Herkes öküzün altında buzağı arıyor, olmadı ineğin altından çekip öküzün altına koyuyor ve “Bak burada, öküzün altında buzağı,” deyip haklı çıkmaya çalışıyormuş
EMİNE SUPÇİN
Masalımızın başını anımsamayanlar için:
Efendim, bir zamanlar, bir ülkede seçimle iş başına gelmiş olmasına rağmen kendini kral ilan eden; eğitimden, bilimden, sanattan zerrece nasibini almamış biri yaşarmış. Kurnazlığı ile halkını birbirine düşman etmiş, kötü niyetiyle memleketin her metre karesini satıp savarak değil ceplerini, sarayının odalarını doldurmuş fakat… bakmış koyacak yer kalmamış servetinin çoğunu İsviçre bankalarına transfer etmiş, dünyanın sonradan olma seçkin zenginleri arasına girmeyi başaran ruhen sefil bir yaratıkmış. Ve en büyük derdi ölümsüzlükmüş. Yerli yabancı tüm bilim insanlarını seferber ederek nihayet bilinç aktarımı denen bilimsel mucize ile daha sağlıklı ama neredeyse tıpatıp kendine benzeyen bir başka bedene aktarımı gerçekleşmiş. Fakat aktarımdan önce bilim insanlarına verdiği emirle, kendi (batasıca) zihniyetinin kopyalanmasını istemiş.
Yeni bedeninde uyanır uyanmaz da ilk sorusu, “Kopyaladınız mı?” olmuş.
“Evet, efendim kopyaladık,” demiş baş bilim insanı.
Bizimkinin incir çekirdeğinin yarısını dolduracak kadar olan bilinci, incir çekirdeğinin yarısı kadar büyüklükteki birkaç nanite kopyalanmış. Şöyle badem bıyık altı bir gülümsemeyle, sakalını sıvazlayarak diğer soruyu sormuş: “Peki, bu nanitler herhangi bir insana zerk edilirse onların bilincine etkisi olur mu?”
Bilim insanı şaşırmış. Ama yapılabilse ne büyük icat olur diye düşünmüş. En iyi bilim dergilerinde yayınlanacak makalesinin hayalini kurmuş ve hatta gözlerinin önünden Nobel ödülü geçmiş. Daha kralın sorusuna yanıt vermeden, aklından organizma ile bütünleşip beyindeki uygun sinapslara veriyi yükleyebilecek yapay zeka nanitini kurgulamış bile.
“Üzerinde çalışayım efendim,” deyip huzurdan ayrılmış. (Şu bilim insanları da bir tuhaf. Bir şey icat ediyorlar ama iyiye mi kullanılır, kötüye mi kullanılır düşünemiyorlar. Yani icat esnasında düşünemiyor olsalar gerek ki atom bombasının babası sayılan J. Robert Oppenheimer sebep olduğu ölümlerin ardından pişmanlıkla, “Ben şimdi, dünyaların yok edicisi, ölüm oldum” demezdi herhalde.)
Neyse efendim… O esnada ülkede ciddi bir kaos hüküm sürüyormuş. Hukuksuzluk almış başını yürümüş. Tabi bu da liyakatten uzak insanların işe alınması anlamı taşıyormuş. İş bulabilmek için ya yalaka olacak ya da yalakaymış gibi davranacakmışsın. Tüm işlerin şirazesi kaymış, nitelik sıfırlanmış, ekonomi çökmüş, insanlık çökmüş. Kiliselerde papazlar çocuklara musallat oluyor, sokaklarda kadınlar alenen öldürülüyor, baş kaldıranların başı eziliyor, kısaca memleket krizlerden kriz beğeniyormuş. İntiharlar, iflaslar, açlık sefalet, ne dersen…
Anlayacağınız her şey moktanmış ülkede. Fakat kral kurnaz tilki. Hem de ne tilki. Artık tek derdi ölümsüzlük değilmiş. Çünkü o dert çözülmüş. Şimdi, şu iki de bir kendisine ya da kendisinin atadığı tiplere laf eden normalde adı muhalefet olması gerekirken, krala ters düştüğünde hemen eşkıya ilan edilen herkesi ama herkesi bir güzel kendine benzetmekmiş.
Dakka başı arıyormuş baş bilim insanını. “N’oldu bizim iş?” (Sokak ağzıyla konuşuyor elbette. Çünkü o bir sokaktan gelme.)
Çok geçmemiş başarmış bilim grubu. Önce tek hücreli yaşam formatında naniti yapmışlar. Ardından kralın bilincini bu tek hücreye sığdırmışlar ve hedef odaklı programı da hücre çekirdeğine yerleştirmişler. Nanit vücuda alındığı anda beyin sapına ilerliyor ve oradan frontal lobu etkisi altına alıyormuş. Tabi ki teoride.
“Dilerseniz sizin seçtiğiniz bir kimsede denemeye hazır, sayın kralım,” demiş baş bilim insanı. (Allah senin cezanı verecek baş bilim şeysi seni! Ne yapıyorsun oğlum, dur bir düşün!)
“Öyle mi?” demiş kral. “Şu bizim geline çakalım ilkin.” Zaten son zamanlarda canını sıkıp duruyormuş, oğlunun hatırına katlanıyormuş. Önce onu bi kendine benzetse süper olmaz mıymış? Hem de kadınlardaki etkisini merak ediyormuş.
Akşam yemeğine çağırılan geline sofradaki ayranla, bir güzel yutturulmuş kopyalanmış bilinci taşıyan organik minik nanit. Gelindeki değişimi gözlemlemek için ağdalı haspam konuşmalarına katlanırken, birden bir titreme olmuş gelinde. İçimden şeytan geçti sanki diye gevelemiş ve belki de tarihin kaydedemediği, hatta kendisinin bile fark edemediği, o güne kadar ettiği tek doğru cümleymiş. Ardı sıra başlamış söylevlere. (Sahi bilmiyorsunuz. Bu kralın en önemli özelliği hatipliği. O konuşmaya başlayınca ülkenin garip gurabası(!) kulak kesilirmiş kendisine. En cahil kesimin sevdiği, taptığı kimseymiş. İşte gelini de tıpkı kendisi gibi konuşuyor, jest ve mimikleri tıpatıp krala benziyormuş. Hani suratı gözünün önünde olmasa aynada kendisine bakıyor zannedecekmiş. Ve ne güzel konuşuyormuş gelin. Çocuk eğitiminde sopanın yararı, kızların kesinlikle okula gönderilmemesi gerektiği, hatta kadının seçme hakkının saçma oluşu, harem halkının toptan sapık olduğunu savunan konuşmaları kendi düşüncelerinin tıpkısının aynısıymış. Pek sevinmiş kral. Kalkmış masadan bilim grubunun çalıştığı laboratuvarı aramış. “Çoğaltabildiğiniz kadar çoğaltın, milyonlarca, milyarlarca kopya istiyorum.” demiş. (O dakika ülke bitmiş işte. Ama çok üzülüyorum ben bu masalı anlatırken. İçim kıyılıyor o ülkede yaşayanlara. Yazık…)
Tam da tahmin edeceğiniz gibi bir hafta içinde havadan karadan sudan, televizyon ve akıllı telefonlardan ve hatta bilmem kaç liraya alınan milli içki konyaktan ülkedeki herkese ulaştırılmış moleküler kral bilinci. O minicik çocuklar, o alımlı kızlar, yakışıklı gençler, aydın beyinler, aklı selim sanatçılar hepsi… Artık herkes kötü, herkes kurnaz, herkes kral…
Ucuz ekmek kuyruğundaki yaşlı amcalar, karnabahar sırasındaki beli bükülmüş teyzeler, kim var kim yok, bilinci zapt-u rapt altına alınınca başlıyormuş kendi dilince söyleve. Kimi “Eyy Hindistan!” diye başlıyormuş söylevine, kimi Hintçe “Bir dakika” anlamına gelen Ek minat diye basıyormuş çığlığı, kimi muhalefet liderine sesleniyormuş, Hey Gandi Efendi! ( O günlerde güçlü ülke olan Hindistan’a kafa tutuyormuş gibi gözüken kralın ağzıymış hepsi.) Toptan bir delirme halindeymiş memleket.
Hele ülkede misafir durumundaki turistler tam seyirlikmiş. Herkes titreyip krala dönüşünce önceki benliği siliniyormuş. Ne okudukları kitaplar, ne deneyimledikleri yaşamlar, ne de öğrendikleri bilgiler. Sanat zevki, estetik beğeni, müzik seçimi hiçbir şey kalmıyormuş beyinde. O minicik bilinç ön lobda bulduğu her yabancı (kendine göre yabancı tabii) bilinç kırıntısını siliyor yok ediyormuş.
Ülkenin dünyaca ünlü piyanistleri daha düne kadar resmen sevişircesine çaldıkları piyanoya cin görmüş gibi bakıyor; en ünlü ressamları yaptıkları tabloları kendi elleriyle parçalıyor, heykeltıraşlar, “Bu nasıl bir ucubedir,” diyerek kendi eserlerini baltayla kırıyorlarmış.. Her yetenek yok olmuş, her beyin boşalmış, her öğreti unutulmuş. Varsa yoksa söyleniyor, kızıyor, bağırıp çağırıyormuş.
Neden sonra durulmuş ortalık. Çünkü artık herkesin bilinç seviyesi aynı, dünyaya bakışı ortakmış. Herkes aynı dili konuşuyormuş fakat gizleyemedikleri bir öfke pırtlıyormuş içlerinden. Çünkülerin çünküsü, bir şeyi unutmuş kralcık. Nanitler sadece beyin aktivitelerini değil, onun habis ruhunu da taşımış insanlara. Ve bir süre sonra herkes kötü, herkes kurnaz olunca memlekette yağma-talan, açgözlülük-hırsızlık, fesatlık, yalan dolan almış başını yürümüş.
Dün aklı başında, gençlere çocuklara akıl veren hanım teyzeler de, sözü dinlenen bey amcalar da eli sopalı zebanilere dönüşmüşler. Herkes öküzün altında buzağı arıyor, olmadı ineğin altından çekip öküzün altına koyuyor ve “Bak burada, öküzün altında buzağı,” deyip haklı çıkmaya çalışıyormuş.
Trafikte karmaşa, markette kavga, sokakta olaylar… Dün operatör doktor diye bildiğin ve saygı duyduğun adam bırak hastaneye gitmeyi, apartman önünde duran arabaların tekerlerini bisturi ile patlatıyor, adliyelerin en saygın hakimleri delilleri karartıyor, öğretmenler uzaktan eğitimde çocuklara küfür öğretiyor, kızlara kız sünneti için zorbalık ediyor, papazlar vaktinde okunan ilahileri de yetmez bularak bire beş ekliyor, durmadan her boşluğa kilise yapılıyor papaz sayısı nüfusun yarısına varıyor ve hepsi bunlardan tuhaf bir şekilde zevk alıyorlarmış.
Güvenlik kuvvetleri kesimi hepten çıldırmış; mühimmat depolarını yağmalıyor, eline geçirdiği ekstra silahları evine depoluyor geceleri de sokakta gördüğüne ateş ediyor, öldürüyorlarmış. Dedim ya, tüm ülke kötülüğün kol gezdiği, güvenliğin sıfır, ahlaksızlık, akılsızlık ve öfkenin zirve yaptığı bir memleket olup çıkmış.
İç kargaşa büyümüş, ülke toprağı kralı kukla gibi oynatan büyük krallıklar tarafından harita üzerinde paylaşılmış bile. Tek istedikleri biraz daha halkın birbirini yiyerek iyice güçten düşmesi ve basit bir abluka ile paylaşıvermekmiş.
Sonra… Sonrası sizin hayalinize kalmış…
Not: Gotik öykü tarzını bilirsiniz. Hikayeye ya ortasından girer, başını sen hayal edersin; ya da sonunu ortada bırakır, sen tamamlarsın. İşte o hesap gotik bir masal olsun dedi anlatan. 🙂
Masalın ilk bölümünü okumayanlar için:
http://https://eskimiyen.com/olumsuzluk-masali/
BEĞENDİYSENİZ, PAYLAŞIR MISINIZ LÜTFEN