HKP, Sol Parti, TKP… olmasalar, şu an hayatta ne değişir?

Partilerin varlığı, öznel durumdaki boşluğun karşılandığı anlamına mı gelmektedir? Devrim ya da devrimci atılım gerçekleşmiyorsa, o zaman öznel koşulun da sağlanmış olduğu bilgisi aslında sadece görüntü ya da temenni olarak mevcuttur demek zorundayız. Toplumsallaşamayan bir partinin öncü olması mümkün mü?

 

HALDUN ÇUBUKÇU

Bu partilerin yanına, adlarını eklemek gereken başka devrimci parti ve hareketlerin hepsini de ihmal etmeden yazalım: TKH; Emeğin Partisi, TKP 1920…
Soruyu öznesini çoğaltmış halde yineleyelim: Ne değişir?
Bu soru, devrimci partilerin örgütlerinin önemini anlamış kitlesi için de bir soru değil.
Çünkü, elbette bu devrimci partilerin kitlesi, dostları, değer bilenleri açsısından çok ama çok şey değişir.

Ne var ki, bu soru onlar dışında kalan herkes için bir soru: Soruyorum; bir anlığına buhar olduklarını düşünelim; mesela korona ile mücadele gündeminde ne değişir?
Ne değişir hastane kapılarında, odalarında, kuyruklarında; hastalar, hasta yakınları hangi koşullar içinde bu partileri anımsarlar, nasıl bir ihtiyaç şekillenir? “Olsaydılar şu iş ne güzel halledilirdi” türünden bir düşünceye; hangi düşünceye, hangi nedensellikler içre dalarlar?
Kaç tane hemşire, kaç sağlık teknisyeni, sağlık işçisi, hekim “keşke partimiz olsaydı şimdi, şu şu şu sorunlar halledilmiş olurdu” ya da “bakanlık üzerimize böyle binemezdi” gibilerden bin tane düşünce içinde partileri düşünür, yokluğuna hayıflanırlar ve önemini anlamış olurlardı?

Bir kez daha vurgulamak gerekebilir; varsayımımdaki hiçbir insan partili değil; adı geçen sol partilerin varlığını belki duymuşlar belki duymamışlar için sorguluyorum. Onlar için devrimci partinin öneminin, “vazgeçilmezliğinin” örgüt ihtiyacının anlamını ve olanaklarını tartışmayı deniyorum.

Dolayısıyla semt pazarında, marketlerde alış verişe çıkmış insanların hangisi TKP’nin, HKP’nin, Sol Parti’nin; Türkiye Komünist Hareketi’nin, Emep’in… yokluğunu hisseder; fark ederler?
Sabah işe gidenler, akşam işten dönenler; otobüslerde, metrobüslerde, dolmuşlarda, vapurlarda, trenlerde hayatın yükü omuzlarına çöktükçe çökertilmiş insanlar bu partilerin yokluğunu algılarlar mıydı? Ne değişirdi hayatlarında?

Eğitim sorunlarından bunalmış, boğulmuş öğrenciler, öğretmenler, aileler; tarımı bitirilmiş, ürünsüzleştirilmiş tarlaların köylerindeki köylüler, toprak mücadelesi olanlar; makul bir çözümün mümkün olabileceğini hisseden ama henüz netleştirememiş ve belki de asla netleştiremeyecek Kürtler; milli meselenin tarafları; her gün daha da yoğunlaşan dinci baskıdan bunalanlar; ve mesela sadece kadın oldukları için ezile gelmiş ezile gidenler, tacize, tecavüze uğrayanlar, katledilenler…
Cumhuriyetin savunucusu büyük kitleler CHP’ye mahkum edilmişliklerinin ötesinde örneğin HKP’nin, TKP’nin; Sol Parti’nin Cumhuriyet değerleri için mücadelelerinin belirleyici önemindeki eksilmeyi kavrayabilirler miydi?
Mücadele arkadaşlarının, kader yoldaşlarının, bilinç taşıyıcılarının, dert ortaklarının, kurtuluş umutlarının boşluğunu hissederler, ararlar mıydı?
Şimdiye göre ne değişirdi yani?
Bugün olmasalar, hangi yoksunluk duygusuna neden olurlardı kitleler nezdinde?

Kendinize olan ihtiyacı hissettiremediğiniz zaman, toplumsal karşılığınız oluşmamış demektir; doğrudan üye ve sempatizan kitlesi kaç kişiyse onlarla sınırlanmış ve hatta yalıtılmışsınız demektir.
Devrimci bir örgüt olmaktan çıkmış fikir kulübü haline dönüşmüşsünüz demektir.

Elbetteki sistem sizin etkisizleşmeniz, yalıtılmanız, önemsizleşmeniz için her şeyi yapar. Her türlü ahlak dışı yola başvurur, ilke ve kuralları çiğner, devrimci örgüt ne kadar hayatın içinde ve ne kadar çok nabzı yakalıyorsa düşman da onu o kadar etkisizleştirmeye çabalar.
Bazan da izin verir.
Özellikle bizim gibi demokratik devrimini tamamlayamamış ülkelerde, rejimin “demokratik” ülkelerdeki muhatapları karşısında, iki yüzlü ilişkileri gereği, çıkar mekanizmalarında kendini meşrulaştırması için katlandığı ve gösterdiği devrimci partiler bulunur ve kuşkusuz bu devrimci partiler için elem verici bir durumdur.

TÜRKİYE DEVRİMİ’NİN KOŞULLARI
Türkiye, tarihinin en gerici ve en emperyalist işbirlikçisi iktidarı tarafından ele geçirilmiştir. Yönetilmektedir demiyorum; yönetilememe durumu arşa çıkmıştır, bir topyekun ele geçiriş olgusu söz konusudur. Bugüne kadar ki egemen sınıf iktidarlarından temelde faklı olarak AKP – Erdoğan rejimi kendini göstermelik olarak bile Cumhuriyet dizgesi içinde tanımlamamaktadır ve saklamadığı rövanşist karakteriyle, Türk – İslam sentezinin Cumhuriyet’ten ne kaldıysa kalanını da yıkarak yeni bir rejim; “Ilımlı İslam” devleti yaratma peşinde olduğu, bunda da önemli ölçüde ve hatta belirleyici derecede yol aldığı ortadayken…
Ve Türkiye’nin emperyalizme bağımlı olsa da, yarı feodal kalıntılar barındırsa da temel iktisadi sisteminin kapitalizm olduğu ve bu kapitalizmin dünyanın ilk 20 – 25 gelişmiş ülkesi içinde sayılmasını gerektiren nitelikte bulunduğu belirlenmişken…

Yine bu rejim, dünyada ilk 10’a giren, teknolojik açıdan da önemli ölçüde gelişkin güçlü bir orduyu kullanarak, başta Suriye olmak üzere bütün komşularıyla kavga ederek Libya’dan Katar’a, Azerbaycan’dan Bosna Hersek’e kadar bölgesel efendilik peşinde, mahalli kabadayılıklarla ve yer yer işgal edilen alanlarda kendine bağlı özerk idareler oluşturup fetihçilik düşleri görürken…
Yine bu ülkenin belirleyici bir karakter taşıyan spesifikliği; islami zihnin dünya ve iktidar algısına göre biçimlenen Ortaçağ ideolojisinin; bir başka deyişle ‘Tarihsel gericiliğin’ özel adıyla İhvancılığın iktidar ve iktidar alanları için bütün toplumu geren; dahası bölgeyi geren oluşumu, çelişmeleri son derece keskinleştirirken…
Yurt düzeyinde 20 yıllık pratiğiyle AKP – Erdoğan rejiminin dokunduğu her şeyi tarumar etmiş, ekonomiyi, tarımı, eğitimi, sağlığı büsbütün batırmış; ülkenin bütün varlığını, doğasını, sanayisini ya mahvetmiş ya da emperyalizme devretmişken…
Devrimin bütün nesnel koşulları mevcut demektir.

Başta üç muhteşem Cumhuriyet mitingi ve o şahane Gezi / Haziran İsyanı süreci olmak üzere halkın devrimci coşkusu kendini kanıtlamış biçimde alttan alta sürer; ve önderliğini her gün biraz daha çok ararken…
Kuramsal olarak devrimci durum mevcuttur.
Devrimin bütün nesnel koşulları mevcuttur ve çelişkiler de son derece gerginleşmeye başlamıştır.
Devrimin öznel koşulu; yani partiler de mevcuttur…

Peki eksik olan nedir?
Partilerin varlığı, öznel durumdaki boşluğun karşılandığı anlamına mı gelmektedir?
Devrim ya da devrimci atılım gerçekleşmiyorsa, o zaman öznel koşulun da sağlanmış olduğu bilgisi aslında sadece görüntü ya da temenni olarak mevcuttur demek zorundayız. Toplumsallaşamayan bir partinin öncü olması mümkün mü?

İşte Türkiye’nin devrimci partilerinin aşmak zorunda oldukları eşik budur: Kendilerine olan ihtiyacın bilinç haline gelmesi ve belki de bundan önce gerekliliklerinin kavranması.
Devrimci pratiğin kendisidir bu. Zaten kavranıldığında öncü(lerin) yeteneği, bilinci, gelişkinliği oranında tarihi değiştirmeye muktedir olacaktır.
Bunu devrimci partiler, örgütler bilmez mi?
Çok iyi biliyorlar.

Peki neyi, niçin aşamıyoruz?
Bunu tartışarak, çözüm yolu arayarak sürdürelim.
Çünkü biliyorum ki bu büyük karanlık, bu büyük çıkmaz, bu devasa kaos içinde çözüm üretmek sadece devrimci partinin işidir;  Halkın Kurtuluş Partisi ( HKP), Sol Parti, Türkiye Komünist Partisi ( TKP) ve diğerleri… yoksa halkın hiçbir umudu kalmamış demektir.
Var olmak ve tarihi kazanmak için…

PAYLAŞMANIZ İÇİN

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*