Heyyy özgürlük, filan!

EMİNE SUPÇİN

En yüksek dağların zirvesinde nazlı bir bayrak gibi dalgalanan; kimimizin iman ettiği, kimimizin yarıya çektiği, kah önünde saygı duruşu yaptığımız, kah kılıçları çekip uğruna savaştığımız özgürlük!

Bakmayın şu girişe. Konumuz siyasi özgürlük değil, bireysel özgürlük.

İlle de elini tutarken yüreğimizi hoplatan, öpüşürken üst dudağından şarap tadı aldığımız, sarhoşluğunda Nedim örneği damdan düştüğümüz özgürlük!

Nasıl ki ülkelerin bağımsızlıklarının simgesi bayrakları, bayraklarını göndere çekerken söyledikleri bağımsızlık marşları varsa, kişinin özgürlüğünün bayrağı ve marşını ele almak istiyorum.

Nereye kadar özgürlük, ne kadar hürriyet, nasıl bir bağımsızlık? İlkokul çağında öğrendiğimiz, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde seninki biter ifadesini bile henüz tam kavrayamamışken bir tık ötesini nasıl anlatırım ben de bilmiyorum. (Belki bu yüzdendir bir cümle yazıp, gidip bulaşık yıkayışım, sonraki cümlenin ardından evi süpürmeye kalkışım. Birazdan sokağı yıkamaya geçersem, mahalle delirdiğimi düşünecek; ki belki de delilikle başlıyordur gerçek özgürlük).

Dur dur şöyle yapalım. Ben sokağa inmeden ev içindeki özgürlüklerimizden başlayalım. Bir başınıza yaşıyorsanız ev içindeki özgürlüğünüzün sınırı yok. Hele bir de modemi ve telefonu kapattıysanız, kendi iç dünyanızın kapılarından rüzgar gibi geçip ama sözcükle, ama resimle yeri gelip fırtına biçer, yeri gelip pamuk bulutların üzerinde ip atlarsınız. Orası sizin dünyanızdır ve kütüphanesi, sineması, tiyatrosu, sergi salonları ile tam anlamıyla içsel bir düşün ve duyuş yoğunluğu ardından analiz ve sentezlerinizle kendiniz olur, kendinizi tanır ve kendinizi gerçekleştirmeye bir yol bulursunuz. İş ki tüm o yoğun sürecin ardından imbikten süzülürcesine gelen kendi çıkarımlarınızı özgürce ifade edebileceğiniz memleketiniz olsun. Öyleyse kendini özgürce ifade edebilmek midir özgürlük? Hı? Özgür topraklarda yaşıyorsak ve o toprakların dirlik ve düzeninden başka kaygımız yoksa nedendir korkumuz ağzımızı açmaktan?

(Vallahi kendi binamızın önünü bahçe hortumuyla su tutup geldim şimdi. Taşlar da ben de serinledik. Özgürlük de bir serinlik duygusu mudur diye düşündük? Cevabını bilemedik. Dedim ki suya, “Sağ olasın sayende ferahladık.” Dedi ki su, “Yaktığım da olur, eğer kaynarsam; üşüttüğüm de olur eğer donarsam.” Bahçe hortumu ve ben bu sözünden ne anlamamız gerektiğini çıkaramadık. Taşlar anladı ve bıyık altı bir gülümseme geçti dudaklarından. Neyse… Biz devam edelim.)

Ya evi birileriyle paylaşıyorsanız, nicedir özgürlük?

Aha aha aha. Üstelik o birileri ev arkadaşı değil de eşiniz, çoluk çocuğunuzsa, vay sizin özgürlüğünüze. 🙂 Üstüne büyüklerden de sizinle kalanlar varsa, bittiniz bence. (Sakın bana amanın pek güzel oluyor, keyfediyoruz filan demeyin. Çünkü cevabım tıpkı yenice serinlemiş taşın bıyık altı gülümsemesine eşlik eden bir “He he, öyledir.” olacak.)

Dur dur, şu evliliklerdeki özgürlüğü bir konuşalım. Hele bizim ülkemizdeki mıç mıç dip dibe yaşanan, evlilik bağı sözcüğünün ayak bağına dönüştüğü, kimsenin kendine özgü bir odasının bile olmadığı, “aynı yastığa baş koymak” deyiminin içinde nefessiz kalınan evlilikler. (Anam! Yüreğim sıkıldı! Mahalleyi süpürüp de geleyim ben. Durun.)

O ne len öyle? İnsanın özgürlük alanı olmalı. Eşler birbirini boğmamalı. Elbette bu boğulmamaktan kasıt, isteyen istediği ile flört etsin anlamına gelmiyor. Ki zaten eşlerden biri sessizce evlilik bağını (bakınız bağ sözcüğü bile ne kadar irite edici) çözmüş ve çoluk çocuk hatırına katlanmak basamağına inmişse, bırakınız özgürlüğü, orası cehennemin ortasıdır. Yazık onlara…

Toplumun genelindeki evlilikler, birey olamamış kimselerin, adına “biz” koydukları cendereden başka bir şey değil. Gelişmemiş toplumların, yetişmemiş bireylerinden meydana gelen dedikodu ağları hepsi. Oysa kadın ve erkek iki yarımsa, ikisi birleşince bir bütün insan çıkmaz. Hatta iki bütünden bir tüm değil; birbirine değer katan iki tüm oluşur. (Bu konuyu bir başka kitabımda ince ince işleyeceğim, söz.)

Gelelim sokaktaki özgürlüğümüze. Hani bir başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biten özgürlüklerimiz. Çok basit bir örnek vereyim. Kalabalık bir caddede birine çarptığınızda ondan özür dilemek aslında onun özgürlük alanını ihlal ettiğiniz içindir. (Ho ho  hoyt! Benim ülkemde, kim çarptığı kimseden özür dilermiş? Öyle ki “Ayılar cennetine hoş geldiniz,” dedirtirler çoğunlukla. Yine sinirlendim, iyi mi? Çıkıp balkonu yıkayayım bari.) Ya o orman yangınlarına sebep olan piknikler? Hatta doğanın güzelim yerlerine çöp yığınlarını bırakıp sektirip gidenler? Onlara ne demeli? Memleketin her üyesinin ve hatta doğmamış bireylerin özgürlük haklarını gasp değil midir? Onun oradan alacağı zevkin içine etme hak ve hürriyetini kim vermiş ki onlara? Konuyu biraz daha büyütelim: Ülkeleri yönetenler, zenginlik kaynaklarını har vurup harman savurma özgürlüğünü nereden alırlar? Memleketi fakirleştiren, onu parça parsel satanlara bu hakkı kim verir? Birey olamamış cahil seçmen yığınları, değil mi? Yazık o memleketlerin doğmuş ve doğmamış çocuklarına…

Dur biraz tatlış yapalım konuyu. Örneğin kim sokakta içinden geldiği gibi dans edebilir veya şarkılar söyleyebilir? Malum yasak da değil, ayıp da. Ama bir şey durdurur, insanı. Utanır belki, belki de çekinir. İşte tam da burada başlıyor özgürlük dediğimiz zurnanın zırt dediği yer. Çünkü insan aslında, kendine koyduğu yasaklar kadar özgürdür. Düşüncedeki özgürlükler de böyle. Sadece siyasi anlamda düşünce özgürlüğünden söz etmiyorum. Ta ilk bebekliğimizden (hatta anne karnından) başlayan ve aile içinde işlenen, eğitim sistemiyle tapa vurulan özgür düşünebilme (ki yaratıcılık tam da oradan fışkırır) yetisi.

Üzgünüm ama özgür değiliz hiç birimiz. Hem de hiç birimiz. Çünkü ister davranış, ister düşünüş boyutunda olsun özgürlüğü yaşama biçimimiz aldığımız eğitim, yaşadığımız çevre ve onların oluşturduğu tabularla sınırlı.

Haydi sırf kendi isteğimiz ve özgürlük hakkımızla gidip bir çay koyalım. Ve en başa dönelim. Kendi özgürlüğümüzün simgesi bayrağımızın rengini ve onu nereye diktiğimizi gözden geçirelim.

Çay ve sonuç afiyet olsun. 🙂