Her insanın içinde çalkalanıp duran deniz

Yaşadıklarına tepki duyar insan. Bir sevginin, bir ilişkinin parçalanan kabuğu onu çıplak bırakır, ruhunu acıtır durmadan. Günlerce düşünür, günlerce “doluya koyar almaz, boşa koyar dolmaz” bir gerçekliği yaşar; bir açmazdır bu. Bu açmazı aşmanın bir yolu olmalıdır.

 

HİDAYET KARAKUŞ

 

KARABATAK 

Dalar gider pencereler önünde şimdi

Ilık yaz akşamlarını hatırlatır

Vapurlar geçer bomboş güverteleri

Bomboş uzanan denizin üstünde

Aç bir karabatak dalar çıkar

 

Bilirim yalnızlık üşütür insanı

Kalp daima sevecek birini arar

Hatırlar bakışlarda kalan aşklarını

Avuçları hafif terli, yanakları al al

Ağaçlıklı yollarda akşam dolaşmalarını

 

İlk yıldızlar karanlık basmadan doğar

Hafif çiçek kokuları gibi uçar içiniz

Yavaşlar dönerken adımlarınız

Esen rüzgâra, durur, kulak verirsiniz

Bakışlarınız bütün kadınlarla karşılaşır

 

Daha önünüzde uzun bir yaz vardır

Bütün gün şurada burada gecikir oyalanır

Döner durur yatağında bütün gece

Ay ışığı, sıcak hava, tutuşturur kanını

Uykularını kaçırır en ufak bir düşünce

 

Şimdi rüzgârlar soğuk eser yüzünüze

Hüzün verir yağmur sularından geçen bulutlar

Bayırlarda yol alan posta arabaları

Şimdi birbirinden ayrı yaşar kurtlar, kuşlar

Sular çakıllarından ayrı akar

 

Dalar gider, gözleri büyür büyür de

Ilık yaz akşamlarını hatırlar

Avuçları terli yanakları al al

Bomboş uzanan denizin üstünde

Bir karabatak dalar çıkar

(Necati CUMALI, Güzel Aydınlık) 

YIKANDIĞIMIZ İÇDENİZLER

Düşlerimiz içdenizlerimizdir içinde kulaç attığımız. Çalkandığımız, boğulduğumuz ya da dingin, aydınlık, süt mavisi renginde yıkandığımız içdenizlerimizdir. Mutluluklarımızla acılarımızın, kırgınlıklarımızla sevinçlerimizin boy verdiği yaşantılarımızı barındıran iç dünyamız.

İnsanın kendi daralan kabuğunun içinde sıkışıp kırgınlıklarıyla kendi boyunu ölçtüğü zamanları anlatır bu içdenizler.

Yaralamışlardır sizi. İç dünyanızda yankılanan bir acıyı büyütür de büyütürsünüz. Kimi insan, dış dünyada sınırlarını hep iyilik duygularıyla, sabrıyla, uyumlu görünerek, hep vererek kendi çizer. Ya da sevdiği insanın hoyratlığıyla büyük denizlere açıldığını düşündüğü anda içdenizin dalgaları kabarır, kabuk bağlayan yaralar kanar. Halkımız içime kan öğünüyor, diye anlatır bunu.        

Nereden geldik bu konuya? Türkçe’nin, öykücülüğümüzün yüz aklarından Feyza Hepçilingirler’in İçdenizin Dalga Boyu adlı öyküsünden yola çıktık bugün. Onun şiire yaklaşan anlatımıyla kurduğu insani ilişkilerin, her insanın kendi içinde çalkalanıp duran denizin kıran, yıpratan çırpıntılarını duyumsattığı öyküsüyle içdenizlerimize döndük bu kez.        

İç konuşmalarla dışarıdan gelen küçük uyarıların iç içe anlatıldığı, kimi zaman dış konuşmaların kişiye sınırlarını anımsattığı, kendini daha bir edilgin ya da yoksanmış gibi duyumsatan gerçekliği veren bu öykü, kişinin kendini pişmanlıklarıyla, yanılgılarıyla tarttığı bir öyküdür.

İÇDENİZİN DALGA BOYU     

Yaşadıklarına tepki duyar insan. Bir sevginin, bir ilişkinin parçalanan kabuğu onu çıplak bırakır, ruhunu acıtır durmadan. Günlerce düşünür, günlerce “doluya koyar almaz, boşa koyar dolmaz” bir gerçekliği yaşar; bir açmazdır bu.         

Bu açmazı aşmanın bir yolu olmalıdır. Gerçeğe boyun eğip kendini yok sayan bir duruma, bir gelişmeye uyarak kendisi de yokluğa doğru yürümeli midir?      

Yoksa yaşamın büyük gücünü yeniden yakalamak için devinmeli, ayağa kalkmalı, kendini değiştirmenin direncini mi yakalamalıdır?

Feyza Hepçilingirler. Kırlangıçsız Geçti Yaz, iç denizlerimizi çalkalayıp içimizi acıtsa da kendimizi öğretecek, bize dirimsel bir güç katacak öykülerden oluşuyor.

Bunun için büyük günler, büyük olaylar, büyük gelişmeler düşleriz çoğu kez. Oysa küçük edimler çıkarır bizi açmazdan her zaman. İş, bu küçük edimi bulup ilk adımı atmaktır.   

Feyza Hepçilingirler, bu güzel öyküsünde “Küçük insanlar, büyük denizleri kaçıramazlar. Direnmeyi büyük şeylerde denemeyi bekledin, küçüklerin yıkıcılığına karşı koymadın, onardın; yeni bir deniz aramayı aklına getirmedin. Ellerini açmadın; ama dayadın ve bekledin: Çınarlar yaklaşılmazdı, kavaklar ulaşılmaz, otlar kısacık, denizse şuracıkta, yani uzak. Koşmadın, denizin bile sana gelmesini bekledin” diye düşündürtür kahramanını.          

İçdenizin Dalga Boyu öyküsünün kahramanı anlaşıldığı gibi bir kadındır. O, bu açmazdan çıkış yolunu saçlarını kestirmekte bulur. Berbere gittiğinde iç konuşmalarla bekler. Dış dünya ile iç dünyası arasındaki çatışmada hep verdiğini görür yaşamı boyunca.         

Berberde beklerken sıradan, her gün herkesin bir yerlerde beklerken işiteceği bir sesle bölünür düşüncelerinin akışı:       

“Sizin ne vardı?

“Ben? Ha, saçlarımı kestireceğim.        

“Biraz bekleyeceksiniz.”      

“Yetinmek beklemeyi kolaylaştırır.  Kolaylıklarsa başkalarının yaşamlarında kullanılır. Başkalarının yaşamlarının başkalarının yaşamları olduğunu bilmek… İşin aslı bu! Yanlışlık onları kendi yaşamı sanması mıydı?”        

Düşüncelerine yine yaraları yön vermeye başlamıştır.      

Bu arada, berbere bir başka kadın gelmiştir.         

“Boş musunuz Rıza Bey?” (Kıpkırmızı bir ses, ciciko ve berberin adı Rıza)       

“Hoş geldiniz Gül Hanım. Hanım sizden önce geldi ama…”       

“Ama şekerim benim acelem var.”       

“Elbette hanımefendi beklemesin. Benim acelem yok. Ben aceleci değil acemiyim. Kayırılmışlığın tadını tatmadan kayırıcı kılındım. Niye durağanlığın bekçisi benim? Barış içinde olunmalı çünkü. Birileri barışı üstlenmeli durmadan.”

ASLOLAN YAŞAMAKTIR        

Bu bir iç hesaplaşmadır. Hem dış dünyaya karşı var olmak için kendini sorgulayacaktır kahramanımız, hem içdenizinin dalga boyunu öğrenecek, yetisini, birikimini tartıya çıkaracaktır.        

“Çocukluğumun eskimişliğinde kırgınlık perde arkası. Yeniyetmelik, baştan ayağa yetememek: Ulaşamamak, özlemek, biriktirmek. Ne zaman geldi ki olgunluk çağı! Olgunluk, kalın kafalı bir aldatmacadır aslında, başkalarını rahatlatan. Beğeniler, başkalarının isterlerine ayarlı. “Yavrum ne kadar olgun çocuk!”        

Bu çocuk var ya rahat bırakır sizi gün boyu ve geceleri. Kendisi için bir şey istememeyi öğrettiniz ona, kendiniz için. İstemeyecek: Bu çocuk olgun. Niye bana da yüz vermedin annem? Benim yüzüm niye yok? Annem, niye yoksun?”         

O sırada radyodaki şarkıyı duyar kahramanımız. Anneli yıllarının, 18 yaşının şarkısıdır bu. “Nasıl hüzünlü geçiyor 18 yaşın, görüyor musun?” diye düşünür.        

“Ay ne biçim şarkı bu, kapattır şunu Rıza!”       

Kıpkırmızı sesli cicikonun hoşuna gitmemiştir bu eski şarkı. Oysa o kendisiyle hesaplaşırken şarkının ona getirdiği “kendisini bütün heveslerden gizleyen” annesini yanı başında bulmuştu.      

“Durun kapatmayın radyoyu. O şarkı benim 18 yaşım ve anneli yıllarım” diyemedi ama düşünmeyi sürdürdü:    

“Gidenler gitmemiş demek. Ama neden tutulmayacak kadar uzakta kaldılar? burdalarken de… Kocaman olmadan kocamış bir çocuk, koca bir insan olabilmez. Olmasın. Ama insan olmayı da yanlış bellettiler. Eksik olmaklar eksik olmasın.”         

Koltuktaki kadın saçlarını kabartmış, sevgilisiyle buluşmaya gidecektir. Havalı olsun ister saçlarını. Çın çın güler. “Gülmenin anlamını çürüterek güler.”         

Kendisi de taratıp kabartsaydı, sevindirseydi ya saçlarını! Saçlarından kaçmakla kendinden kaçamazsın, diye geçirir içinden. Hesaplaşma sürmektedir.       

“Çok güzelmiş saçlarınız, niye kestiriyorsunuz?”      

Bak berber bile acıyor saçlarına. Vazgeç! Çık git şurdan. Ne yapmak istiyorsan, neyi ne kadar yapabileceksen saçlarınla yap.”     

“Ay moda şekerim” diyor bayrak kırmızısı Gül Hanım.       

“İşte kendisi yerine yanıt verildi. Herkes ne kadar hazır başkalarının sorularını yanıtlamaya. Dönüp şu kırmızı sese dünyanın en kolay sorusunu sorsa: Siz kimsiniz Allah aşkına? Hiçbir yara kabuk tuttu mu içinizde? Kanırtıp kopardığınız oldu mu? Kabuklu bir yaranın kanamasını bilir misiniz? Ya yepyeni bir yaranın açıldığı anı?”         

“Bu boy iyi mi? Kısaltayım mı daha?”         

Kısaltın. Olabildiğince kısa. Sonra gecikmiş ama tutkulu bir aşkla bezeyin. Sapı kırık çiçekler takmayın saçlarıma. Bir aşkı sonuna dek yaşamak istiyorum. Bir aşkın sonu uçurum mudur? Yetinmeye başkaldırıyorum.”        

Kahramanımız kestirir saçlarını. Bu bir isyandır edilgenliklere, boyun eğmelere.         

Aslolan yaşamaktır çünkü. Her şeye, kırgınlıklara, haksızlıklara, boyun eğdirenlere karşın yaşamak…

 OKYANUSTAN GELİYOR BU RÜZGÂR        

Kadın erkek her insanın kendisini bulacağı öykülerdir bunlar.  Feyza Hepçilingirler’in Kırlangıçsız Geçti Yaz öykü kitabı iç denizlerimizi çalkalayıp içimizi acıtsa da kendimizi öğretecek, bize dirimsel bir güç katacak öyküler toplamıdır.

Ömer Faruk Toprak. “biliyorum okyanustan geliyor bu rüzgâr”

           

Büyük denizlere, küçük içdenizlerin coşkusuyla açılmaz mıyız her zaman? O coşku yoksa denizlerin hangi güzelliği çekecektir bizi!           

Bu öyküyü 40 Kuşağının değerli ozanı Ömer Faruk Toprak’ın dizeleriyle tamamlayalım:

               ….

              bu gece tek başıma ve karanlıktayım

              biliyorum okyanustan geliyor bu rüzgâr

              yarın sabah şafakla uyandığım vakit

              hürriyete ve yaşamaya inandığım için

              seni tekrar dudaklarından öpeceğim

              …….

Denizlerce mavi, özgürlük dolu günler diliyorum sevgili okurlar.

PAYLAŞMAK İÇİN