Hangi ahlak ya da İstanbul Sözleşmesi

PROF. DR. GÜLAY MİLLİ LOĞOĞLU

Etik ve ahlak kavramları toplumsal yaşamın çeşitli alanlarında giderek artan bir sıklıkla kullanılmakta ve yaşamın her alanında etkili olmaktadır. Birbiriyle iç içe geçmiş tüm kavramlarda olduğu gibi, etik ve ahlak kavramları da zaman zaman yanlış kullanılmaktadır.

Gelişmişlik düzeyine göre her ülkede etik yargılar oluşmakta, bunlar toplumsal kültür içinde yer edinmekte ve bu yönüyle de etik ve ahlak kurumları, sürekli yenilenerek varlığını sürdürmektedir. Vicdan bilinci ve sorumluluk kavramı, etik ilişkilerde ve değerlendirmelerde temel belirleyiciler olup; vicdanın onayı ya da onaylamaması sorumluluk durumunu ve dolayısıyla da etik ve ahlaka ilişkin değerlendirmeleri etkilemektedir. Etik insan eylemlerinin bilinç düzeyi ile ilgilenmekte, bir davranışı ortaya çıkaran iradeyi irdelemektedir. Bu noktada etik, ahlak felsefesidir, evrensel felsefi ilkeler üzerinde çalışmaktadır; yani yerel ile evrensel düzlemler arasında, daha çok ikinci düzleme ulaşma çabasındadır. Etik, ahlakı felsefi açıdan inceleyen düşünce sistemidir. Ahlak ise, insan davranışları üzerinde çalışmaktadır. Sonuç olarak ahlak somut, yerel ve pratik; etik ise soyut, teorik ve evrenseldir. Ahlak felsefesinin temel kavramları iyi-kötü, özgürlük, sorumluluk, erdem, vicdan, ahlak yasası, ahlaki karar, ahlaki eylem, mutluluk ve ödevdir.

Toplumsal yaşamda ahlak, daha çok töre anlamındaki tutum ve davranışları ifade etmek amacıyla kullanılmaktadır. Etik ise bir sürecin ve nasıl sorusunun anlatımıdır. Diğer bir deyişle; etik usul veya biçim, ahlak ise esas ya da içerik ile ilgilenmektedir.

Ahlak yerel olmakla birlikte, evrensel olan ilke ve kuralların ilk yaşandığı ve denendiği alandır. Evrensel nitelikli etik çerçevenin yapı taşları, yerel ahlaki kurallardan oluşmaktadır.

Ahlakın yerel olarak nitelendirilmesinin en önemli nedeni; yöreden yöreye değişen, kimi zaman birbiriyle çelişen, toplumun içinde bulunduğu kültüre, sosyal ve ekonomik koşullara göre şekillenme özelliğidir. Evrensel olan birçok ortak değerin yerel uygulamada çok farklı sonuçları olabilmektedir. Bu yönüyle ahlak, ortak değerlerin değişik kültürlerce yorumlanması ve algılanması kapsamında kendini ifade etmektedir.

Akıl ve bilimde ne kadar gelişme sağlanırsa sağlansın, insanın mutluluğu, özgürlüğü, eşitliği, onuru, adalet duygusu, huzuru gibi çeşitli gereksinimlerinin doyurulması, etik birikime ve ahlaki gelişmişliğe bağlı görünmektedir.

Ahlak kurallarının ilk ortaya çıkışının, bireyler arası ilişkilerin düzenlenmesi zorunluluğu ya da diğer insanlara/canlılara/çevreye karşı tutum ve davranışların bir sorumluluk ilkesi temelinde düzenlenmesi gereksiniminden kaynaklanmış olabileceği düşünülmektedir.

Toplumsal yaşamda aralıksız işleyen kurallar öncelikli olarak etik ve ahlak kurallarıdır. Diğer sosyal, hukuk, siyasal veya yönetsel kuralların uygulanışı kesintiye uğrasa dahi, etik ve ahlaka ilişkin kurallar yaşamın düzenini sağlamaktadır. Etik ilkelerin ve ahlak kurallarının aksadığı toplumlarda sosyal yaşamı ayakta tutmak büyük bir sorun haline gelecek ve zorlaşacaktır. Tüm sistemler, etik ilkeler ve bir ahlak anlayışına dayalı olarak varlıklarını sürdürebilme şansına sahip olabilmektedirler.

Ahlak birçok unsura bağlı olarak toplumdan topluma farklılıklar taşımakta olup, son derece göreceli ve değişken bir yapıya sahiptir. Oysa etik, daha evrensel bir nitelik taşımaktadır.

Etik, bir tutum veya davranışın daha düşünce planında ilk ortaya çıktığı andan, sonuçlarının uzandığı en uç noktaya kadar irdeleme yapmakta iken, ahlak daha çok uygulamanın yapılışı ve etkileri ile ilgilenmektedir. Etik ve ahlak hem bir bilgi birikimi gerektirmekte, hem de bu bilgilerin yaşama geçirilmesini istemektedir. Etik ve ahlaka ilişkin sorunları salt bir bilgi sorunu olarak görmek eksik bir değerlendirme olacaktır.

Günümüzde düşünce ve ifade özgürlüğü olan ülkelerin, etik alanda da gelişmiş olan ülkeler olduğu dikkat çekmektedir. Gelişmiş çağdaş toplumların sosyal yaşamlarının en belirgin özelliklerinden birisi etik uygulamalar olduğundan, ülkelerin bu alanda sergiledikleri çabalar gelişmişlik ölçütü olarak kabul edilmelidir.

Hangi Ahlak ?…

Şimdi, bu noktada; İstanbul Sözleşmesi’nin ‘kutsal aile’nin korunması önünde engel oluşturduğunu ve bu nedenle bu Sözleşme’den kurtulmak gerektiğini iddia eden bazı kesimlere ait söylemleri ve bu söylemlerin altında yatan ve din sosuyla perdelenmiş olan toplumsal ahlak anlayışını sorgularsak: İstanbul Sözleşmesi’nin bir engel oluşturduğu doğrudur ve tacizin, tecavüzün, mut’a nikahının (kadın ve erkeğin belirli bir süre karşılığında ve ücret karşılığında anlaşarak evlilik yapması), cariyeliğin, pedofilinin, ensestin, kadına karşı şiddetin önündeki engellerden biridir… ve tabii bu durumda, bu Sözleşme’ye karşı çıkanlara sorulması gerekir: hangi ahlak ?…

İntihara yeltenen 14 yaşındaki bir kız çocuğuna dört yaşından beri cinsel istismarda bulunduğu iddiasıyla amcasının tutuklandığı ve mahkemede, kızın dedesinin, ‘’ellediyse ne olmuş, senin g*tün bizim aile şerefimizden daha mı önemli’’ dediği sabitken, yine sorulmalı: hangi ahlak?… İç yakıcı ama, üstelik, bu kızın babası, istismarı gerçekleştiren kardeşinden şikayetçi olmuyor ! Niye mi ? ‘Kutsal aile’ içinde istismar olayını kapatmaya karar vermişler de, ondan. Defalarca intihar girişiminde bulunmuş olan bu kızın annesi olayın üzerine gitmek istese de, aile içinden tehdit ve baskı görüyor.

O halde; cinsel istismar, kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz ve erken yaşta evliliklerin gündemden düşmediği Türkiye’de tabu olan bir diğer konu da ensest (aile içi cinsel istismar). Ailenin kutsallığı ve din kavramının toplumdaki dokunulmazlığı nedeniyle açıkça gündeme getirilemeyen ensest, Türk Ceza Kanunu’nda bağımsız bir suç tipi olarak yer almıyor. Varlığının bilindiği fakat kimsenin yüksek sesle konuşamadığı ensest, içinde her yaştan kız ve erkek çocuklarını barındırıyor. Saldırganlar baba, dede, ağabey, amca ve dayı gibi erkek akrabalar, kayınpederler… ki meslekte, çeşitli örneğiyle karşılaşmışlığım da olmuştur, her biri ayrı bir utanç kaynağı olan ve iç burkan öykü barındıran bu tür olgularla. Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu’nun hazırladığı bir rapora göre, aile içi istismar vakaları her çeşit sosyo-ekonomik ve kültürel çevrede yaşanabiliyor. Ensest uygulayanlar ise sosyolojik olarak belirli bir kategoriye girmeyen, gündelik yaşamlarına devam etmelerini engelleyen psikolojik sorunları olmayan ve doğru, yanlış ayrımı yapabilen kişilerden oluşuyor. Özellikle Türkiye’de, daha geleneksel ve muhafazakar kesimde daha yaygın olduğu bildiriliyor. Geri kalmış toplumlarda rızaya dayalı olmayan, baskı, taciz, tecavüz yoluyla yaşanan ensest ilişkilerin çok daha yaygın olduğu; bunların bir kısmının ise töre, gelenek, adet kılıfı altında meşrulaştırılarak ‘Adem ile Havva’ya dek giden örnekler verildiği de biliniyor.

Çocuk İstismarıyla Mücadele Derneği’nin verilerine göre, son on yılda cinsel istismar vakalarındaki artış yüzde 125 oranında ve ülkemiz bu konuda dünya sıralamasında üçüncü sırada. En çarpıcı olanı da, bu vakaları kimse duymuyor, görmüyor, söylemiyor. 14 Yaşındaki zihinsel engelli bir kız çocuğu, babasının vefatının ardından, yaşları 21-34 arasında değişen ve aralarında inşaatçı, kasap, kırtasiyeci, kuaför gibi çok sayıda kişinin bulunduğu mahalle esnafı tarafından cinsel saldırıya uğruyor… kimse işitmiyor, bilmiyor ! Kamuoyuna yansıyan bir başka olayda, cinsel saldırıyı, ilçenin ileri gelen bürokratları ve esnafı gerçekleştiriyor.

Bunlar, buzdağının görünen kısmından yansıyan birkaç çarpıcı örnek. Buzdağının görünmeyen devasa kısmında ise kadınlar, çocuklar çığlık atıyor, sesleri hiç duyulmuyor.

Tarikat evlerinde, yatılı Kur’an kurslarında gerçekleşen ve yine üstü örtülen taciz/tecavüz olaylarını da ekleyerek ve girişte özetlenen ahlak kavramını da düşünerek, tekrar soralım:

Hangi ahlak ?!… Hangi genel ahlak ?!…Nasıl bir ikiyüzlü ‘ahlaklılık’ durumu… TCK’da ‘Genel Ahlaka Karşı Suçlar’ ve ‘Çocuğun Cinsel İstismarı Suçu’ kavramları da varken !

Sonuç olarak; giderek yaygınlaşan bir toplumsal çürümeye işaret eden bu durumla nasıl mücadele edilebilir, bu vakalar nasıl en aza indirgenebilir ? Kanımca tek yol var: çağdaş-laik-bilimsel eğitim/öğretim. Dinsel dogmalardan arınmış laik eğitimin, ülkenin kılcal damarlarına dek etkin kılınarak, çağımızın başöğretmeni olan Atatürk’ün de vurguladığı gibi, her alanda akıl ve bilimin referans alınması. Bu eğitim-öğretim seferberliğine tüm toplumsal dinamiklerin ve konuyla ilgili tüm disiplinlerin de katılması… Aynen Cumhuriyet Devrimi yıllarındaki gibi, Devrim tadında. Bu aydınlanma sürecinde yetişen bireyler… anne, baba, çocuklar; ve sonuçta, feodal ilişkilerin, anlayışların karanlık dehlizlerinden, girdabından kurtularak farkındalıkları olan, algıları açık, bilinçli, özgür düşünebilen bir topluma evrilme. Ve tabii bunun yanısıra, tarafsız-bağımsız işleyen bir yargı mekanizması içinde alınan hukuksal, caydırıcı önlemler. Yani topyekün aydınlanma…

Ancak unutulmamalıdır ki, sosyolojik evrim de, biyolojik evrim gibi çok yavaş işleyen bir süreç olup; istenilen sonucu almak için tüm çevresel olumlu girdiler devreye konulsa dahi, bunlara direnecek karşıt girdilerle de, laiklik kavramından ödün vermeden amansız bir mücadeleyi de gereksindirecektir.

Peki; 10 Kasım 1938’den sonra başlayan ve yavaş adımlarla ilerleyen aydınlanma karşıtlığının, son 20 yıl içinde koşar adımla geldiği içinde bulunduğumuz mevcut durumda ülkenin tüm kurumlarıyla 150 yıl geriye gitmiş olduğunu da hatırda tutarak; mevcut sistem içinde bunlar gerçekleştirilebilir mi ?…

Tüm siyaset erbabı-esnafı ‘aman, bize dinsiz demesinler’ paranoyasına kapılmış, laiklik dediğimiz o ‘tehlikeli’ kavramdan hiç söz etmiyor da!…

Kaynaklar

–A.Kadir Çüçen: Felsefeye Giriş, 2000.

–Şura Genç, Seçil Coşkun: Ensest; TBB Dergisi, 2013 (106).