu yana var olmayı başardığı gibi varlık dünyamızdaki önemini de korumuştur “inek”.

Sabah akşam dilimizden düşürmediğimiz “Tanrı”nın hikâyesi ise bin üç yüz yıl önce Moğolistan bozkırına dikilmiş olan Köktürk Yazıtları’ndaki “tengri”nin nasıl bir değişimden geçmiş olmasıyla ilgili bilgi verdiği gibi kelimelerin kat ettikleri yolların ne denli uzun ve karmaşık olduğunu da göstermektedir.

“Tengri” gibi yüzlerce kelimenin izlediği göç yolu, yazgı skalası, varoluş süreci içinde gösterdiği refleksin o kadar çok tanığı oldum ki. 1077 yılında bitirilmiş olan Divan-ü Lügati’t-Türk’te rastladığım hamur tahtası anlamındaki “yasgaç” (yası yıgaç),  1961-72 yıllarında çocukluğumun geçtiği Eskişehir’in bir köyündeki yine üzerinde hamur açılan “yastığaç”tan (yassı ağaç) başkası değildi.

“Bıldır” da hiçbir değişime uğramadan bin yıl öncesinin kültüründen benim çocukluğumun köyüne taşınmış ve rahatlıkla kullanılan bir kelimeydi. “Alın, uzun, etek, aya” da aynı durumdaydı.

Türkçeye İtalyancadan geçen “balkon”, “taraça”, “pantolon”; Farsçadan geçen “armut”; Fransızcadan geçen “panjur”; Arapçadan geçen “”elbise”, “libas”; Hırvatçadan geçen “kravat” gibi bazı kelimeler de kendi sınırlarından çıkıp başka yurtlara, başka hayat iklimlerine yelken açmış maceraperestlere benzer. Onlar farklı dillerin kelimeleri arasına karışıp o dilleri kendilerine yurt edinerek ikinci ve bazen de daha fazla vatanlar edinir kendisine. Demem o ki kelimelerin de bir hayatı vardır ve insanların hayatına benzer.

 “Önce kelime vardı” diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil. “Kelimeden önce de yalnızlık vardı. Ve kelimeden sonra da var olmaya devam etti yalnızlık… Kelimenin bittiği yerde başladı; kelime söylenmeden önce başladı. Kelimeler yalnızlığı unutturdu ve yalnızlık, kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde, eriyip kayboldu. Yalnız kelimeler acıyı dindirdi ve kelimeler insanın aklına geldikçe yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.”

Kelime ile insan ilişkisinin karmakarışık yapısı ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.  Meramımı anlatan bu cümleleri Oğuz Atay’dan aktardım. Gerçi meramımı bütünüyle anlatabilmiş de değilim. Bundan sonra söyleyeceklerimin de sizin kelime ve insan denklemindeki ne merakınıza ne genel kültür edinme arzunuza ne de meselenin özünü anlama isteğinize doyurucu bir cevap olacağına ihtimal vermiyorum. Fakat yazıya bir sonuç da gerekiyor:

İnsan nasıl kelimelerini oluşturmuş ve çoğaltmışsa kelimeler de aynı şekilde onunla birlikte var olmuş ve onu hiç yalnız bırakmamıştır.  İnsan nereye gitmişse kelimelerini de beraberinde götürmüştür.  Kelimeler nerde ses vermişse orada da insandan bir nefes olmuştur. Kelimeler insanın coğrafyası olduğu kadar insan da kelimelerin layihası olmuştur. Şöyle de diyebiliriz: İnsan ve kelime kadim tarih boyunca hiçbir zaman birbirlerini terk eden yol arkadaşları olmamıştır.