Paradigmalar doğruya ulaşmayı önler

DR. ABDULLAH KÖKTÜRK

Amerikalı Bilim Felsefecisi Thomas Khun’un popüler hale getirdiği “paradigma” kavramı, kısaca, “belli bir zaman dilimi içinde, bir grubun ya da topluluğun düşünme biçimi ve davranışlarını belirleyen ve kesin doğru olduğuna inanılan bir dünya görüşü veya model” olarak tanımlanabilir.

Kuhn, bilimin devrimler vasıtasıyla ilerlediğini söyler. Bilimsel devrim gerçekleşene kadar tartışmalar sürer. Ancak devrim gerçekleştiğinde yeni paradigma oluşur ve bunu değiştirmek neredeyse imkânsız hale gelir.

Paradigma kavramı bugün, bilimsel devrimlerden daha çok toplulukların bir düşünce biçimini değişmez olarak kabulü anlamında kullanılmaktadır. 

Batlamyus Paradigmasını Kopernik Yıktı

Bilimsel paradigmanın başlıcalarından birisi Batlamyus’un klasik gök ve evren üzerine teoridir. Batlamyus’un dünya merkezli astronomi teorisine göre; evren küreseldir ve dünya bu evrenin merkezinde hareketsiz olarak durmaktadır. Şayet günlük veya yıllık görünümler dünyanın hareketleri sonucunda meydana gelseydi, her şey uzaya saçılır ve dünya parçalanırdı. Yaklaşık 1400 sene hüküm süren bu paradigma Kopernik’in güneş merkezli ve dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü söylediği teorisi ile çürütülmüştür. Bunun için Kopernik’in çabası da yeterli olmamış, ardılları olan Kepler ve Galileo sayesinde Batlamyus paradigması yıkılabilmiştir.

Newton Fiziğine Darbeyi Einstein İndirdi

Bir diğer yıkılmaz sanılan paradigma, Newton’un mutlak uzay kavramıdır. Her ne kadar bu paradigmanın eleştirileri 17’nci yüzyıl’da aralarında Leibniz’in bulunduğu bilim adamları tarafından başlasa da, bu kurama öldürücü vuruş Einstein’ın “görecelilik” kuramı ile vurulmuştur. Işığın kırıldığının ispatı uzayın bükülebildiğini göstermiştir. Artık bilinmektedir ki Newton yasaları dünyada geçerlidir. Uzayda yerçekiminin kendi yasaları vardır.

Ancak ilk tartışmalarına kendisinin de katıldığı “kuantum fiziği” Einstein fiziğini sarsmaktadır. Bilim felsefesi içinde fizikte yeni paradigmalar kurulmak üzeredir. Hatta bazılarına göre kurulmuştur.

Sanayileşme Paradigması

Teknolojik gelişme ve sanayileşmenin insanlık yararına olduğu konusu başka bir paradigmadır. Ancak bugün çevre sorunlarının başlıcası olan küresel ısınmanın ana sebebi teknoloji ve sanayidir. Sanayileşme, fabrika atıklarından başka, ormanların ve diğer doğal kaynakların yok olması, bitki örtüsünün tahrip olması, canlı nesillerin tükenmesi, hava kirlenmesi, su kirlenmesi ve gürültü gibi pek çok konuda çevre kirlenmesine sebep olmaktadır. Sanayileşme, bunlarla da kalmamakta, dolaylı olarak da pek çok probleme kaynaklık etmektedir.

Çevre sorunları, farklı gelişme ve sanayileşme düzeylerine göre farklı boyutlar gösterebilmektedir. Ancak, ülkelerin ekonomik sistemleri ve siyasal rejimlerine göre bir değişiklik göstermemektedir. Sosyalist rejimler de kapitalist devletler kadar çevreye duyarsız olabilmektedir. Kapitalizm de, sosyalizm de, komünizm de çevreyi korumada aynı ölçüde beceriksiz olmuşlardır.

Sosyalist paradigmaya göre, çevre sorunları daha çok serbest piyasa sistemine sahip ülkelerde ortaya çıkmaktadır. Bu ise daha çok kapitalist ekonomilerde tüketim olgusunun ön planda olması ile açıklanmaktadır. Ancak, çevre sorunları tüketim aşamasından daha çok üretim aşamasında ortaya çıkmaktadır.

Lenin’in 1920’lerdeki, “Komünizm, Sovyet iktidarı artı tüm ülkenin elektrifikasyonudur” sözü, Bolşeviklerin sanayileşmeye olan inancını ortaya koymaktadır. Takiben, Stalin de, 1928 yılında Birinci Beş Yıllık Planın yürürlüğe konulmasıyla, Sovyetler Birliğini her ne pahasına olursa olsun endüstrileştirmek için muazzam bir hareket başlatmıştır. Doğal çevrenin değeri, Sovyetler Birliğini modern bir endüstri toplumuna dönüştürme çabaları içinde unutulmuştur. Bugün Çin Komünist Partisi’nin planladığı Çin Sanayisi dünyayı kirletmede birinci sıradadır.

Hazar Denizinin aşırı kirlenmesi, Aral Gölünün yok olması gibi ekolojik felaketler ve Çernobil gibi nükleer felaketler Sovyetler Birliği döneminde oluşmuştur. Bütün bunlar Sosyalist bir toplumda da geniş ve ürkütücü bir çevre sorunları gerçeğinin varlığını gözler önüne sermiştir. Bu ise çevre sorunlarının en az liberal ekonomiler kadar planlı ekonomilerin de sorunu olduğunu ya da çevre sorunlarının sistemler-üstü ve evrensel bir olgu olduğunu göstermektedir.

Marksist Paradigmalar da Tartışma Dışı Değildir

Bazı yazarlar (John Bellamy Foster vd) Marx’ın yabancılaşma kavramından yola çıkarak onun teknoloji ve sanayiyi eleştirdiğini öne sürmektedirler. Ancak, Marx’ın eserleri topluca incelendiğinde onun teknoloji ve sanayi hayranı olduğu görülmektedir. Marx’ın ekolojik iktisat üzerine görüşleri de modern kapitalizmin bulduğu sürdürülebilir kalkınma veya geri dönüşüm uygulamalarından başka bir şey değildir.

Tarihsel maddeci felsefe, toplumun maddi temelinin üretimi ve yeniden üretiminin tarihsel gelişmede belirleyici olduğunu söyler. Yine bu felsefeye göre toplumun alt yapısında ekonomi bulunur, ideoloji, kültür gibi üst yapı kurumları ekonomi tarafından belirlenir. Tarihsel maddeci felsefe üretim ilişkileri başladığından beri, tarihin bir sınıf savaşı olduğunu belirtir. Bu felsefenin en yumuşak karnı tarihselciliğe göre de, toplumlar; ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist aşamalardan geçerek sosyalist topluma evrileceklerdir.  Bu felsefe başta K. Popper olmak üzere birçok modern felsefeci tarafından eleştirilmektedir.

Aynı şekilde 1917’de liberal devletin sömürü düzenine karşılık gösterilerek Sovyetler Birliği’nde kurulan sosyalist devlet, parti diktatörlüğüne dönüşerek işçi sınıfının sömürüsüne başka araçlar ile devam edince sosyalizm paradigması yok olmasa bile ağır yara almıştır.

Amerikan Hegemonyasının Sürekliliği Paradigması

ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist dünya üzerinde tek güç olarak hegemon olmuştur. Ama dünya kapitalist buhranının da etkisi ile, son 10 yıl içinde hegemonyasını yitirdiğinin sinyallerini vermektedir. 21. Yüzyılın hemen başında cihatçı terörist hareketleri bahane ederek hegemonyasını askeri gücü ile bir yirmi yıl daha sürdürmeye çalışsa da, Çin başta olmak üzere dünyadaki diğer küresel güçler karşısında gerilemeye devam etmektedir. Gelişmeler ABD hegemonyasının sürekliliği paradigmasının sonuna gelindiğini göstermektedir.

Ordunun Laikliğin Güvencesi Olduğu Paradigması

Türkiye’de en güçlü paradigmalardan birisi orduyu toplumdan, ekonomiden ve siyasetten soyutlayarak cumhuriyetin ve laikliğin güvencesi olarak görmektir.

Oysaki binlerce yıllık geçmişine bakıldığında ordunun her zaman güçlüye biat ettiği görülür. Daha önce Çinlilere ve güçlü klanlara, sonra Abbasilere ve daha sonra Osmanlı ailesine hizmet eden ordu, Cumhuriyetin kuruluşunda bürokrasi içinde yer alarak ticaret sermayesi ile büyük toprak sahiplerinin düzenini sürdürecek yasal sistemin yürümesini sağlamıştır. Ticaret sermayesinin büyümesi ile 1950 ortalarına kadar ona biat eden ordu, 1950’lerin ikinci yarısında büyük sanayi sermayesinin oluşması ile saf değiştirmiştir. 1960’dan itibaren iki darbe ve iki müdahale ile sanayi sermayesinin hegemonya kurmasına hizmet etmiştir. Bugün, sanayi sermayesi hegemonyasına da yardımcı olan İslamcı AKP hükümetine destek vermektedir.

Batıda laiklik aynı zamanda serbest piyasanın yürümesinin bir aracıdır. Luther devrimi ile protestan ahlakı kapitalizmin ruhuna uygun olan dini yarattığı gibi, Fransız devrimi ile ortaya çıkan laik anlayış aynı zamanda piyasa düzenleyicisi olan devletin bu işleri yaparken dini esaslara göre değil, ruhu olmayan piyasanın kurallarına göre davranmasını da sağlamıştır.

Serbest piyasadan her gün biraz daha uzaklaşan Türkiye’de hegemon sanayi sermayesi sömürü devam ettiği müddetçe laikliği dert etmeyecektir.  Türkiye’de orduyu hala kurtarıcı olarak gören bazılarının hayal kırıklığı içinde olmalarının sebebi bu matematiği anlamamalarıdır. Türkiye’de resmi üniformaları ile toplu namazlara katılan genel kurmay başkanları ve kuvvet komutanlarının varlığı, ordunun laikliğin güvencesi olduğu paradigmasının yıkıldığını göstermektedir.

AKP İktidarının Yıkılmazlığı Paradigması

Türkiye’de bir kesimde nerdeyse paradigma düzeyinde seslendirilen başka bir şey de AKP’nin seçimle gitmeyeceği konusudur. 18 yıldır iktidarını neredeyse tek parti iktidarı olarak sürdüren AKP büyükşehir seçimlerinde bu paradigmayı sarsacak sonuçlar alsa da, hala seçimle gitmeyeceğini düşünenlerin varlığı mevcudiyetini koruyor. AKP’yi gerici, şoven, rantçı ve liyakatsız olarak görenlerin sesi çok çıksa da, seçimlerde sessiz fakir çoğunluğun oyunu AKP’ye vermesi de bu paradigmayı diri tutuyor.  Son yıllarda ekonomik belirsizlikler ve pandemi dolayısı ile işini kaybedenlerin çokluğu, eskisi kadar vergi toplayamayan, dolayısı ile elinde sosyal devlet adına kullanacağı enstrümanı azalan AKP’nin ekonomik çaresizliği bu paradigmayı zayıflatmaktadır.  Ülke içinde kullanacağı argümanı azalan AKP iktidarı son zamanlarda bir kısım emekli askerin de desteği ile, dış düşman üzerinden seçmenini konsolide etmeye çalışmaktadır. Hatta olası bir savaşta erken bir başarı ile, başka partilerden de oy devşireceğini düşünüyor olabilir.  Ancak çatışmaya dönüşecek bir gerginlik, sonuç olarak onun da aleyhine dönecek, devlet kurumları içindeki destekçileri ve paradigması ile beraber tarihin çöplüğünü boylayacaktır.