‘Her devrimin sorusu: Ordu kimin yanında?’

HALDUN ÇUBUKÇU

Böyle yazıyor 1909’da Troçki.
Yüzlerce makale üretiyor Balkan Savaşı boyunca.
Marks ve Engels’in Kırım Harbi üzerine yazdıklarının hacmi kadar bizde toplam yazı yazılmış mıdır, bilmiyorum.
Roza Lüksemburg’un Türkiye üzerine yazıları…

Marksizm o kadar derinlikli bir entellektüel uğraş alanı içinde dünyaya bakıyor ki; o dünyanın içinde de Türkiye önemli bir yer tutuyor. Bütün bunlar anlama ve olguları yerine koyma ve yarını yorumlama çabasının bizim coğrafyamıza, tarihimize düşen ışıkları.
Yanlışları vardır elbette; bizim kendi tarihimizi yazmaya çalışırken yaptığımız ilkel ve çocuksu (naif) yanlışların yanında son derece zekice yapılmış; hani “fazla bilmekten” oluşan yanlışlar onlarınki.
Sosyalizmi, sosyalizmin en acil meselelerine ilişkin broşürlerdeki radikal cümlelerin alıntılanmasına indirgemiş ve onu “eylem kılavuzu” edinmiş bir Sol’un kendi ülkesini de dünyayı da kaba indirgemecilikle anlayamayacağı, bir çözüm yaratamayacağı, telif hakları kendinde olan bir devrimcilik yaratamayacağı apaçık.

***
26 Ağustos’da başlayan 30 Ağustos’da zaferi perçinleyen ve 9 Eylül’de askeri harekatın en büyük serencamını tamam eden İstiklâl Savaşı’nın elbette en başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere o kurmay kadrosu, o ihtilalci zabitan 1908 Devrim’inin mirasçılarıydı.
Onların sınıfsal özellikleri, 1908 Türk devrimi’nin siyasal kodları, ordunun belirleyiciliği konularında Lev Troçki Kievskaya Mysl gazetesinin 3. sayısında 3 Ocak 1909’da nefis bir gözlem sunmuştu. Troçki’nin “Yeni Türkiye” başlıklı makalesinin doğrudan orduyla ilgili bir bölümünü aşağıya koyuyorum: Kimi yerdeki satırların altını ben çizdim.Bu kadarından bile çıkarılacak çok önemli sonuçlar ve dersler vardır.

TROÇKİ’NİN “YENİ TÜRKİYE” MAKALESİNDEN ORDUYLA İLGİLİ BİR BÖLÜM

Jön Türkler’in göz kamaştırıcı zaferini, hemen hemen hiçbir çaba ve fedakarlık göstermeden kazandıkları zaferi açıklayan şey nedir? Nesnel anlamıyla devrim iktidarı ele geçirme mücadelesidir. iktidar doğrudan doğruya orduya dayanır. Bundan dolayı, tarihteki her devrim soruyu açık seçik ortaya koymuştur: Ordu kimin yanında? Ve bu soruya şu veya bu yönde cevap vermiştir. Türk devriminde- ki bu, devrimin özel fizyonomisini oluşturur- bizzat ordu özgürleştirici fikirlerin temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır. Yeni bir sosyal sınıfın eski rejimin silahlı direnişinin üstesinden gelmesi sözkonusu olmamakla kalmamış, tam tersine, yeni sınıf sadece, padişah yönetimine karşı adamlarına önderlik eden devrimci subaylara destek olan koro rolünü oynamıştır.
Türkiye, kökenleri ve tarihsel gelenekleri bakımından askeri bir devlettir. Bugün ordusunun görece büyüklüğü açısından Avrupa devletleri arasında ilk sırayı alır. Büyük bir ordu çok sayıda subay gerektirir. Bunlardan bir kısmı neferler arasından hizmet süreleri sayesinde rütbe kazanarak subay olmuş kimselerdir. Ama Yıldız ( II. Abdülhamit’i kastediyor -e.n.) , tarihsel gelişime barbarca direnmesine ragmen, ordusunu bir ölçüde Avrupalılaştırmak ve ülkenin eğitim görmüş kimselerine de orduya katılma fırsatı vermek zorunda kalmıştı. Bu ikinci grup da orduya katılmakta gecikmemiştir. Türk sanayinin önemsizliği ve şehir kültürünün düşük gelişme düzeyi Türk entelijensiyasına, subay veya memur olmaktan başka imkan bırakmıyordu. Böylece, devlet, kendi içinde, oluşum halindeki burjuva ulusunun militan öncüsünü örgütledi. Düşünen, eleştirel, hoşnutsuz bir entelijensiya. Son yıllarda, Türk ordusunda maaş ödenmemesi veya terfilerin gecikmesi yüzünden sürekli huzursuzluk çıkıyordu. Askerler bir telgraf istasyonunu ele geçirdiler ve Yıldız’la doğrudan görüşmelere başladılar. Sultanın etrafındakiler onların isteklerine boyun eğmekten başka çıkar yol bulamadılar. Böylece birlikler birbiri ardına ayaklanma okulundan geçtiler. Ayaklanmanın başarısından sonra birçok Avrupalı politikacı ve gazeteci gizemli bir hava içerisinde Jön Türklerin olağanüstü kurulmuş organizasyonu hakkında konuştular, bu organizasyonun her yerde kollarının olduğunu söylediler. Bu naif nosyon, sadece, onların başarıyla karşılaşınca gösterdikleri fetişist batıl inancı yansıtmaktaydı. Gerçekte, subaylar, özellikle İstanbul ve Edirne garnizonlarındakiler arasında devrimci bağlantılar son derece yetersizdi. Bizzat Niyazi Bey ile Enver Bey’in de kabul ettikleri gibi, ayaklanma Jön Türkler’in “çok hazırlıksız” oldukları bir anda patlak verdi. Ama ordunun kendisinin otomatik organizasyonu imdada yetişti. Aç çıplak askerlerin kendiliğinden dogan hoşnutsuzluğu, tabii ki, onları da, hükümete politik olarak muhalefet eden subayları desteklemeye itti, böylece ordunun mekanik disiplini, doğal olarak devrimin iç disiplinine dönüştü.
(…)
Türk devrimi, önündeki görevler (ekonomik bağımsızlık, ulus ve devletin birliği, siyasal özgürlük) bakımından, burjuva ulusunun kendi kaderini kendisinin tayin etmesi niteliğindedir ve bu anlamda 1789-1848 geleneklerine aittir. Ama subayların liderliğindeki ordu, ulusun yürütme organı olarak işlev gördü.”

*

( Leon Troçki , Balkan Savaşları,
Çeviren: Tansel Güney, Arba yayınları )