Andrey Tarkovski’yi Solaris ve İz Sürücü’de Lars Von Trier’i Melancholia’da, güdümleyen anlama çabası neyse İnci Aral’ı da bu karmaşayı anlamaya yönelten düşünce ve kaygı aynı. Yazınsal cesaret biraz da bunu göze almaktır ve cesareti çıkarırsan yazından geriye ne kalacağı tartışılabilir.
ZEKİ Z. KIRMIZI
Belki son dönemde aksatmışımdır ama İnci Aral hep beklentimi yüksek tutarak izlemekte ayak dirediğim bir yazarımız. Onun Sevgili[1] adlı romanını basıldığı yıl (2017) okumuş, hakkında yazmayı ummuştum. Yazamadım. Aradan 4-5 yıl geçtikten sonra yeni romanı Yukarlarda En Uzaklarda[2] geldi. Sevgili gibi hemen okudum.
İnci Aral’ın düzenli denebilecek bir okuruyum. Neredeyse Ağda Zamanı’ndan (1979) beri izlerim. Sevdiğim, sevmek için kendimi yazık ki zorladığım bir yazarımızdır. Ama her koşulda önemlidir benim için. Yazınımızda son yıllarda öne çıkan pırıltılı ama yalnızca yazınımızla değil yaşamla da sınanmamış görünen yazarlarımızdan bambaşkadır. Onun kalemi gibi yaşamı da zorlu bir sınavdan geçti ve iğneyle kuyu kazdı, kazıyor denebilir. Geldiği yer hak ettiği yerdir. Asla pes etmemesi ise onun güzel yanıdır.
Dil ne yapsın, kendini göstersin mi saklasın mı?
Yazarımız kendi yazın çizgisinde deneysel araştırmalar ve girişimlerde bulunuyor yeni çalışmalarında. Sevgili belgesel tadında, yaşamöyküsel ve alçakgönüllü bir romandı. Konusuna (Yılmaz Güney) olağanüstü saygısı (ki duyumsanıyor) kurgusal her türden atağı bastırmış, kendisi gibi okurunun da anlatılan insana önyargısız, sevgiyle bakmasını sağlama çabasını öne çıkarmıştı. Ama bu romandaki özeni, incelikli dürüstlüğü ve bu tutumunun anlatısına, yazı diline yansıması hemen tüm yapıtları ama özellikle 2000 sonrası öykü ve roman türünde yapıtları için geçerlidir. Bunu az sonra genel değerlendirmemde bir kez daha vurgulayacağım. Türkçesi, bir sarsılmazlık ve yerleşiklik eşiğine ulaşmış bir yazarımızdır Aral. Bunun olumlu yanı tartışmasız ama olumsuz yanına ne demeli? Öyle yerli yerinde bir anlatı dili ki okurun işini kolaylaştırmakla kalmıyor, görünmezleşiyor. Yani saydam bir dil. Sanki izini sürdüğü konunun önüne geçip kendini göstermekten sakınan, dikkati dağıtmamak için en kusursuz biçimini olanca doğallığıyla uygulayan bir dil üstlenimi söz konusu. Oysa böylesi saydam Türkçe kullanım düzeyi bir yanıyla da gerçekten sıra dışı, dikkate değer ve anlamlıdır yazıcılar katında. Neyse, sonra yine dönüp birkaç şey daha söyleyeceğim bu konuda. (Soru şu: Dil ne yapsın? Kendini göstersin mi saklasın mı?)
İki çağdaş yazarı benzer dinsel önermelere bağlayan şey
Yalnız Sevgili romanı, yayımlandıktan sonra yanlış anımsamıyorsam Yılmaz Güney’in eşi ve kalıtçısı Fatoş Güney kaynaklı bir küçük bunalım da (kriz) yarattı. Sonrası nasıl bağlandı bilmem. İnci Aral’ın arık, dürüst tutumundan kişisel bir sorun çıkarmak hiç kolay değildi bana göre ve Yılmaz Güney çevresi olsa olsa ona teşekkür edebilirdi. Benim için karanlık bir konu ve özünde yazın-dışı yanıyla çok da ilgilendirmedi beni.
Roman anlayışında yeni deneysel girişimleri öne çıkaran Aral, 5 yıl sonra da aşağıdaki alıntıda açıkladığı üzere bilimkurguyu deniyor. Sonuçta romanın türü ne olursa olsun yazarın anlatma siyasetinin yapıta damgasını vuracağını ve öncelikle oraya bakılması gerektiğini düşünen biri olarak önyargısız, hatta sevinçle karşılanacak bir durum olarak gördüm bu tasarısını. Ama beklenmedik bir yapıttı yine de. Romanın benim okumam açısından şanssızlığı kısa süre önce Amin Maalouf’un son romanını[3] okumuş olmamdı. Tarihsel romanlarının ardından Lübnan kökenli akademi üyesi Fransız yazar dünyayı geldiği büyük sorunların eşiğinde denemeleriyle uyardıktan sonra son bilimkurgu romanıyla bir kez daha sarsmak istemişti belli ki. Doğrusu ya neredeyse 150-200 yıllık bilimkurgu yazınının eriştiği yere bakılırsa bu bağlamda savsız bir roman denebilir Empedokles’in Dostları için. Yine uyarıcı içerik öne çıkmış, dolayısıyla romanın yazınsal düzeyi epeyce harcanmış görünüyor. (Bizde yazın çevresinden sözü dinlenir birçok kişi benimle aynı görüşte değil, bunu da belirteyim.) Benzer bir şeyi yazık ki Aral’ın romanı için de düşünüyorum. Bu iki bilimkurgu denemesi sayılabilecek romanı seçilen türde benzeşik kılan şey ise, genellikle bilimkurgu yapıtlarında başka dünya/başka zaman önermesinin yerine içinde yaşadığımız dünyanın güncel varlığının da başka dünya/zamanlara eşlik ediyor oluşu. Şimdi ve gelecek iç içe iki romanda da. Bu büyük benzerliğin usumuza takılan sorusu Aral’ın söyleşisinde yanıtlanıyor. Birbirlerinden etkilenmedikleri, iki ayrı izi sürerek benzer bir küresel hesaplaşmaya vardıkları açık. Yazarımız 20 yıldan beri düşlemsel bir gelecekten çok içinde yaşadığımız dünya kökenli kimi kaygılardan yola çıkarak romanını tasarladığını, yazım süreci içinde kurgusunun bilimkurgusal bir anlatıya dönüştüğünü ama derdinin yine roman yazmak olduğunu belirtiyor. Aslında yapıtın bilimkurgu görüntüsünün arkasında, yine bilimsel kavramların özel ve indirgenmiş yorumlarına dayalı kurgusal (spekülatif), eşzamanlı, koşutlu evrenler ve evrenlerarası geçişlere dayalı (Kuantum söylencesi?) sanki daha tincil (spiritüel) bir yaklaşım var. Ne yazık ki başvurduğu bu türden kaynaklar onu çelişkiden kurtaramıyor. Öte yandan Maalouf’un derdi de bu dünya(mız) gibi görünüyor. Aslında olumlu/olumsuz geleceğin yokülkeleri (ütopya-distopya) değil iki yazarın da yazma amacı, bu belli. Bir başka alana karışıyor değiller. Sorun şu ki iki çağdaş yazarı benzer çözümlere, yani daha tinsel, hatta özdekçi (maddeci, materyalist) görünümler arkasında dinsel denebilecek önermelere bağlayan bir şey var. Bir yalvaçsı (peygamber) son uyarı söylemi (retorik) alttan alta duyuruyor kendisini. Bu saptamayı yapmakla yetiniyorum, konuyu gidebileceği yerlere çok da uzatmadan.
Olağan gerçekçiliğin dili, olağanüstü gerçekliği yankılayamaz
Yukarlarda En Uzaklarda okumamı izleyen günlerde Cumhuriyet Kitap’ta romanına odaklı bir söyleşisini[4] okudum yazarımızın. Romanı yazma öyküsünü şöyle anlatıyor Gamze Özdemir’e:
“İlgimi çeken, insan hikâyelerini uzun süre belleğimde taşıyorum. Yukarlarda En Uzaklarda romanımı da yirmi yıl boyunca yazma niyetiyle beklettim. Hollanda’ya iltica etmiş bir çiftin kaza sonucu kızlarının ölümüyle yaşadıkları acı ve yıkımı izleme imkânı buldum. Zaman içinde konuyu nasıl kurgulayacağımı düşünerek biçimlenme ve olgunlaşmaya bırakmıştım. Yazmaya oturduğumda roman kabaca belliydi ama asıl büyük serüven o zaman başladı. Ayrıntılar ciddi çözümler gerektiriyordu. İnatla bunları yenmeye çalıştım. Anlatıcıya karar verme aşamasındaysa ölmüş olan genç kız, öne çıktı. Akdeniz’in sesiyle aile dramı farklı boyutlar kazandı. Konuşması için ikinci bir yaşam sunduğum kahramanım, yazarını olağanüstü durumlara ve yerlere götürdü. Yeni yollar, heyecan verici keşifler yaşadım. Hem bağlayıcı ve zevkli hem de yorucu bir deneyimdi. Kendimi aştığımı düşündüğüm anlar oldu. Romanda anlattığım yerlere gittim, oralarda kaldım ve bu yolculuk üç uzun yıl sürdü.”
Dahası yazarımız, kırk beş yıllık yazınsal birikiminin bir anlamda doruğu olarak görüyor son romanını: “Bu roman, kırk beş yıllık edebiyat yolculuğumun beni götürdüğü yerden çıktı sanırım. Bu yol kazanılmış anlatı ustalığı, dizginlenmemiş düş gücü, çokça cesaret içeriyor olabilir.” Bunun için üçlü gerekçesini sıralamış sözü dolandırmadan. Ekliyor: “Başlangıçta bilimkurgu sınırlarında gezinen bir roman tasarlamadım. Elimdekinin etkileyici ve iyi bir roman konusu olduğunu biliyordum. Başladığımdaysa göçmenlik, ölüm, anne babanın geçmişleri vb. ögelerle çok katmanlı, olağanüstüne dönüşme olanağı olan bir malzemeye sahip bulunduğumu hissettim./ Böylece roman ölüm ve yaşam üzerine çok boyutlu, çağdaş, esnek bir teorik zemine oturdu ve olgunlaştı./ Bense kuantum fiziğini eksen aldım. Romanımın vardığı yerse fantastik edebiyata yakın bir yer oldu.”
İnci Aral’a göre romanın iki ekseninden biri, polis şiddeti gördükten sonra ülkesini terk etmek zorunda kalan ve üstüne bir de kızını yitiren bir babanın ikiye katlanan dayanılmaz acısıydı. Ama biz okurlar babanın yanı sıra annenin çıldırı düzeyinde acısına da tanıklık ettik. Yukarıda söylediği gibi anne babanın duyguları ve yaşadıklarına doğrudan olmasa da başkalarının anlatımı üzerinden tanıklık eden yazar önünde tüm dehşetiyle dikilen olayı yazarken acı çekmiş, korkmuş, ürkmüştür. Bu derin üzüntü olağan roman kurgusunun sapmasına, olağan öykünün içine olağanüstüyü sokmaya yöneltmiş onu belli ki. Bu durumun, örneğin, demokratik gelenekler üretememiş birçok ülkede, askeri cunta ve baskıcı yönetimlerde (Latin Amerika, Asya, Afrika, Ortadoğu) yaşananlara o ülke sanatçılarının tepki verme biçimlerinden birinin öne çıkmasına yol açtığını yeri gelmişken belirtelim. Artık olağan gerçekçiliğin dili ve kurgusu, yaşanan ve ussal çerçevelere sığmayan ama doğrudan deneyimlenen olağanüstü gerçekliği yankılayamaz ve üstelik Olay’ın yol açtığı duygusal tepkinin yoğunluğu ortalama bir dil düzeyiyle aktarılamaz. Tam bu noktada ölçünlü (standart) anlatı kurguları dallanır, tür dışı anlatılar ya da türlerarası anlatı geçişleri (örneğin, deneme, vb.), uzam-zaman sıçramalı ve genellikle yazın dışı sayılmış türlere kayma (bilimkurgu, özellikle düşlemsel, gerilim-polisiye romanlar, vb.) görülür. (Türkiye’de de belirgin, işte bu! dedirtecek örnekler çoktur.) Günün gerçekliğini etkili biçimde verme arayışları o güne kadarki gerçekçi (!) aktarım biçimlerini ayraç içine alıp şaşırtıcı, yerleşik algıyı aşan düşsel biçimlere yönelmeyi kaçınılmaz kılar.[5] Üstelik somut, acımasız ve hiçleyen şiddetin kaynağı erk (iktidar) gücü, anlayamayacağı bir dil üzerinden etkisiz kılınır, hatta vurulur. Dilin esnek, dolayımlı gücü, bir kez daha dolayımlanarak bu kez gerçekliği yakalama olanağı sağlar.
İşte Aral da bunu yapması gerektiğini görüyor: “Bir anne baba buna nasıl katlanır, neler yaşanır bu acı bir aileyi nasıl tüketip dağıtır bunlara baktım. Bu yüzden aynı acıyı yaşayan anne babalara Akdeniz’in bir biçimde yaşamayı sürdürdüğünü göstermeye çalıştım. Bu boş bir teselli değildi (…) İnsan bilincinin ölümsüz olduğunu, enerji varlığı olan canlıların yok olmayıp yalnızca biçim değiştirdiği gerçeğinin Dünya insanının sıradan algısını kat kat aştığını düşünmek de var elbette./ Söz ettiğiniz gerçek üstü yaklaşım, bu tür bende süreklilik kazanır mı bilmiyorum./ Edebiyatta ise özellikle son yıllarda yoğun, diliyle, öyküsüyle tam olarak beğendiğim gerçek üstü Türk ya da yabancı romanı okumadım (…) Bir de sorular: gerçekten yalnız mıyız bu evrende? Yakınlarda bir zamanda öyle olmadığı anlaşılır mı?” (Dikkat edilirse baskı ve direniş bağlamının dışına düşen yazınsal arayışlara karşı sakınımlı olduğunu duyumsatıyor Aral. Yoksa çok iyi biliyoruz ki gerçeklikten kopuk biçimleri öne çıkarıyor güncel yazın hem dünyada hem ülkemizde.) Bilimkurgusal öyküleme kararını arayışlarının belli aşamasında verdikten sonra kurguladığı ve algımızı zorlayan roman evrenini açıklamaya, nedenlemeye ve bunun için (yine yazık ki) duygusal (patetik) gerekçelere yöneliyor: “İnsan olarak yaşamın ve evrenin gizemleri üzerine hâlâ çok az şey biliyoruz. Akdeniz’in öldükten sonraki günlerde kuğuya dönüşüp kanaldan evini gözetlediğine, bir güvercin ya da puhu kuşu olarak annesine bahçede göründüğüne inanıyorum./ Uzay gemisiyle yolculuğuna da. Onun tanık olduğu ve katıldığım serüvenine inancım tam. Gerçekte bilinç yok olmuyor, yaşıyor ve geride kalanları izliyor./ Bizler kaybedilmiş sevdiklerimizin rüzgarını hissediyoruz yanı başımızda birden, seslerini duyuyoruz içimizde./ Onların bir biçimde yaşadıklarına okurlarımı inandırdığım kadar ben de inandım yazdığım romanla ve evrenin katı materyalist düzeninden kuşku duymaya başladım.” Tam burada yeri gelmişken benzer bir yazınsal çıkışı etkili ve başarılı biçimde deneyen Faruk Duman örneğini anımsatmak isterim.
Avuntusuz avuntu özlemi, her şeyden geriye kalmış bir saltık onur
Yazarın içtenliği ve yapıtına inancını bir kez gördükten sonra iyiliğin Aşil topuğuna bakmamız, Aral özelinde üzülerek belirtmeliyim ki kaçınılmaz. Bu sevgili yazarımızla ilgili ikilem yaşamaktan yorulmadım. Öylesine ki kendi içimden bölündüm ve kendi içimde Aral’dan yana/ Aral’a karşı söyleşim (diyalog) doğrudan yazarımızda bile yankılandı. Elbette bana katılmadı ama yazdıkları karşısında yaşadığım çatışkıyı (dram) saygıyla, uygarca değerlendirdiğini anımsıyorum ve elbette İnci Aral imgem söz konusu olduğunda başka türlüsünü beklemezdim. Bu nedenle eleştire eleştire onu yazınımızın doruklarına taşıma çabam ağlatısal-güldürüsel (trajikomik) bir çabaya dönüştü. Öyleyse bir kez daha, tüm yanılmalarımı üstlenerek değerli yazarımız hakkında düşüncelerimi toplamak ve nerede ona haksızlık yaptığımı anlamak istiyorum.
‘Devrimci bir hayal ustasının değerli anısına…’ diye Yılmaz Güney’e sunumla başlayan dramatik belgesel roman Sevgili’den sonra yayımladığı Yukarda En Uzaklarda romanı ‘sonsuz dönüş’ düşüncesini dile getiren Nietzsche alıntısıyla başlıyor. Romanın içeriğiyle son derece bağdaşık bir alıntı bu. Bir dönüşü, ama insanın dönüşsüz diye bildiği bir yoldan, ölümden dönüşü anlatıyor. Bir öte(ki dünya), bedenden bağımsız tin (ruh) kavramından tarihi boyunca beslenmiş sayısız insan için hiç de şaşılacak bir beklenti olmayan, açık-gizli sayısız yapıtlaşmış örneğini bildiğimiz izlek bizi ummadığımız yerden, kişiden yakalıyor ve şaşkınlığımız biraz ondan. Yine de haklı mıyız? Hayır. Bu tür sonuçlar da umabileceğimiz şeylerin içinde yer alıyor uzunca bir süredir. Çünkü fiziğin, özdeğin (madde), varlığın yasaları ya da yasayla tanımlanmış kıskacı bizleri kötü bunalttı. (Buradaki gizli çarpıtmaya dikkat!) Fizik bile fiziği bunalttı ve olasılıklar, rastsal devinim, vb. bir dizi kavramla kuşanmış karşı-bilim şövalyeleri (!) kartezyen usu kestirmeden asmaya, ipini çekmeye kalktı. Sormalıydık oysa, bu ivecenlik (acele) niye, diye. Sanki sonra gelen açıklama öncekini kökten, iliklerine değin yanlışlıyor, geçersiz kılıyordu. Usavurum (mantık) bu aralıktan bir kez kaydı mı kaya kaya varacağımız yer bitmez tükenmez yerinelemeler, sayısız (sonsuz) koşutlu evrenlerdir: Hanımlar beyler, bu evren olmazsa sıradakini, olmadı bir başkasını verelim! Başka bir evrende kendinizi daha iyi ya da tam istediğiniz gibi duyumsayacaksınız! (Metaverse evrenine hoş geldiniz!)
Gelgelelim 20. ve 21. yüzyılın yitiren, ezilen, baskı gören (mağdur) oyuncusu (karakter, figür) genelde soldan siyaset yapma bilinci taşıyanlardır. Biraz beylik bir söz oldu. Şöyle diyelim. Dünyayı olduğu biçimiyle çelişkili, kötü bulan, onu değiştirmek, olmadı değiştirebileceğini, yeni bir geleceği düşlemek ve varlığını, kurduğu gelecek düşünden, başka bir dünya olanaklı, olabilir inancından alan haksızlığın, eşitsizliğin hedefi solcu siyasal insan imgelemi (hayal gücü) dağıtıldı. Yeni teknolojiler ve iletişim yolları üzerinden insan tek bireye, tek birey ise tüketen kimliksiz (anonim) kişiye indirgendi. Ama önüne başka bir dünya düşleyemesin diye yapay bir imgelem alanı açılmadı değil. Bu kez dizginler sıkı tutulunca yapay imgelem alanının en küçük sapmasına izin verilmeyerek, tüm düzen tüketerek insanlaşmaya yönlü biçimlendirildi. Düşünen insandan tüketen insan çağına geçilmiş oldu. Çoğu kez de yeni aygıtlar, araçlarla eski (kadim), beylik çarpıtma biçimleri (egemenlik düşüngüleri: kilise, tüm inanç düzenekleri, tincilik, sapkın oluşumlar, düşlemsel kurmaca evrenler, yokülkeler, yalnız (tek) insan söylenceleri, bilimkurgu, sanal evrenler, vb.) yeniden işleme alındı. Herkes savrulurken aydının, düşünürün (entelektüel) savrulmaması beklenemezdi. Çünkü onun da tutunacak son dalı kırılmıştı. (Elbette bu tartışılır. Aydın, aydınlığını düşleminin gerçekleşme düzeyinden almaz. Ödünsüz biçimde düşler ve direnişinin son çizgisi ancak bir imge önerisidir.) Bu türden eleştirilere aydınların büyük bölümüyle karınlarının tok olmasını da anlarım. Kimilerinin umarsızlıktan sarıldıkları (sahte) çözümleri dünden bağışlamaya hazırız üstelik. Çünkü çıkış noktası yine de doğru görünür: Hayır, bu dünya değil, başka bir dünya! Ne yazık ki bunu yüreğinden duyumsamak ne Maalouf’u ne Aral’ı büyük tuzaktan kurtaramıyor (elbette bana göre). Ama bu kaba çerçeveleme kimseyi kınamaya, eleştirmeye yetmez. Arayış sürmektedir ve değerleme bunu ayrıca gözetmek zorundadır. Sorun, bu çıkmazda başvurulan (geçici) seçeneklerin okurlar üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabilecek somut yansımalarında. Buna ben avuntusuz avuntu özlemi, tüm bağlantılarını yitirmiş, her şeyden geriye kalmış bir saltık onur, kendinde avuntu diyorum. Eğer avuçlarımızda yalnızca avuntu (teselli) arayışı kalmışsa sendelemeden, yalpalamadan yürüyemeyeceğiz. Bir anda önümüze acımasız gerçekliği ödünleyecek bir tincilik (spiritüalizm) çözüm olarak çıkabilir. Biz duygularımızı burada (sahte cennette) boşaltabilir, ezincimizi, üzüntülerimizi, acılarımızı, vb. yatıştırabiliriz. Ağlama duvarının sağaltıcı işlevini görebilir çözüm sandığımız şey ve çok sakınımlı, aşırı duyarlı bir alanda yürüyoruz demektir. Giderek acıdan zevk almayla karıştırılabilecek avuntunun bu türünü, yani aslında gerçeklik içinde kalıp yine de bir şey yapma niyetini yadsıyor olmanın bu duygusal (emosyonel) tepkisizliğini yadsımalıyız, özenle, titizlikle. İşte Aral’da beni tedirgin eden nokta budur. Çünkü Aral tam da bu duyarlığı taşıyan bir yazarımızdır.
Artık nasıl yaparsan yap yaptığın her şey yapmazlık imgesine varıyor
Türel kaydırmaları, başka ve hiç de daha önce üstlenmediğimiz yerlerden sesleniyor olmayı her zaman kaçış olarak anlamamalıyız elbette. Çoğu kez de birey seçimi, tutumu, bilincini aşan, kendini bir yerde savrulmuş, bırakılmış ya da terk edilmiş olarak bulmayla ilgilidir konu. Üstelik toplumların kütlesel savrulmalarının ağlatısal, dehşet verici görünümlerini yaşadığımız bu günlerde, söz konusu kaymanın, ‘başka türlü ve avutucu bir açıklama yolu bulmanın’, kuşatıcı hem de evrensel ölçekte dehşet salan sonuçlarını ve sayısız örneğini görüyoruz. Daha dünün ayracası (istisna) bugünün neredeyse kuralı (norm) oldu. Hiçbir şeyin kendine yetmezliğinin sinsi biçimde yasalaştırılması herkesi, bir tutku (arzu) öznesine bile değil, tutku nesnesine dönüştürdü. Kimlik (tutamak) arayışı düne değin alt kimliklere yönlendirilmişken ve adına üstelik özgürlük arayışı denmişken, artık ortak paydası yetmezlik, doymazlıkla tanımlanabilen önsüz-sonsuz (ezeli-ebedi) saltık tüketen biçiminde düzgülenmiş ve genelleştirilmiş (anonimleştirilmiş) yeni bir kimlik-sizlik imgesi, yani içi boş (0 değerli) imgesiz imge-kümesi, tüm saflaşmaların yapısını, toplumsal savaşımın içeriklerini saptırıp değiştirerek, bütünlük kavramının yerine sınırsız ağlarda eklemlenmenin sonsuz olasılıklarını geçirdi. Artık nasıl yaparsan yap yaptığın her şey yapmazlık imgesine varıyor. Böyle uzamdan-zamandan sorumsuz, yangısız, gerçeklik tartışmasının alabildiğine dışından, arzuladığını ve arzulandığını varsayabilirsin. Her şeyi istersin ama hiçbir şey yetmeyecek… Bütün türleri denersin çünkü kendi türünün (ben ve uzantıları) sınırına dayandın ve daha bir şey anlamadın.
İşte tam bu noktada İnci Aral’ın romanında ne kişiler kendileriyle tutarlılık-tutarsızlık hesaplaşması içinde ne dünya ne olay ne de tür içi aygıtlar, araçlar… Eski devrimci (yurtdışına gizli yollardan kaçacak denli devrimci) yeni kentsoyludur ama aslında türsüzdür (sınıfsız görünür). Kazada ölen kızları Akdeniz fena halde 50-60’ların Türkiye’sinde (dünya örnekleri bir yana) Ruh Dünyası ya da Ruh ve Madde gibi süreli yayınlarla kendini gösteren ve uzantıları bugün de süren kimi tinci (spiritüel) derneklerin, oluşumların öte dünyadan seslenen Beytî benzeri büyük tinlerini çağrıştırırcasına ve yeni bilişim teknolojilerinin de desteğiyle bu dünyaya imler (sinyal) gönderir ama böylesi abuk durumu kurtaran şey, araya bir ayağı dünyada olan yarı insan yarı uzaylı bir türün gelişmiş uygarlığının girmesi, ölmek üzere olan Akdeniz’i alıp yeniden diriltmesi olur:
“Bazen çiçeklerim, bazen dikenlerim ya da kanatlarım oluyor. Bazen kendime dönüyorum, bazen bir toz zerresine. Bazen ışık, bazen orman karanlığıyım. Bazen hızlı, bazen durgunum. Bazen dupduru, bazen bulanık! İkinci kez ölme şansım yoksa, sonsuza kadar böyle kalacağım. Ama neden ikinci kez ölme hakkım olmasın! Bunu arzu ettiğim bir şimdi olamaz mı? Belki. O şimdi bu an değil ama bir gün belki./ Mezarımdan uzaya uzun, zorlu bir yol aştım. Sessizliğin, doğanın, ışığın, en çok da gizemli hiçliğimin heyecanıyla bu zamana kadar bilmediğim kendini genişletme kapılarının önümde tek tek açılabileceğine inanıyorum. Yeniden başlıyorum ve bu önceki yolculuğumdan çok daha uzun ve büyük bir yolculuk olacak!” (313
Bilimkurgu da az çok burada devreye girer. Yoksa modası geçmiş tincilikle roman da kurtulmazdı. Romanı kurtaran bilimkurgu türüne özgü düşlemsel esnekliktir. Ama o zaman da bilimin gizemli ve halkçıl (popüler) yorumları kaçınılmazca devreye girer. Bunu tüm bilimkurgu anlatıları yapar. Kimisi daha inandırıcıdır, kimisi için durum kurguyu taşıyan bir aracıdır yalnızca. Kızını yitirmeyi kabul edemeyen ve tinsel savrulmalar yaşayan anne de, her ne kadar Aral gerçekten dinlediği bir öyküyü aktarıyor olsa ve gerçekliğinden (12 Eylül’de Batıya kaçan ailenin; düzen oturtulmuş, yaralar sarılmış, artık anayurtla bir biçimde bağlantılar bile kurulabilmişken beklenmedik biçimde sıradan bir kazada kızlarını yitirmeleri ve arkasından darmaduman olan düzenleri, çektikleri dayanılmaz acılar, vb.) hiç kuşkumuz olmasa, ayrıca bu acıyı somut imgeye dönüştürmek için örneğin bir Marquez, Cortazar denli düşleme (fantezi) başvurma hakkı olsa da romanın düşüncesini bütünleyen bir öğe olmaktan çok dağıtan bir öğe işlevi görür. Tüm bu insanları ne kendilerine ne çevreleri içine uzam-zaman tanımlı ve yapı eksenli olarak oturtamayız.
Cesareti çıkarırsak yazından geriye ne kalacağı tartışılır
Yazarımız klasik bir kurgunun, anlatacağı şey için yetmeyeceğini haklı olarak düşünmüş belli ki. Bir çıkış yolu aramış. Ama bu roman insanları günümüzün en çok ‘kuşak’ tanımıyla nitelendirilebilecek ve tarihsel (uzam-zaman) gönderimleri düzgün çalışmayan, yani tarihsizleşmiş insanlar olarak kalıyorlar ortada. Böylece hiçbir şey kendisini doğrulamıyor. İnsanlar olmaları gereken yerden değil yalnızca olabilecekleri yerden de uzak, yabancı kalıyorlar. Denebilir ki yapılan iş bir tanımlama, sınıflandırma değil. İmge dili kullanılıyor. Tamam, ben de onu diyorum. İmge siyaseti nerede. İmgenin biçimlendiği ortam (yazınsal tür) hiç önemli değil. İmge her yerde yine de sağlam, tutarlı, yapıcı imge olarak, yani (en geniş anlamında) siyaset olarak belirebilir ve belirmeli. Bu durumda roman birkaç son derece sıradan sahneye tıkılıp kalır. Akdeniz’in babasıyla buluşmak için dünyalı kılığında inmesi ve babasıyla dans etmesi, vb. (Niye Pascal Mercier’yi, örneğin son romanı Sözlerin Ağırlığı’nı[6] anımsıyoruz?) Aral’ın çekilen acıları duyumsama düzeyi ve acıyı yatıştırma özlemi, tabii hakkında yazdığı insanlar adına gerçekten göz yaşartıcıdır. Tanıklık, onu yazmasa olmaza ve sıra dışı bir türsel deneyime zorlamış ama biçimsel düzenlemelerinin (daha çok, kurgu) arkasında hem yazarımızın geliştirdiği Türkçenin olgunluk düzeyi hem de kendi düzeyinin altında bir duygusallığa (melodram) yol açarak onu köşeye sıkıştırmıştır.
Yaşanan duygu kendi başına, yoğunluğundan ayrı olarak herhangi bir anlam taşıyamaz. Duyguyu (diyelim, çekilen acı) ancak bir bağlama, hem de tutarlı bir bağlama yerleştirebilirsek içerik kazanır. Saltık duygu kof imgelerden biri olarak kalır en çok. Hatta olanaksızdır. Belirsizliği derinleştirir, tüm çıkış yollarını kapatır. Dünyanın duygusunun böylesine zemin yitirmesi eğer bilimkurgu vb. deniyorsak yaratacağımız seçenek evrende de aynı belirsizlikle yankılanacaktır. Ötesi neresidir? Türün iyi örneklerinde ötesi daha çok ‘burası olmayan yer’dir. Buradan tanımlanır ve kesinlenir. Ama burası bulanık, bağlantıları yitik bir kendindelik gömütüne dönüşmüşse orası da tanımsız kalır ya da bazen cennet, bazen yokülke (ütopya), gelecekte bir yer, düş, koşutlu evren, vb. olarak yansır. “Evrendeki rastlantıları anlıyorum, her varoluş mantık çerçevesi içinde. Doğa insanın doğmasına ya da ölmesine aldırmıyor ama onun vahşetinden ürküyor. Hayvanlara, ağaçlara, denizlere, dağlara daha yakın hissediyor, kendi güç ve yasalarını önceliyor. Toprağın verdiklerini kutsuyor. Yıldızların ışımasını ve sönüşünü, yaşamın gölgelerini, kuşların şarkılarını seviyor. İnsan içinse hâlâ kararsız.” (147) Oysa sanırım gerilim, bilimkurgu, düşlemsel, vb. kurguların olana ve olmayana ilişkin içkin ölçütleri var ve düş gücü ile tutarsızlığı bir araya getirmeden önce uzunca düşünmemiz yerinde olacaktır. Tabii ki İnci Aral’ın tüm bunları ve daha çoğunu düşündüğünü varsayıyoruz, varsaymak zorundayız. Yazarımızda güçlüğün kaynağı, türel sıçrama yapmaktan önce bu dünyaya, dünyanın sorununa yanıt vermekle ilgili olduğundan, ayağı yine de yeryüzüne bir yanıyla sımsıkı basar ve basmak zorundadır. Anlatmak istediği bu dünyanın bir sorunu, acısı, dağılmasıyla ilgilidir. Derdi, romanının gerekçesi yeryüzü gezegeni ve yaşayan insanlarıdır. Kendi roman geleneği onu doğrudan yeryüzüne bağlı kılar. Tıpkı Maalouf’un kaygısını güden düşünceler gibi…
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Andrey Tarkovski’yi Solaris’te (1972), İz Sürücü’de (1979), ya da Lars Von Trier’i Melancholia’da, (2012) vb. güdümleyen düşünce, anlama çabası ne ise İnci Aral’ı da bu onanamaz karmaşayı (kaos) anlamaya yönelten düşünce (ve kaygı) aynı. Arka arkaya darbe yemiş, tüm bunlara karşın yine de küçük bahçesini açabilmiş, çiçekleriyle avunabilmeyi uman insanların rastlantıyla gelecek son kör vuruşla (darbe) yitikliğe savrulmalarındaki anlamsızlığa başkaldırmanın yazınsal karşılığını, direnişini göstermek amacıyla arayış içine girmiş yazarımız, kendisinin de söylediği gibi yeni bir roman kurgusu ve yaklaşımı denemiştir. Bu durum onu iki yurtlu, iki yerli ve zamanlı, yer yer de çelişik, bölünmüş bir yazara dönüştürmüş olabilir. Ama yazınsal cesaret biraz da bunu göze almaktır ve cesareti çıkarırsan yazından geriye ne kalacağı tartışılabilir.
*
Son bir şey eklemeden geçemeyeceğim. Faruk Duman’ın üçlemesi Sus Barbatus! (2018-2022) da benzer soruların, kaygıların hatta çözümlerin nehir romanıdır ve iki yazarımızın bu yapıtlarıyla karşılaştırılmaları her düzeyde yararlı olacaktır.
Mart 2022
[1] İnci Aral, Sevgili (2017), Kırmızı Kedi yayınları, Birinci basım, 2017, İstanbul, 279 s.
[2] İnci Aral, Yukarlarda En Uzaklarda (2021), Kırmızı Kedi yayınları, Birinci basım, 2021, İstanbul, 335 s.
[3] Amin Maalouf; Empedokles’in Dostları (Nos frères inattendus, 2020), Çev. Ali Berktay, Yapı Kredi Yayınları, Birinci basım, 2021, İstanbul, 216 s.
[4] Gamze Akdemir; İnci Aral’la Söyleşi, Cumhuriyet Kitap, 5 Şubat 2022.
[5] Hemen belirtelim,Franco Moretti’ye göre roman söz konusu olduğunda iki ana biçimsel gösterge Olay Örgüsü ve Biçem’dir (üslup). Bkz. Franco Moretti: Uzak Okuma, Çev. Onur Gayetli, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013, İstanbul.
[6] Pascal Mercier; Sözlerin Ağırlığı (Das Gewicht der Worte, 2020), Çev. İlknur Özdemir, SİA yayınları, Birinci basım, 2020, İstanbul, 484 s.