Hangi yanıma dönsem bir uzaklık kokusu

Dağını kaybetmiş bir tayın ürpertisi aklımı karıştırıyor. İnsanın kanına çakıl taşları yerleştiren, ayrılık ve sınır getiren bu savaş, hasret çekenler için bir iç kanaması… Bin yıllık aşkın, dostluğun kül kokusu…

 

FATMA ARAS


“Yar bize gonag gelecek balam
Bilmirem ne vaht gelecek balam
Söz verib sabah gelecek”.

Lütfiyar İmamov’un sesinden dinlediğim, ”Yar Bize Gonag Gelecek” bugün benim de dilime dolandı. Şiirin yazarı ve bestecisi Andre Babayev 1923 yılında Dağlık Karabağ’da dünyaya gelmiş. İkinci Dünya Savaşı’nda zafer madalyası verilen şair ve besteciye 1958 yılında da Devlet sanatçısı ödülü verilmiş. Bakü Üniversitesinde müzik eğitimi gören şair, yaşadığı coğrafyanın bütün renklerini almış. Dinlediğimiz birçok Azerbaycan klasiğinin altında imzası var. Geride güzel eserler bırakarak genç yaşta (1964) dünyaya veda etmiş. Mezarı Moskova’da…

Andre Babayev.

Aşk türküsü olarak bildiğim bu türkünün öykü kapısını aradım. İçeri girdiğimde bunun bir aşk türküsü olmadığını gördüm.

Hasret çekenlerin iç kanaması, bin yıllık aşkın kül kokusu…

Zaman yaraların üstünü örtmüyor. “Yar bize gonag gelecek” türküsünün hikayesi acılı bir zamanda doğmuş. Rusya ve İran arasında imzalanan Gülistan (1813) ve Türkmençayı (1828) anlaşmaları Azerbaycan topraklarını bölmüş. Bu anlaşmalar sadece toprak bütünlüğünü değil Orada yaşayan halkın aşkını, sevdasını da bölmüş. Eti tırnaktan ayıran acılı bir tarih günümüze kalan…  Dağını kaybetmiş bir tayın ürpertisi aklımı karıştırıyor. İnsanın kanına çakıl taşları yerleştiren, ayrılık ve sınır getiren bu savaş, hasret çekenler için bir iç kanaması… Bin yıllık aşkın, dostluğun kül kokusu…

Aşıklık geleneğinde hikayesine başlamadan önce ozan, şiirlerine eşlik edebilecek bir döşeme yapar. Ben de kendi dizelerimle acıların kapısını şöyle araladım:

”Kanıma kaşık sallayan acıların

sofrasında gürültüyüm

hangi yanıma dönsem bir uzaklık kokusu.” 

Bu uzaklık kokusu insanın şakağında bir balyoz sesi gibi. Güney Azerbaycan bölgesi İran’ın Kuzeybatısında, Kuzey Azerbaycan da Aras Nehri’nin  “ O Tay” dedikleri Kuzey yakasında kalmıştır. “Bu Tay” Türkiye ve Güney Azerbaycan’ın bulunduğu İran sınırında yer almıştı. Çocukluğumda, yaşlı bir teyze; “Ben O Tay kızıyım” demişti… Daha çocuk yaşta nerede doğduğunu anlamıştım. Adımızı öğrenmeden, bölünmenin adıyla tanışan biz çocuklar bazen aramızda bu uzaklığı sorgulardık.

Her sözcükte boğucu bir anlam ve savaşın öldürücü çağrısı…

Bizim geleneğimizde her açık kapının bir gonag (misafir) beklentisi vardır. Ama türkünün ana damarındaki bildiğimiz misafir değil. İşte o tarihteki ayaz günlerden, Güney ve Kuzey Azerbaycan bölündüğü zaman kan bağı olan halk da ikiye bölünmüş. Beklenen öte tayda kalmış.

Ünlü besteci Andre Babayev, bu özlemi, bu birleşme bekleyişini kaleme almış. Bu sözlerin her kelimesinde bir uzaklık kokusu var. Yıllarca aşk türküsü diye dinlediğim bu türküyü, şimdi bizim yöresel ses sanatçımız Erdal Baydar’ın sesinden farklı bir duyguyla dinliyorum. Her sözcükte boğucu bir anlam ve savaşın öldürücü çağrısı…

Andre Babayev, umut kokulu bu sözlerle düşlere resim çizmiş.

“Dara zülfün sal her yana
Gözlerin benzer ceyrana
Bahdım galdım yana-yana

Yar bize gonag gelecek balam
Bilmirem ne vaht gelecek balam” 

Ben de böylesi bağrı savruk bir zamanın yarasını bir şiirimde şöyle dile getirmiştim; 

“Bu dağların eteğinde kar/deştik gök gürledi aramızda”.

“Yar bize gonag gelecek”… Olay, olgu göz önünde ama şair burada bekleyişi ete kemiğe büründürmüş. Bu bağlamdan bakıldığında şiirin sözleri, beni de kanıma düşen bir şimşek gibi bu şiirin öyküsünden başka bir şiirin öyküsüne götürdü.

İki şiir; iki ayrı mekan, iki ayrı tarih ama aynı bekleyiş, aynı kavuşma direnci.

Kostantin Simonov’un “Bekle Beni” şiirini Ataol Behramoğlu’nun çevirisiyle okuyalım;

“Bekle Beni

bekle beni, döneceğim

bütün gücünle bekle.

bekle sarı yağmurlar

hüzün getirdiğinde

(…)

bekle beni, döneceğim

tüm ölümlerin inadına

varsın, bekleyenler

yorsunlar bunu şansa.

anlamayacak onlar

nasıl ortasında ateşin

kurtardı beni

senin bekleyişin…”

“2. Dünya savaşında Alman ordularının Sovyetler birliğine girdiği günlerdi. Simonov Savaş Bayrağı ve Kızıl Yıldız gazetelerinin muhabiri olarak kuşatma altındaki Stalingrad cephesine gönderilir. Savaşta hem gazeteci hem yarbay olarak görevini yerine getiren Simonov, savaşın iyice kızıştığı (…) gece yarısı Valentina Serova’ı düşünür. (…) ‘Bekle Beni’ şiiri o gece yazılmaya başlandı. (…) Şiir savaş sırasında Sovyetler Birliği’nin dört bir yanına yayılır. Bütün Sovyet ordusu tarafından ezberlendiği söylenir. Hüzün teması öne çıkartılarak yüzlerce biçimde beselendi de… Savaşta ölen askerlerin göğüs ceplerinden bu şiir çıkar. Ortodoksluğun kutsal metinlerinden sonra en çok okunan metinlerden biri olmuştur.”[1]

İşte iki şiir; iki ayrı mekan, iki ayrı tarih ama aynı bekleyiş, aynı kavuşma direnci. Onlarca besteye konu olan iki şiir, sanki ev arkadaşı. Ayrı coğrafyalarda, aynı göğün altında ve içinde evrenselliği barındıran iki şiir…


[1] Veysel Çolak, “Şair, Şiir, Hayat” Suus Kitap, 2019.

PAYLAŞMAK İÇİN