İnsanın nasıl sevebildiğini anlamamız için fırsat sunan küçük kitap

Küçük Prens, kitabın hacminden ve hedef kitlesinden beklenmeyecek kadar büyük bir felsefenin kapısını aralamıştır. Çünkü sonuçta insanın nasıl sevebildiğini anlamak, pek öyle kolay bir iş değildir.

KAAN POLATLAR

“Küçük Prens”in Türkiye’de en sevilen çocuk kitabı olması nedeniyle yıllar önce hakkında bir şeyler yazmaya niyetlenmiştim. Ama her nedense bir türlü yoğunlaşamadığım için yazının akıbeti, önce sürekli ertelemekle, sonra da tamamen unutmakla sonuçlandı. Yıllar içinde, ne onun popülerliğinde bir değişim ne de benim daha öncelikli konulara eğilmek gerektiği fikrimde bir farklılık oldu.

Popüler kitaplar üzerinde yazı yazmak hakikaten zordur. Çünkü okuyucu onda zaten bizim tam anlamıyla emin olamadığımız bir şey bulmuştur ve bulunmuş olan şey her ne ise, hakkında yazı yazan bir eleştirmenin, söz konusu eserde yeni bir şey keşfetmesine gerek duyulmayacak kadar aleni olduğu için, yazılan yazı ne esere ne eleştirmenine yeni bir katkı yapar. Üstelik eleştirmeni, herkesin anlayıp gördüğü bu “aleni şeyi” bir türlü bulamama tehlikesiyle de karşı karşıya bırakır. Bu durumda, söz konusu eseri değerlendiren birinden, kitlenin zaten çoktan bulduğu şeyin iyi bir betimlemesini yapması beklenir. Bu iş bir bakıma divan şairlerinin işine benzer. Yani aslında herkesin var olduğunu tasavvur ettiği sevgilisine uyacak hayali bir sevgiliye methiyeler düzmek gibidir yapılacak değerlendirme. Kim bu sevgiliye düzülen şiirdeki methiyenin, kendi etten kemikten sevgilisine uymadığını iddia edecek ki?

dünyayı tanımaya çalışan bir çocuğun bakış açısıyla

Her neyse… Aslında ben, öyle harcıâlem hususlara girmeyi pek sevmem ama “Küçük Prens” kitabında aslında kimsenin fazla dikkatini çekmeyen bazı hususlar olduğu için bir şeyler yazmaya karar verdim.  

“Küçük Prens” eseri, aslında çocuk edebiyatına indirgenmiş bir tür bilim-kurgu da sayılabilir. Bilindiği gibi bu türün gelişmesinin gerisinde, doğrudan astronomik gözlemlerin ve uzay araştırması için ayrılan fonların büyüklüğünün sebep olduğu bilimsel bilgi patlaması yatar. Bu bilimsel bilgi bolluğu o denli büyük boyutlardadır ki son yüz yıl içerisinde, neredeyse bütün insanlık tarihinin binlerce yıldır yaptığı gökyüzü gözlemlerinden çıkan ve edebiyatın temel imgelerini oluşturan bütün eski kavramları yerle bir etmiştir. Eskinin edip ve şairlerinin beslendiği Güneş, Ay, yıldızlar, felek ve kader kavramlarının etrafında dönüp duran o bildik romantik anlatımları neredeyse hükümsüz kılacak bir etki yaratmıştır. Bu dev bilgi dalgasının karşısında, kitabın yazarı Antoine de Saint-Exupery ilginç bir çözüm yolu bulmuş gibidir. Bilimsel tartışmalardan yararlanır ama onları eskinin romantik görüşleriyle bağdaştırmayı da başarabilmiştir. Tabii ki dev bilgi dalgası; matematik, fizik ve mantığın duygu içermeyen, soğuk dünyasından devşirilse de, edebiyat eserleri göstermektedir ki insan her halükarda temel niteliklerinden bir santim bile sapabilecek bir varlık değildir. O halde bilimin kulağımıza fısıldadığı her şey, aslında dünyayı tanımaya çalışan bir çocuğun bakış açısıyla tamamen sevimli hale getirilebilir.

Antoine de Saint-Exupery bir pilottu ama anlaşıldığı kadarıyla gökyüzüne tutkusu, uçağıyla çıkabildiği irtifadan çok ötesine ulaşmıştı.

O halde artık bu eserdeki bilimi ve bilim-kurguyu yavaş yavaş tespit etmeye başlayabiliriz ama önce, neredeyse bir yüzyıla sığan son astronomik keşiflerin bütün insanları doğrudan ilgilendiren sonuçlarına bir bakalım.  

herkesin şapka sandığı fili yutan boa

Yüzyıllık uzay araştırması için harcanan onca emek ve paranın ardındaki motivasyonlardan en başta geleni hiç kuşkusuz Dünya gezegeninde güvenliğimizden yeterince emin olup olamayacağımızdır. Bu konuda edinilen her bilgi aslında insanın uykusunu kaçıracak kadar ciddi ihtimalleri göz önüne sermiştir. İhtimallerden ikisi, daha öncesinde insan uygarlığının yıkıcı etkisiyle yaşanmaz hale getirilmese bile Dünya’nın, evrenin kendi iç işleyişinin doğal sonucu olarak, ölüm ve yok olmayla bitecek bir kadere yazgılı olduğunu gösterir. Milyar yıl sonra bile olsa Güneş, eninde sonunda büyüyerek bir “kızıl dev” haline gelip Dünya ve Güneş Sistemi’nin büyük bir kısmının sonunu hazırlayacaktır.  Ama ondan önceki felaket çok daha yakın gibi gözükmektedir. Güneş Sistemi’ndeki yüz binlerce asteroitten biri, tıpkı 65 milyon yıl önce düşüp dinozorları yok ettiği gibi, insan türünü, Dünya üzerinden silip süpürecektir. Bütün bu sevimsiz ihtimaller yüzünden, bırakın şu ya da bu milletin bekasını, tüm insanlığın bile bir bekası olmadığı idrak edilmeye başlanmıştır. Ama insanın zihni, birtakım sevimsiz gerçekleri bile espri unsuru yapabilecek kadar ilginç çıkarsamalar yapar. Yıllar önce Murphy Kanunları diye formülleştirilen pek çok sevimsiz ihtimal, esprili bir hale sokularak popülerleştirilmişti. O sevimsiz ihtimallerden birini de şu şekilde hatırlıyorum: “Eğer bir olgunun içerisinde en kötüsünün olma ihtimali varsa o ihtimal bir gün mutlaka gerçekleşecektir!”

Komik ama bunu demin söz ettiğimiz göktaşı ihtimaline bağlayacak olursak bir gün dinozorları yok eden büyüklükte bir göktaşının düşme ihtimali varsa o göktaşı mutlaka düşecektir. Bundan neden bu kadar eminiz? Çünkü daha önce en az bir kere (dinozorların Dünya’dan yok olduğu gün) zaten düşmüştü. Gerçekten komik ama hakikat bu…

Aslında “Küçük Prens” kitabında da aynı esprili gerçeklik vardır. Yazar küçükken, boa yılanının yuttuğu bir fili çizmesine rağmen resmini gösterdiği bütün yetişkinler bunu şapka sanmıştır. Öykünün başındaki bu ifadeden iki sonuç çıkarmak mümkündür. İhtimallerden biri şöyledir: Gökyüzünün fatihleri aslında fili yutmuş bir boa yılanı hayal edecek kadar gelişkin beyinlere sahipken, sıradan insanlar her şeyi dış kenarlarına bakarak “şapka” sanacak kadar aptaldır. Veyahut da tam tersi bir sonuca varabiliriz: yarınki iş ve gelir beklentisiyle kaygı limitinin tümünü dolduran sıradan insana, bir gün başımıza taş yağacağı korkusunu musallat edenler, işte bu romanın yazarı gibi “parlak” beyinler, bir fili yutmuş boa yılanını resmeden sıra dışı budalalardır!

Bu ikinci ihtimal daha doğru gibi durmaktadır. Aslında onlar yüzünden, yarın için çektiğimiz kaygılara bir de bu göktaşı tehlikesi eklenmiş olmaktadır. Düne kadar insanlığın böyle bir kaygısı yoktu ama insanlık bir kere bu ihtimali öğrendikten sonra hiçbir şey olmamış gibi ya da bunu hiç duymamış gibi hareket edemez. Dolayısıyla uzaya firar etmenin bir yolunu aramaya başlamak elzemdir.

mars’ta mucize gibi görülecek bir tutam yeşil ot

Yazının başında bu çocuk kitabının aslında bir tür bilim-kurgu çalışması olduğunu iddia etmiştik. Kitabın yazarı Antoine de Saint-Exupery bir pilottu ama anlaşıldığı kadarıyla gökyüzüne tutkusu, uçağıyla çıkabildiği irtifadan çok ötesine ulaşmıştı. Kitabının basıldığı 1943 yılında, asteroitte yaşayan bir çocuğu hayal edecek bilimsel tartışmalar var mıydı acaba?

Carl Sagan, Soluk Mavi Nokta’da Şöyle yazar: “Bir ot Dünya’da sıradan bir şey ama Mars’ta mucize gibi görülecek. Mars’taki torunlarımız bir parça yeşilliğin değerini bilecek.”

Sorumun yanıtını, ünlü astronom Carl Sagan’ın 1994 yılında yazdığı “Soluk Mavi Nokta” kitabında buldum. Kitapta belirtildiğine göre asteroitlerde insan yaşamına ilişkin ilk bilimsel tasavvurlar henüz 1920’lerde, J. D. Bernal adında Britanyalı bir bilimci tarafından yapılmıştı. Carl Sagan, 1994 yılında “Soluk Mavi Nokta” kitabını yazdığı sıralarda asteroitlere yerleşme fikrine şu ifadelerle destek veriyordu:

“Asteroit içinde kurulacak köyler düşleyebiliriz. Asteroitler ufak ve yerçekimleri düşük olduğundan, çok büyük yeraltı yapıları bile nispeten kolay olabilir. (…)  Uygun, yani karbonsu bir asteroitin içinde taştan, metalden ve plastikten yapılar için gereken materyali ve bol bol suyu –yani kapalı bir yüzey altı ekolojik sistem, bir yer altı bahçesi oluşturmak için ihtiyaç duyabileceğimiz her şeyi- bulabilirsiniz. Bunun yaşama geçirilmesi bugün sahip olduklarımızın ötesinde, önemli bir adımı gerçekleştirecektir ama böyle bir tasarıdaki -“paragravite” (yapay yerçekimi –y.n.) hariç- hiçbir şey olanaksız görünmüyor. Bütün öğeler günümüz teknolojisinde bulunabilir. Eğer yeterli bir neden varsa, aramızdan önemli sayıda kişi 22. yüzyılda asteroitlerin üzerinde (yahut içinde) yaşayabilir.” Üstelik burada yaşamak için gerekli enerji, her ne kadar Dünya’dakinin ancak yüzde 10’u kadar olsa da Güneş enerjisinden sağlanabilir.[1]

Carl Sagan, anavatan Dünya’dan ayrılmış bu insanların bizden çok daha duyarlı varlıklar olacağına inanır. Şöyle yazar: “Bir ot Dünya’da sıradan bir şey ama Mars’ta mucize gibi görülecek. Mars’taki torunlarımız bir parça yeşilliğin değerini bilecek. (…) Uzaya giden ve bir dizi çorak ve ıssız dünyayı kendi gözleriyle gören torunlarımız için, yaşama değer vermek doğal bir şey olacak.”[2]

Sonuçta o kadar göç edeceğiz ki bize en yakın yıldız olan “Alpha Centauri’ye ve diğer yakın yıldızlara ulaşanlar biz olmayacağız. Bize çok benzeyen ama güçlerimizin daha çoğunu, zayıflıklarımızın daha azını taşıyan bir tür; ilk geliştiğimiz koşullara daha benzer koşullara geri dönmüş, kendine daha güvenli, sağduyulu, yetenekli ve basiretli bizi, belki de bizden çok daha eski, çok daha güçlü ve çok farklı varlıklarla dolu bir Evrende temsil etmesini isteyeceğimiz bir tür olacak.”[3]

tek sorunun bir koyunun bir çiçeği yiyip yemediği olan küçük gezegen

Şimdi “Küçük Pens”e geri dönecek olursak, B-612 asteroitinden gelen bu varlık da işte böyle, bizden daha üstün ve iyi meziyetlere sahip biri olarak yazarın karşısına çıkar. Tıpkı Carl Sagan’ın öngördüğü gibi, Küçük Prens’in de, gezegeni için en büyük endişesi, yetiştirdiği gülün başına bir şeyin gelip gelmemesidir. Onun bu kaygısı, çölde karşılaştığı ve uçağını tamir etmekle meşgul, masalın yaratıcısı yazar dostunu bile şaşırtır. Ama sonuçta yazar dostu da bu tür duyarlılıklara yabancı olmadığı için anlamaya başlar onu.

Yine de bütün bu bilimsel bilgiye ve bilim-kurgu niteliğine rağmen eserin ilerleyen sayfalarından anlıyoruz ki her bir gezegen orada yaşayan insanın kendi ruh dünyasından başka bir şey değildir. Her insan kendi dünyasında yaşar ama başkalarının dünyası hakkında da malumat sahibi olabilir. Masalın kahramanı Küçük Prens, kendi ruh dünyasının dar sınırlarından çıkıp başkalarını da tanımak ister ama görüp öğrendikleri onu sadece hayal kırıklığına uğratır.

Masalın kahramanı Küçük Prens, terk ettiği gezegeninin kendisi için anlamının, orada bıraktığı kendini beğenmiş bir gül yüzünden olduğunu ancak Dünya’da geçirdiği günlerin sonunda anlar ve romanın bir yerinde, “Yıldızlar, gözden ırak bir çiçek yüzünden güzeldir,” der.[4] Bir başka sayfada da “Bir yıldızda yaşayan çiçeği seversen geceleri gökyüzüne bakmak güzel gelir. Bütün yıldızlar çiçeğe durur,” diye mırıldanır.[5] Sonra da yokluğunda kendisini özleyecek pilot dostuna, “Gece yıldızlara bakarsın. Benim ülkem o kadar küçük ki nerede olduğunu göremezsin bakınca. Ama böylesi daha iyi. Yıldızım herhangi bir yıldız olacak senin için. Böylece bütün yıldızları görmeyi seveceksin. Hepsi dostun olacak.”[6] Burası kitabın en çarpıcı bölümüdür. Kitabın hacminden ve hedef kitlesinden beklenmeyecek kadar büyük bir felsefenin kapısını aralamıştır. Çünkü sonuçta insanın nasıl sevebildiğini anlamak, pek öyle kolay bir iş değildir. Oysa bu küçük kitap, insanın nasıl sevebildiğini anlamamız için devasa bir fırsat sunmaktadır.

Gökyüzünde yerini bile tam olarak belirleyemediğin bir yıldız için bütün yıldızları sevmek… Oysa o küçük gezegendeki tek sorun bir koyunun bir çiçeği yiyip yemediğidir. Ama bir dostun bu sorunu bile, ciddi meselelerle boğuştuğunu sanan bizlerinkiler kadar önemlidir ya da önemli olmak zorundadır. Yoksa dostluğun ne anlamı kalır ki?

PAYLAŞMAK İSTERSENİZ


[1] Carl Sagan, Soluk Mavi Nokta, Ayrıntı Yayınları, s. 246-247

[2] A.g.y., s. 259-260

[3] A.g.y., s. 298

[4] Antoine de Saint-Exupery, Küçük Prens, Can Yayınları, s. 89

[5] A.g.y., s. 98

[6] A.g.y., s. 99