Gerçek Gurbet Hikayeleri-HAVVA

Van Gölünün İnci Kefali gibi önüne çıkan engelleri azim ve hırsıyla yenmesini bildi. Tıpkı İnci Kefali’nin yaşamına devam edebilmek için akıntıya karşı yüzmesi gibi. Bu yüzden en çok sevdiği çiçektir“Ağlayan Gelin”. Zorlu yolculuğunda ona eşlik ettiğini düşünür. Havva artık içini Kahveci Güzeli’ne değil “Ağlayan Gelin”e döküyor.

HATİCE BEKTAŞ

Çocuklarını gönderdikten sonra balkondaki çiçekleri suladı. Çiçeklerin solan yapraklarını temizledi okşar gibi. En sevdiği çiçeğiyle, Van Gölü  çevresinin kardeleni, “Ağlayan Gelin”le konuştu bir süre, her zamanki gibi. İçeri girip koltuğa uzandı[1]. Televizyonu açtı. Koltukta uyuyakaldı.

Yetmişli yılların başında gelmişti Danimarka’ya. Danimarka’ya geldiğinde toprağın kokusunu aradı duyuları. Yağmurlu bir gündü, ama toprak kokusu yoktu havada. Çok şaşırmıştı. Yağmurun ardından güneş bile göz kırpmamıştı. Gökkuşağını aradı gözleri boşuna. Bütün gün durmadan yağan yağmur önce havayı, sonra da gönlünü kasvetle doldurdu.

 

Kocası ondan önce gelmiş, bir süre yalnız başına çalışmış, sonra çocuklarıyla karısını da Danimarka’ya getirmişti. Ne büyük hayallerle gelmişti Danimarka’ya. Kraliçe gibi yaşayacağını düşünmüş, rahat bir hayatın hayallerini kurmuştu.

Sanki memleketinden getirdiği en iyi dostuydu Kahveci Güzeli.

Bir daire kiralamıştı kocası. İçini kullanılmış eşyalarla dayayıp döşemişti. O da köyden gelirken getirdiği çeyizleriyle süslemişti evini. Duvara astığı halı köyünü hatırlatıyor, özlemlerine özlem katıyordu çoğu kez. Köyü duvar halısının arkasına saklanmış gibi dalıp giderdi bazen motiflerine. Kendini asma yapraklarının altındaki çardakta komşularla çay içip dantel örerken hayal ederdi. Kahveci Güzeli, köyde bıraktıklarını unutturmamak için bakardı duvardan sürekli. Ara sıra Kahveci Güzeli’nin gülümsemesine karşılık verirdi. Sanki memleketinden getirdiği en iyi dostuydu. Onu anlayan ve anlatan en gerçek hatıraydı belki de.

korkuları yastık, endişeleri yorgan

Bir fabrikaya işe girdi. İş arkadaşlarının çoğu kendisi gibi kocalarının arkasından Danimarka’ya gelen kadınlardı. Her gün erkenden kalkar, yürüyerek işe giderlerdi. Otobüse binmezlerdi. Yaz kış demeden yürürlerdi evden fabrikaya, fabrikadan eve. Alışkındı köyde tarlaya yürüyerek gitmeye. Zoruna gitmezdi yürümek. Sadece kışın sabahları karanlık olduğunda ürkerdi bazen. Hem işe giderken hem de eve dönerken karanlık olurdu. Kışın güneş doğmaz, yazın da batmazdı. 

Köyde yaşadığı zamanlarda gençti. Gücü kuvveti yerindeydi. Sabahtan akşama kadar çalışsa bile kendi işlerini yapmaktan mutluydu. Çocukları hemen çağırabileceği mesafedeydi. Köyde herkes birbirinin çocuğuna göz kulak olurdu. Yanlış yaptıklarında önce köyün büyükleri kızardı çocuklara, yol gösterirlerdi. Kendini yalnız hissettiğini hiç hatırlamıyordu. Köyde her zaman birbirlerinin yardımına  koşar, ekmeği birlikte yapar, çamaşırları birlikte yıkarlardı. Komşu kızlarının çeyizleri bile imece usulü hazırlanırdı. İhtiyar ve kimsesizlere sırayla yemek götürürdü köyün kadınları. Bahçelerinde yetişen sebze ve meyveleri ortak tüketirlerdi. 

Üçüncü çocuğuna hamileyken doğum iznine ayrılmıştı. Danca bilmiyordu. Fabrika dil bilmemesini bahane ederek işten çıkardı. Danca öğrenmeyi o da cok istiyordu. Ama kendi dilini bile okuyup yazamıyordu ki ikinci bir dil öğrensin. Zar zor adını yazabiliyordu. Köyde üç yıl gidebilmişti okula, o da her gün değil. Kız çocuğu okula gitmezdi. Okuyup da ne olacaktı. Anasına yardım etsindi, çeyiz hazırlasındı. Bir gün el kapısına gidecekti zaten. Ev işi yapmayı, yemek yapmayı öğrensindi. Anası bir şey öğretmemiş demesinlerdi. Okursa kocaya kaçardı. Ailenin namusu iki paralık olurdu.

Kocası işsizlik ödeneği almaya hak kazanmadan işten çıkarılmasına kızmış, biraz hırpalamıştı. Alışkındı, normal olduğunu öğrenmişti baba evinde. Hayatın yükünü kadınların çekmesini kimse yadırgamazdı. Verimsiz tarlanın, olmayan paranın, sütü azalan ineğin sorumlusu olmak alın yazısıydı, tüm Anadolu kadınları gibi. Yemeğin tadı tuzu yerinde olsa bile kocasının canının o gün o yemeği istememesinin cezasını çekerdi, tıpkı annesi, neneleri gibi. Her şeyin sorumlusu ama hiç bir şeyin sahibi olmadığı beynine kazınmıştı. Korkularını yastık, endişelerini yorgan yapmayı çoktan öğrenmişti. Sessizce kaderine razı olmayı biliyordu.

herkes kendi yalnızlığının içinde boğulsa da…

Çocuğu büyüyüp kreşe başladığında tekrar iş aramış, danca bilmediği için kapılar yüzüne kapanmıştı tek tek. Sonunda bir at çiftliğinde iş bulmuştu. Tercümanla gittiklerinde atlar da danca bilmiyor sen de, anlaşırsınız bir şekilde deyip işe almıştı çiftlik sahibi. Daha önce hiç atlara bakmamıştı. Tek başına sabahtan akşama kadar çalışır, bitkin bir halde eve gelirdi. Hasta olduğunda bile giderdi işe. Hasta olduğu günlerinin ödeneğini devletin işverene ödediğini bilmiyordu, kimse haklarını anlatmamıştı ona.

Daha önce hiç atlara bakmamıştı. Tek başına sabahtan akşama kadar çalışır, bitkin bir halde eve gelirdi.

Bir gün gözü morarmış bir halde işe geldiğinde çiftçinin karısı sormuştu işaret diliyle. Düştüm diye anlatmaya çalışsa da inanmamıştı çiftçinin karısı. Ertesi gün bir tercüman çağırmış,  kadın  sığınma evlerinden bahsetmişti. Tercüman tanıdıktı. Hiç bir şey anlatmadan dinledi, istemediğini söyledi duyulur duyulmaz bir sesle. Danimarka’da kalması için eşinin imza atması gerekiyordu her seferinde. Yoksa baba evine dönmek zorunda kalacaktı üç çocukla. Katlanmaktan başka çaresi yoktu. En azından sürekli oturum hakkını kazanana kadar dişini sıkmalıydı. 

Evdeki durumdan çocukların da olumsuz etkilendiğinin farkındaydı. Kocasının içki alışkanlığı, hafta sonları oynadığı kumar yüzünden çocuklarının ve kendinin ihtiyaçlarını karşılayacak para kalmazdı ellerinde. Çocuklarıyla ilgilenecek zamanı yoktu. O işten gelene kadar sokakta oynarlar, türlü türlü yaramazlıklar yaparlardı. Etrafta onlara yol gösterecek köyün büyükleri yoktu. Komşu kadınların arkasından yaptığı dedikoduları bilirdi. Herkes başkasının mutsuzluğunu birbirine anlatarak kendi mutsuzluklarını unutmaya çalışırdı. Çaresizliklerinin sığınağıydı dedikodular. Herkes kendi yalnızlığının içinde boğulsa da kimse kimseye derdini anlatmazdı. Belki utandıklarından, belki de kocalarının  kulağına giderse memlekete gönderilmekten korktukları için hep mutluymuş, diğerlerinden daha iyi bir hayatı varmış gibi davranırlardı birbirlerine karşı. 

oğlu gururla baktıkça daha çok öğrenmek istiyor

Oğlu okula başladığında onunla beraber hem okuma yazmayı hem de dancayı öğrenmeye başladı. Oğlunun okuldan getirdiği hikaye kitaplarını birlikte okuyorlar, bilmedikleri kelimeleri resimlere bakarak çözmeye çalışıyorlardı. Bazen kelimeleri yanlış telaffuz ettiğinde gülüyordu oğlu ona. Ama o bozulmuyor, onunla beraber gülüyor, tekrar doğrusunu söylemek için gayret ediyordu. Oğlunun ona gururla bakması hoşuna gidiyor, daha çok öğrenmek istiyordu. Oğlu annesiyle paylaştığı güzel anıların hatırına yaramazlık yapmamaya çalışıyor, kardeşlerine yol gösteriyordu. Artık işten geldiğinde çocukları sokaktan toplamıyordu. Oğlu kardeşlerine hikayeler okuyor, birlikte ev işleri yapıyorlardı üç kardeş, ellerinden geldiğince. Annelerine gösteriyorlardı yıkadıkları bulaşıkları gururla.

İşe gittiğinde çiftçinin karısıyla konuşuyor, öğrendiklerini pekiştiriyordu. Bir süre sonra bazı cümleleri Türkçesini düşünmeden söylemeye başladığını farkettiğinde sevincine diyecek yoktu. Aralarında güzel bir dostluk kurulmustu. Artık işe atların pisliklerini temizleyeceğini değil, çiftçinin karısıyla edeceği sohbetleri düşünerek gidiyordu. Yemek paketinde getirdiği börekleri, poğaçaları birlikte yiyorlardı. Çiftçinin karısı da ona her zaman kahve getiriyordu öğlen molasında yanına gelirken. Abla kardeş ilişkisine dönüşmüştü ilişkileri bir süre sonra. Hem Danimarka kültürünü tanıyor hem de köyünü anlatıyordu, özlemlerini sadece duvar halısıyla değil kendini dinleyen birisiyle paylaşmak iyi geliyordu ona. 

dayak yemenin insan ruhunda bıraktığı izleri en iyi bilen anne

Sonunda Danimarka’da süresiz oturma ve çalışma hakkını almıştı. Kendini daha bir güvende hissediyordu. Kocasından daha iyi danca biliyordu. Bu bile kocasının zoruna gidiyor, fırsat buldukça aşağılıyordu karısını. Başkalarının yanında gavurlaştın, yakında gavur kadınları gibi olur, tekmeyi vurursun bana diyerek güya kendini haklı çıkarmaya çalışıyordu. Danca öğrenmemiş olması gavurlaşmadığının kanıtıydı sanki. Karısının kendisini terkedeceğine gerçekten inandığı içindi belki de artık dayak atmıyor, sadece sözleriyle incitiyordu. 

Çiftlikteki işini bırakıp bir yuvada pedagog yardımcısı olarak iş buldu çiftçinin karısının yardımıyla. Daha rahat bir işte daha iyi bir maaşla çalışıyordu artık. Kısa sürede kendini sevdirdi. Bir kaç yıl sonra yuva müdürünün ve iş arkadaşlarının teşvikiyle pedagog eğitimine başvurdu. Yabancıların eğitim almasını kolaylaştırmak amacıyla açılan kurslara katıldı önce. Başarıyla tamamladı kursu. Pedagoji eğitimine başvurdu. Hem çalıştı hem de eğitimine devam etti. İş arkadaşları enerjisine de azmine de hayran kaldılar. Ellerinden geleni esirgemediler, her türlü yardımı yaptılar. Stajını çalıştığı yuvada tamamlayıp pedagog olduğunda en çok iş arkadaşları sevindi. Balonlarla, bayraklarla karşıladılar diplomasını alınca. Başarısına da gururuna da ortak oldular. 

Çocukları annelerinin azmiden çok etkilenmişti. Okullarını hiç ihmal etmediler. Üç çocuğu da üniversiteye başladı. Büyük oğlan doktor oldu. Kızı psikoloji eğitimi aldı. En küçük kız ise öğretmen oldu. 

Oğlu doktor olarak ulusarası yardım kurumlarında çalışıyor zaman zaman. Hem dünyayı geziyor hem de yardıma en çok ihtiyacı olan insanlara yardım ediyor. Kızı kadın sığınma evlerinde kalan kadınlara yardım ediyor, gönüllü olarak. Onların yaralanan ruhlarını tekrar onarmaları için çözümler üretiyor. Bu konuda en çok da annesinin tecrübelerinden faydalanıyor. Dayak yemenin bedende değil insan ruhunda bıraktığı izleri en iyi annesi anlatıyor ona. Şu ara bu konuda yaptığı araştırmalarla ilgili doktora tezini yazıyor.

Havva Van Gölü’nün  İnci Kefali gibi önüne çıkan engelleri azim ve hırsıyla yenmesini bildi.

Kocası artık içki içmiyor, kumar oynamıyor. Bütün gününü camide geçiriyor. Çocuklarının ve karısının başarılarına sunduğu katkılarıyla övünüyor arkadaş ortamlarında. Hacca gitme hayalleriyle, gavurlaşmadan yaşamış olmanın huzurunu taşıyor. 

 inci kefalinin akıntıya karşı yüzmesi gibi

Havva Van Gölü’nün  İnci Kefali gibi önüne çıkan engelleri azim ve hırsıyla yenmesini bildi. Vazgeçmedi, mücadeleye devam etti. Kendi yolunu, hayatının akışını içinde bulunduğu  şartlara göre değil, bu şartlara rağmen değiştirdi. Tıpkı İnci Kefali’nin yaşamına devam edebilmek için akıntıya karşı yüzmesi gibi. Bu yüzden en çok sevdiği çiçektir “Ağlayan Gelin”. Zorlu yolculuğunda ona eşlik ettiğini düşünür. Artık içini Kahveci Güzeli’ne değil “Ağlayan Gelin” e döküyor. Etrafında onu seven dostları, yakın arkadaşları var. Ama bu dostların içinde ille de memleketinin ender çiçeklerinden “Ağlayan Gelin”in yeri apayrı.

(Gerçek Gurbet Hikayeleri’nde temsili fotoğraflar kullanılmaktadır).


[1] Halk arasında ”Ağlayan Gelin” olarak bilinen, çeşitli hikayelere konu olmuş Doğu Anadolu’da yaygınlık gösteren bu endemik bitki, Kral Lalesi ve Ters Lale adlarıyla da bilinmektedir. Kaçak yollarla Avrupa’ya götürülen “Ağlayan Gelin”, saksı çiçeği olarak pazarlanmaktadır.

PAYLAŞMAK İÇİN