Hekimler, sağlıkçılar ölüyor

PROF. DR. GÜLAY MİLLİ LOĞOĞLU

Türk Tabipleri Birliği (TTB) iki gün önce, 8 günde 13 sağlık çalışanının Covid-19 nedeniyle öldüğünü duyurdu. Buna dün, Karaman’da hizmet vermekte olan eczacı Hayati Sezerer  ile Diyarbakır’da aile hekimi olarak görev yapmakta olan Dr. Mehmet Kan da eklendi. Özellikle son iki haftadan beri, gün geçmiyor ki TTB, ‘’Duyun sesimizi’’, ‘’Bugün de eksildik’’, ‘’Ölüyoruz’’, ‘’Ölümlere alışmak istemiyoruz’’, ‘’Sesimizi duyan var mı?’’ etiketleriyle Covid-19 nedenli bir hekim kaybını duyurmasın; son 9 gün içinde, 15 sağlık çalışanını bu nedenle kaybetmişiz !

İzmir, Bursa, Balıkesir, Denizli, Manisa Tabip Odası Başkanları uyarıyor, ‘’Hekimlerde motivasyon kaybı ve tükenmişlik var; istifalar artıyor’’ diye. Emekliye ayrılma ya da istifa yoluyla devlet hastanelerinden ayrılanlar arasında göğüs ve enfeksiyon hastalıkları uzmanları, acil servis çalışanları, aile hekimleri ve hemşireler var. Tabip odalarının vurguladığı temel neden, halkta oluşan umursamazlık ve devletin gerekli çalışma koşullarını sağlamaması sonucunda hekimlerde motivasyon eksikliğinin ortaya çıkması. Tabip odalarının en büyük korkusu ise, pandeminin uzaması halinde istifaların artması.

Denizli Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Rıza Hakan Erbay’ın konuyla ilgili açıklaması şöyle: ‘’Kulak-burun-boğaz doktorları, göğüs ve enfeksiyon hastalıkları uzmanına kadar emekli olanlar, istifa edenler var. Doktorlar birtakım önlemler öneriyor, fakat halk önemsemiyor. Hekim arkadaşlarımız, ‘Bu işin sonu yok, o halde benim çocuğum, ailem var’ diyerek, tükenmişlik ve yorgunluk yaşıyor. Bu düşünce sadece hekimlerde değil, sağlık personelinde de var ve her geçen gün artıyor. Maddi ve manevi yalnız bırakılmışlık duygusu, çaresizlik, vefasızlık tükenmişliğe yol açıyor.’’

Bursa Tabip Odası Başkanı Doç. Dr. Alpaslan Türkkan bakın ne söylüyor: ‘’Bursa’da üç ayda çoğu göğüs hastalıkları, nöroloji ve fizik tedavi hekimi olmak üzere 29 kişi istifa etti. Arkadaşlarımız çalışma koşullarının kötü olduğunu, yorulduklarını, yıprandıklarını ve yapılan uygulamalara kırgın oldukları için bu yolu seçtiklerini söylüyor. Sadece hekimlere özgü bir durum yok, bütün sağlık çalışanlarının durumu pek iyi değil. Çok yıprandık. Halktan daha fazla risk altındayız. Sürekli hastalarla birlikteyiz, sürekli hasta olma ihtimalimiz var. Çok sayıda sağlık personeli vefat etti.’’

Balıkesir Tabip Odası Başkanı Dr. Necdet Uçan’ın açıklaması ise şöyle: ‘’TTB olarak çalışma saatleri günde 6 saate insin diyoruz. Özellikle Covid-19 ile ilgili bölümde çalışanlar için uygulanması gerektiğini söylüyoruz. Ayrılma nedenleri çalışma koşullarının kötülüğünden ve vaka sayısının artmasından. Emekli olanlar zaten belli bir yaşa gelenler; riskleri daha fazla. İstifa ve emeklilik daha çok göğüs hastalıkları ve dahiliye branşlarında görülüyor.’’

İzmir Tabip Odası Başkanı Op. Dr. Lütfi Çamlı ise ‘’Emekliye ayrılanlar ve istifa ederek özel hastanelere geçenlere yönelik duyumlarımız var. Bu beklenmeyen bir sonuç değil. Hekimler uzun süredir umutlu değil. Şiddet, soruşturmalar, ihraçlar ve sürgünler vardı. Tükenmişliğe gelip işi bırakanlar arttı. Bu rakamlar, pandeminin durumuna bakarsak, daha da artacağa benziyor.’’, demekte…

Manisa Tabip Odası Başkanı Şahut Duran’ın söyledikleri: ‘’Manisa Merkez’den bir anda üç hekim emekli oldu. Zaten göğüs hastalıklarında görev yapan doktor sayısı 6 iken, bu sayı yarı yarıya azaldı. İşin kötü tarafı istifalar var. Bu da, sürecin iyi yönetilmediğini gösteriyor. Böyle ayrılmalar devam edebilir. Bizim endişemiz bu..’’

Yukarıdaki açıklamalar incelendiğinde; genel olarak dikkat çeken durumlar salgının iyi yönetilemediği, halkta gelişen duyarsızlık ve önemsememe, ve bunların sonucunda hekimler ve diğer sağlık çalışanlarında yükselen tükenmişlik, çaresizlik, kırgınlık… En kötüsü de hekimlerin, sağlık çalışanlarının ölümlerine karşı gelişen toplumsal alışkanlık. Yönetici erk de sorunun önemini ancak şimdi ve ipin ucu çoktan kaçtıktan sonra anlamış olacak ki; bugüne değin dışladığı ve hiçbir önerisine kulak vermediği TTB’yi nihayet hatırladı ve birkaç gün önce görüşmek üzere randevu verdi! Böylece nihayet görüşme sağlanmış oldu.

Bu yazının konusu salgının yönetilmesi ile ilgili değil; bunu daha önce, ‘’Salgın yönetilemiyor; en başından beri’’ (http://eskimiyen.com/wp-admin/post.php?post=4504&action=edit) başlıklı yazıda, konuyla ilgili yönetici erk-toplum bağlamındaki sorumlulukları da içermek üzere, incelemeye çalışmıştım. Burada özellikle hekimler ve sağlık çalışanlarının içinde bulundukları tükenmişlik, kırgınlık halinin anlaşılmaya çalışılmasına yoğunlaşmak istiyorum…

Bu içsel yoğunlaşma, kişiyi sadece mevcut koşulların irdelenmesi ile başbaşa bırakmıyor, ister istemez yakın geçmişe ve yıllar öncesine de götürüyor… Toplum sağlığı için bir şeyler yapabilme inanç, ideal ve umuduyla yaşamınızın en güzel zamanlarından çalınmış yıllara gidiyorsunuz. İdealist hocalarınızın söyledikleri kulaklarınızda çınlıyor: ‘’hastalık yoktur, hasta vardır; her hasta ayrı bir hastalıktır’’ ya da ‘’hasta her zaman haklıdır…’’ gibi… Dayanma gücünüzün sınırına gelip de biraz yakınmaya başlayınca: ‘’sizi buraya gelmeniz için kırmızı mumlu davetiye ile çağırmadık; insan canı ile uğraşacaksınız, dayanacaksınız!’’ gibi…

Çaresiz, uyumamak ve ders çalışmak için sabahlara kadar içilen kahveler, bazı sınıf arkadaşlarınızın bu zorlu sürece dayanamayarak psikolojik sorunlar yaşaması nedeniyle bu uzun eğitimi bırakmak zorunda kalmasının verdiği kaygılar ve üzüntüler… Çoğu zaman kirpiği kirpiğine değmeden tutulan günaşırı nöbetler, acil nöbetleri. (Nöbet tuttuğunuz gecenin sonrasındaki gün de yine 8 saat çalışmak söz konusudur; dinlenme yok!) Eğer mevsim kış ise, sabah karanlıkta, fırıncılar ve temizlik işçileriyle birlikte yola çıkarsınız, ertesi gün akşama doğru yine karanlıkta eve dönersiniz. Tabii okumanız, çalışmanız gereken şeyler mutlaka vardır, o akşam onları halledersiniz, sonra da artık ne kadar uyuyabilirseniz, uyursunuz. Ertesi gün aynı döngü tekrar başlar !

Böyle böyle yıllar geçer ve diplomayı alırsınız. Ve bu uzun, zorlu süreçte hocalarınızın telkinleriyle kazandığınız ve içinize işleyen değerlerin de bir özcesi olan Hipokrat Andı’nı  da hep birlikte tekrarlayarak: ‘’Tıp Fakültesinden aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı statü, hak ve yetkileri kötüye kullanmayacağıma, hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma, hastalarımı memnun edeceğime, insan hayatına mutlak surette saygı göstereceğime, mesleğim dolayısıyla öğrendiğim küçük sırları saklayacağıma, hocalarıma ve meslektaşlarıma saygı ve sevgi göstereceğime; dil, din, milliyet, cinsiyet, takım, ırk ve parti farklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime, mesleğimi dürüstlükle ve onurla yapacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim.’’

Sonra gelsin zorunlu hizmet; bunun ardından uzmanlık eğitimi için Tıpta Uzmanlık Sınavı’na hazırlanma, sınavda başarılı olursanız uzmanlık eğitimini tamamlama, daha sonra tekrar zorunlu hizmet… Tüm bu aşamalardan sonra uzman hekim olursanız ve eğer bir de üniversitede akademisyen olmayı seçerseniz, doçentlik ve profesörlük aşamaları için hazırlanma… Hafta sonu yok, resmi tatil yok, bayram tatili de neymiş ki ? Yıllık izinler de zaten okumak, çalışmak için! Öyle bir mesleki süreç ki; ömür biter, okuma-çalışma-stres bitmez! İşiniz, akşam bir yığın kitapla eve döndükten sonra da, okumak, çalışmak, hep bir şeylere hazırlanmak için evde de devam eder, çoğu zaman.

Tabii bu süreç boyunca nelere, nelere tanık olursunuz… İçinde yaşadığınız toplumu, ülke insanını, değerlerini ve değer yargılarını, ahlak anlayışını… yakından, yaşayarak öğrenirsiniz; deneyimleriniz gün olur sizi güldürür, gün olur sevindirir, gün olur üzüntüye ya da şaşkınlığa boğar.

Sözgelimi hiç uyumadığınız, ya da tam sandalye üzerinde 10-15 dakika dinlenebilmek için gözlerinizi kapattığınız bir acil nöbeti sırasında (Ankara’nın yakın bir ilçesinde, Hacettepe’ye bağlı bir Bölge Araştırma Hastanesi; 80’li yılların başları), hemşire hanımın ‘’Doktor Hanım, hasta geldi!’’ diyerek bağırması ile tekrar yerinizden fırlarsınız. Siz bu acil hastasına müdahale ederken gelen ve 6 aydan beri (veya bir yıldan beri, ya da kendini bildi bileli!) dizleri ağrıyan bir hastayı hemşire “sabah polikliniğe gelin, içeride kritik bir hasta var, doktor Hanım şimdi bakamaz, sizin durumunuz acil değil’’ diyerek evine gönderdiğinde, o hastanın doğrudan sizi şikayet ettiğini öğrenirsiniz! Hem de ‘’hastanede doktorlar, hemşireler içki içiyorlardı, bana bakmadılar’’ diyerek! Sarsılırsınız! Ama günler o kadar yoğundur ve zorludur ki üzülmeye, öfkelenmeye, hatta sevinmeye dahi vakit yoktur! Neyse, dersiniz, insanları, toplumu tanıyorum! (Özellikle Ramazan aylarında, çok uzun süreden beri dizleri, dalları –sırtı, omuzları–ağrıyan, ya da tepeden tırnağa her yeri ağrıyan (!) hastalar, sabah poliklinikte sıraya girmemek için, hazır sahura kalkmışken acile de bi gidivereyim, der ve siz kritik bir hastayla ilgilenirken, hastaneye gelir! Yani, Ramazan aylarında, bazı hastanelerin acil polikliniklerinin, acil olmayan ‘sahur hastaları’ olur.)

Daha mesleğin ilk yıllarında –80’lerin başı, Kenan Evren’li faşist cunta yılları–, toplumdaki süreğen, iflah olmaz hekim düşmanlığını kavrarsınız! (Kenan Evren de az hekim düşmanı değildi!)

Daha neler, ne öyküler… ama her şey de anlatılamıyor ki! Sözü fazla uzatmadan, o yıllar için ‘’Neyse, hiç olmazsa o zamanlar, şimdiki gibi dayak yemiyorduk, öldürülmüyorduk’’ diyorum da; kendimi kuş gibi hafiflemiş hissedip, rahatlıyorum! Az şey mi!

Şimdilerde ise dayak, kol-bacak kırma, kafa travmasına neden olma, hatta öldürme gibi hastalara ve yakınlarına tanınan ayrıcalıkların yanı sıra, eksik olmasın Sağlık Bakanlığımız da hekimler için bir ayrıcalık tanıdı: ‘Şikayet Hattı’!

Geçtiğimiz Mart ayında, annemin tedavi görmekte olduğu hastanenin yoğun bakım birimindeyim, tüm yataklar dolu, hastaların hepsi de çok kritik ve çoğu entübe, doktor ve hemşirelerin başını kaşıyacak zamanı yok. O sırada bir şey dikkatimi çekti; onca işinin arasında, zaman buldukça harıl harıl bir şeyler yazmaya çalışıyordu, sorumlu hekim. ‘’Hayrola doktor Bey, ne yazıyorsunuz?’’ diye sordum… Bir hasta yakını bu sorumluluk sahibi, idealist hekim arkadaşımızı şikayet etmiş de, onun savunmasını hazırlıyormuş onca işinin arasında ! Ne diyelim; müstahaktır! Şeytan azapta gerek !

Bu pandemi sürecinde yaşananları, ölümleri, hekimlerin ve tüm sağlık çalışanlarının çığlıklarını, tükenmişliklerini, kırgınlıklarını düşündüğümde, içimden geçenler bunlar ve çok daha fazlasıydı; biraz rahatlayabilmek için, bazı içsel sorgulamalarımı tüm açıklığıyla ve içtenlikle yazıya dökmeye çalıştım…  Bunu yaparken; sağlık sistemindeki sorunların çok az bir bölümünün kamuoyuna yansıtılması ve bu sorunlara birazcık da hekimler açısından bakmak gerektiğinin anlaşılmasına yardımcı olması amacıyla, Hacettepe’den büyüğümüz olan Prof. Dr. Çağatay Güler’in ironik bir üslupla hazırlamış olduğu ‘Asacaksın Bu Doktorları’ kitabından söz etmesem olmazdı. Tabii bu kitabın ilk baskı yıllarında, Çağatay Ağabeyin deneyimlerinden süzülenlerle yazmış olduklarına ben sadece gülüp geçmiştim ! Meslekteki yaşanmışlıklarım yoğunlaştıkça, bu kitapta anlatılan bazı gerçeklikleri bizzat yaşayarak, hayatın/mesleğin içinde öğrendim.

Dr. Çağatay Güler
Asacaksın Bu Doktorları

Yazıyı, bu kitaptan birkaç alıntı ve yine Dr. Çağatay Güler’e ait olan dizelerle, ve son söz ile bitirmek isterim:

‘’Mezara mı götüreceksin bu kadar parayı. Sermayen mi eksilecek!.. Bedava baksan ne olur lan hastalara!.. Dünkü çulsuz bir de doktorum diye kasılır!…’’

‘’Yahu benim oğlan doktor olana kadar bu doktorların yediği içtiği hep haram zannederdim… Dur dinek yok, uyku yok, yemek yok, küfür bol, para yok…’’

‘’…yaz… böyle böyle uyanamadım… yedi dakikasını çaldım devletin. Saçı bitmedik yetimin hakkını kursağıma geçirdim. Ben namussuzum… Vatan hainiyim… Kalkamadım altıda yatıp da, yedi buçukta… Geç geldim yedi dakika… Al işte imzam… Al bu da istifa mektubum…’’

‘’ bir çocuk ölünce boğmacadan ya da kızamıktan
 gökte bulut olunca, yağmur olup düşünce yere
can vermek için çiçeklere
sorar vurur da camlara, takır takır
gerekeni yaptınız mı?
yaptınız mı gerekeni?..’’

Bu dizelere yanıt ve son söz olarak; evet, onlar yaptılar ve yapmaktalar gerekeni. Hem de öylesine yaptılar ki, ailelerine-sevdiklerine hasret, uykusuz, kan ter içinde kalarak, hastalanıp ölene kadar! Ancak bunu yaparken de, çok görülmemesi gereken bazı beklentileri olmalı hekimlerin: Alkışa (!) gerek yok; tutarlı ve hakkaniyetli davranılması, üzerlerine saldırılmaması, hekimlerin ve sağlık çalışanlarının ölümlerine alışılmaması yeterli. Çığlıklara kulak verin, hekimler de insandır, eşiği çok yüksek de olsa, bir dayanma sınırları vardır! Hekimler, sağlık çalışanları çantada keklik değildir, çaresiz hiç değildir.

Sağlıkçılar gecesini gündüzüne katmış, çabalarken, toplum olarak sizler de ölçülü davranın, kendinizi sakının, önlemleri uygulayın, salgın gerçekliğine inanın, ‘’her şey yalan’’ demeyin!.. Ve yönetici/siyasi erk; halka öğüt verirken sizler de sorumluluğunuzun gereklerini yerine getirin, binlerce kişilik vekil yakını düğünlerine göz yummayın, binleri-yüz binleri organize ederek biraraya getirdiğiniz mitingler, açılışlar düzenlemeyin, salgın yönetiminde başından beri yapmakta olduğunuz yanlışları sürdürmeyin, yanlış buyrukların-tek kişi kararlarının onaylayıcısı olmayın; ipin ucunu çoktan kaçırmış olsanız da ve belki de sadece bu nedenle, paçalarınız tutuştuğundan yeni aklınıza gelmiş(!) olsa da (daha fazlasını belirtmek istemiyorum) TTB ile eşgüdüm içinde ve konuyla ilgili değerli uzmanların da önerilerine kulak vererek, akıl ve bilimin öngördüğü etkin kararlar alın. Salgınla inatlaşılmaz; önceliğiniz toplum sağlığı olmalı. Aksi halde, kaldırabileceğinden fazla yüklenileceğinden, sağlık sistemi çöker ve hepimiz bunun altında kalırız!

Bu son söz bağlamında bir soru da ben sorarak tamamlayayım: Toplum ve yönetici erk; ya sizler? Gerekeni yaptınız mı? Yaptınız mı gerekeni?

Hekimlerin, diş hekimlerinin, eczacıların, hemşirelerin, sağlık memurlarının, paramediklerin, laboratuvar çalışanlarının, ambulans sürücülerinin, filyasyon ekiplerinin, temizlikten sorumlu görevlilerin,.. kısacası tüm sağlıkçıların, tüm hastane çalışanlarının vicdanları rahat; peki, ya sizlerin?..

Sürç-i lisan ettiysek affola !