İtiraz

(Bu öykü yazılalı bir yıldan fazla oldu ama hiçbir yerde  yayınlanmadı. Onun Boğaziçi Üniversitesi’ni kazandığını, Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektöre karşı yapılan protesto eylemleri sırasında da gözaltına alındığını öğrendiğimde öykünün kitabın basılmasını bekleyemeyeceğini fark ettim. 3 şubat 2021)

HAYRETTİN GEÇKİN

“Daha on yedime bile girmedim. Yeterince genç kız bile sayılmam henüz. Siz büyüklerin dünyasını tanımaya çalışıyorum. Ürpererek, şaşırarak, tiksinerek… Gideceğim başka dünya olsaydı emin olun çoktan giderdim .”

Böyle bir giriş yaparak devam etmiş:

“Size özel bir kastım yok. Size yönelik bir suçlama da değil okumanızı istediklerim. Yazdıklarımı tehdit olarak algılamanızı ise asla istemem. Ama siz bir yazarsınız ve bir şekilde bunun gereğini yaparsınız diye düşündüm. Yapmalısınız daha doğrusu. Örneğin siz büyüklerin dünyasındaki ikiyüzlülüğe dair düşüncelerime bir yerde, bir yazınızda yer vermelisiniz mutlaka. İlgisiz kalacağınızı sanmam aslında. Beklediğim olmazsa sizin de foyanız çıkmış olur ortaya ki işte buna çok üzülürüm… Pek çok yazınızı okuduğum için söylüyorum bunu… Öykülerinizi, şiirlerinizi… Bana bunları yazma cesareti verense bir etkinlik sırasında yaptığınız konuşma, konuşmanızı bitirirken okuduğunuz bir şiir…”

Sıkıştırılmış gibi hissettim kendimi bir an. Bir bardak su veya bir şişe soda veren olmaz mıydı? Yığılıp kalmadığıma şükür!  Yanımdakilere bir şey söyleyemedim. Durumu idare etmeye çalıştım yalnızca. Bir tomar kâğıdı elime tutuşturup aniden uzaklaşmıştı. Çıtı pıtı bir kız olduğunu fark ettim ama doğru dürüst yüzüne bile bakmamıştım. Karşılaşsak tanıyabilir miyim? Hiç sanmam.

Girişten sonraki bölümü tam tamına böyleydi elime tutuşturduğu birkaç sayfalık yazının. Adeta bir görev verip sonra da uzaklaşmıştı. Denetlemeye çekilmişti desem daha doğru. Yazdıklarını ne kadar tehdit gibi algılamamamı istese de bal gibi tehditti. Şimdi gel çık işin içinden. Size de sormak istiyorum, başınıza böyle bir şey gelmiş olsa ne yapardınız? Tanımadığınız biri, göz aşinalığınız yok…

Uzun kalamadım orada. Alacaklarımı da almıştım. Zaten bir iki parça şey: Ekmek, zeytin, peynir; biraz da domates. Eve giderken aklıma ilk gelen şu oldu: Burası küçük bir yer, kıyıda bir tatil yerleşkesi. Avuç içi kadar yer desek daha doğru. Aşağı yukarı herkes herkesi tanıyor. Bu kızı ya markette, ya plajda, ya da çöp atmaya giderken mutlaka görürüm. Bir yerde bir şey yazacak olsam da kendisine bildirmem lazım ne de olsa. Siz ne düşünürsünüz bilmem ama kendi payıma aklanmalıyım kızın gözünde. Dahası bir güveni kötüye kullanmak olmaz. Ne de olsa bula bula itirazını bildirecek makam olarak beni bilmiş kızcağız. Neyse başa gelen çekilir. Havanın sıcaklığından mı elime tutuşturulan kağıtlar aracılığıyla yüklendiğim sorumluluktan mı kendimi eve attığımda bunalmış, kan ter içinde kalmıştım. Aklım fikrim elime tutuşturulan ve kısa bir bölümünü okuduğum yazıdaydı. Yakın gözlüklerimi ararken içimden bu kadar sıkışmaya ne lüzum var diye geçirmeseydim uzun süre rahatlayamayacak ve okuduklarımı da anlamlandıramayacaktım.

“Biz bazı yazlar buraya geliyoruz, evimiz sizin eve yakın sayılır, sahildeki evlerden biri, antrasit boyalı. Bu yaz denize girmeyeceğim burada. Nedeni basit: Sizinkiler, yani büyükler, çöplerini piknik alanında öylece bırakmışlar. İçki şişelerinin bir kısmı kıyıdaki çakıllara fırlatılarak tuzla buz olmuş. Tuvalet kokuyor ne yana dönseniz. Sokaklar deseniz, çöp poşetlerinden geçilmiyor. Denizde insanlardan çok çocuk bezleri, pet şişeleri yüzüyor.”

Kafamın tası atmadı değil. Kızım sen git bunu anana babana anlat. Amcaların, dayıların, ağabeylerin veya komşularının kabalıklarından, ilkelliklerinden ben mi sorumluyum? Sahip olduğu alanların dışında hiçbir yere karşı sorumluluk duymayanlara karşı duyduğun öfkeni bana mı kusuyorsun? Doğa kırımlarından, doğaya karşı gaddarca tutumdan benim canımın nasıl yandığını sen biliyor musun ayrıca? Ben buranın ne Güzelleştirme Derneği Başkanıyım, ne de muhtarı…

Bir süre bu kızgınlığı atamadım üstümden. Neyse ki yatışmam uzun sürmedi. Birden kızcağızın haklı olduğunu düşünmeye başladım. Aslında kızcağız haklı, söyledikleri de harfiyen doğru dedim kendi kendime. Evdekiler ve yakınları olup bitenlere kayıtsız kalıyorsa derdini gidip Markopaşa’ya mı anlatsın zavallı!

“Babam sosyal medya kullanıyor. Dizüstü bilgisayarından paylaşımlarını görüyorum açık unuttuğu zamanlar. Sizi doğrudan tanımasa da sayfa arkadaşları arasındasınız. Belki de haberiniz yok. Babamın sizler gibi insanların paylaşımlarına yaptığı yorumlardan utanıyorum açıkçası. Sizin ve başkalarının yazıları altına uzun uzun yorumlar yazıyor. Örneğin doğa katliamına karşı ve çevreyi ilgilendiren konulardaki yazılarınıza öylesine övgü dolu şeyler yazmış ki… “İyi ya,” diyeceksiniz belki de. İyi de hiçbir yazıyı ilk paragrafından sonra okumaz babam. Babam hiçbir şey okumaz! Bir gün bilgisayarı açtığında yanındaydım, çaktırmadan izledim: Bir dakika sürmedi paylaşımların yüzlercesine beğeni koydu. Bunların birkaçı da ölüm ilanıydı.

Geçen yıl çok istedim Kaz Dağları’na biz de gidelim diye. Sizin Fazıl Say’ın Kaz Dağları Konseri’nden sonra yazdığınız ve sayfanızda paylaştığınız Dağlara Çıkan Piyano adlı yazınızı babamın sayfasında okuyunca uzun süre nasıl ağladım bir bilseniz. Sizin ifadenizle ben de koşmalıydım ağaçların, kuşların, suların imdadına… Sizlerle olmalıydım o görkemli bir araya gelişte. Babamın Kaz Dağları’ndaki katliamla ilgili  tavrı adamına göre değişiyor. Geçenlerde babamla diş ağrım için hastaneye giderken yolda iktidar milletvekillerinden biriyle karşılaştık. Milletvekili Kaz Dağları’ndaki eylemcilerden nefretle söz edince babam, “Onlara da Kürtlere yapılanın yapılması lazım vekilim” demez mi! Kendimi yanımızdan geçen arabalardan birinin altına atmak geçmedi değil içimden. O gün ya da başka bir gün siz Kaz Dağları’nda bu katliamın önlenememesi halinde şunlar şunlar olur diyen yazınıza yaptığı yorumda, “Kanadalı maden şirketi defolup gitmeli, sorumlular hesap vermeli” diye yorum yazmıştı. Şaşırmakla şaşırmamak arasında gezinip kaldım açıkçası.

Evimize pek kimse gelmez ama diyelim gelen küçük dayımsa Halk TV’yi ya da TELE 1’i açık tutar, diyelim teyzemin kocası gelsin bu kez de A Haber’i…

Bana kızıyor babam. Sen işine bak, derslerine çalış diyor… Kimsenin etlisi sütlüsü bizi ilgilendirmezmiş. Devir kötü devir diyor iki de bir, kimseye güven olmazmış. Babamın yaptıklarını görünce başka türlü nasıl düşünürüm ki bu konuda. Ama bakıyorum ki komşularımızda da hem burada hem İstanbul’da aynı tutum. Al babamı vur ötekilerine. Küçük dayım bahsettiğim kişilerin yanında en sağlamı ki o da iktidar yanlısı. Bir işadamıyla konuşurken Kanal İstanbul’un ülke için çok hayırlı bir proje olduğunu söylemişti. Bulunduğumuz yerden ayrıldığımız da dayı sen de mi deyince ‘kızım senin aklın ermez bu işlere, böyle davranmasan iş alırsın başına’ demez mi…

Yazısı bu kadarla değildi… Daha bir sürü şey anlatmıştı. Ülke sorunları vs. Eğitime mi değinmemiş, adalete mi o uzun uzun döktürdüğü yazısında… Kimler, neler canını sıkmamış ki kızcağızın…

Marketin önünde elinde kitap aheste aheste yürüyen o olmalıydı. Adıyla seslendim arkasından. Hal hatır sorduk birbirimize. Bana verdiği yazılara hiç değinmeden havadan sudan konuştuk bir süre. Bu olayın üstünden bir iki ay geçmişti, birkaç kez de kısa aralıklarla konuşmuştuk onunla. Bir gün bana kitap almaya geldiğinde ağır geleceğini düşünsem de şu şiiri okumuştum kendisine:

İnsan, insanlıktan düşer yoksa

arzularını tatminden ibaret sanırsa

insan olmayı

 

Ve bir daha çıkamaz o merdivenlerden

acı duymazsa başkalarına verdiği zarardan

kendisine verilen zarar kadar

 

İnsandan başka bir şeydir

insanım diye insanların arasında dolaşan şey

kaynağını başkalarının yaşam hakkını savunmaktan

almıyorsa özgürlüğü

 

İnsan, insanlıktan düşer yoksa

Ayakları, elleri oluşmamışsa

itiraz etmek için kötü gidişe

ve sevgi duymuyorsa ağaca, suya, toprağa

gelecek yapımı için

adı geçmiyorsa kayıtlarda.