Geçmişle şimdinin kesiştiği bir kesitte her şairin bir İstanbul’u va

İlhan Berk, İstanbul’a durup bir kıyısından bakan bir şairdir. Attilâ İlhan’ı İstanbul’la ilgili şiirlerinde karşıt duyguların, karşıt gerçekliklerin çatışma ve kesişme noktasında buluruz. Ataol Behramoğlu’nun çocukluğundan beri sevdiği İstanbul Kirazlı Mescit Sokağı’nda somutlaşır. Vedat Türkali’de ise “Sen bize layıksın” dizesinde anlamını bulur.

CAFER YILDIRIM

İlhan Berk, İstanbul’a durup bir kıyısından bakan bir şairdir. İlhan Berk’in İstanbul anlatımı,  gözlemine düşen İstanbul görüntüleri ve bu görüntülerin duygu dünyasındaki etkilerine dayanır. Şairin yaptığı betimlemenin belirgin ve solgun çizgileri İstanbul’un onda olumlu izlenimler bırakmadığını göstermektedir:

“Yağmur altında bir adam sallanır durur sehpada”
*
“Karnını taşlara vermiş biri yatar camilerin önünde”
*
“Bakarsın ayağın dibinde boyalı kirli yelkenler yatar”
*
“Dört yanında Allah’a söve söve yaşanır”
*
“Bir meyve gibidir intihar sabah akşam bölüşülür”

Berk’in İstanbul anlatımı derin bir düş kırıklığının anlatımıdır. Şairin şehre ilişkin tanımı da bu düş kırıklığı oranında hırpalayıcı ve şiddetlidir:

“Bu şehir aşktan değil şehvetten düşüp gebermeye hazır
Genç orospular ölü padişahlar hastalar şehri
            Rezil İstanbul”
(İstanbul şiirinden)

Bıçkın, uykusuz şoförlerin sürdüğü kamyonlar

Attilâ İlhan’ı İstanbul’la ilgili şiirlerinde karşıt duyguların, karşıt gerçekliklerin çatışma ve kesişme noktasında buluruz.

Duygusal çerçevede gerçekçi bir İstanbul betimlemesi sunduğu “İstanbul Ağrısı” şiirinde şair bir ikilem içinde ve İstanbul’u sevmek ile ondan kaçmak isteğinin çatışma alanındadır. Direkli bandıralar limanları ormana dönüştürmüş, Yahudi sokaklarından Telaviv şarkıları yükselmektedir. Kirli dudaklarını bulut bulut şaire uzatmaktadır şehir. Garları tren çığlıklarıyla bıçaklanmakta, intihar dumanlarını solumakta, ibneleri yakalarına karanfil takmaktadır. Şairin İstanbul betimi hareketli, huzursuz, ağrılı bir şehir kimliğini tamamlayıcı kesitler sunarak sürer. Tarlabaşı pansiyonlarını bekârlar mesken tutmuş, üniversitelerinden sınav çığlıkları yükselmekte,  Tophane iskelesine bıçkın, uykusuz şoförlerin sürdüğü kamyonlar yanaşmaktadır:

“ulan istanbul sen misin
senin ellerin mi bu eller
ulan bu gemiler senin gemilerin mi
minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında
liman liman götüren
ulan bu mazut tüküren bu dövmeli gemiler senin mi
akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar
neden durmaksızın imdat kıvılcımları fışkırıyor
antenlerinden
neden
peki istanbul ya ben
ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi
          boy boy
gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu abbas
ya benim kahrım
ya senin ağrın
ağır kabaralarınla uykularımı ezerek deliksiz
             yaşattığın
çaresiz zehirler kusan çılgın bir yılan gibi
burgu burgu içime boşalttığın
o senin ağrın
o senin”

Şehrin ağrısı giderek şairin ağrısı olur. İstanbul’dan ayrılmak isteğinin de nedeni bu ağrıdır. Fakat şair İstanbul’a öylesine bağlıdır ki kaçış duygularının temelinde bu bağlılık vardır: 

“1949 eylülünde birader mırç ve ben
sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık
sana taptık ulan
unuttun mu
sana taptık”  

“İstanbul Ağrısı” bireyleri aşan, toplumsal bir nitelik taşıyan sorunların çığlığa dönüştüğü bir çizgide durur. Puslu, huzursuz toplum tablosunun ana nedenini oluşturan çerçeve İstanbul’un büyük şehir oluşudur.

Geçmişle şimdinin kesiştiği bir kesitte

“İstanbul Şehri Ağlıyor”da ise şair bu büyük şehrin daha genel ve kapsayıcı olan başka bir gerçekliğini gözler önüne serer. Yoksul, yaralı bir toplum tablosu çizer; açlık, yoksulluk, geleceksizlik gibi temel toplumsal sorunları öne çıkartılır:

“ben mehtabı içmişim gökyüzü içime akmış
onlar anadan üryan ansızın karşıma çıkmışlar
bir hayal bir rüya gibi gelip elimi sıkmışlar
kimisi feshane’den kimisi beykoz fabrikası’ndan
gözleri nemli değilmiş ama galiba açmışlar
bu kan mıdır kızılcık mıdır mum gibi veremliler
ölüm gezer gölgeniz misali arkanızdan”

Bu tablo karşısında ağlayan şehir gerçekte şairin kendisi olmalıdır. Çünkü o ülkesinin işçileri, açları, veremlileri, mahkûmları, kelepçelileri, sonuçta kıstırılmış ve umarsız bırakılmış insanlarıyla birliktedir. İstanbul’un yaralayıcı gerçekliği şairi bütün bir Anadolu, bütün bir Türkiye gerçekliğiyle buluşturur:

 “şimdi bütün türkiye bir anne gibi uyumuş
ah benim anadolu’m ah benim türkiye’m
yarana merhem olsam gözlerimi sürsem
bu çocuklar merinos fabrikası’nın işçileri bursa’dan
bunlar kömür kesilmiş kalbini söker yeraltından”

“Emirgan’da Çay Saati” şiirinde Attilâ İlhan’ı İstanbul’un tarihe dokunmuş geçmişine yaptığı bir iç yolculuk halinde buluruz. Bu şiirde İstanbul, geçmişle şimdinin kesiştiği bir kesitte durur:

“bir çay yalnızlığı emirgan’dan öteye
değdikçe ısındığı yaldızlı bardağın”

Kirlenmeden arınmayı bilmiş İstanbul

Çay yalnızlığından şehrin yoğunluklu tarihine, bir anlamda geçmişin kalabalığına yapılan yolculuk şairi Nedim, Tatyos Efendi, kafeslerin ardındaki feraceli kadınlar, Harbiyeli sürgün yolcular, havaya sinmiş asılmış adam kokuları, yaslı Jöntürklerlerle buluşturur. Tarihsel ve kültürel bir içerik taşıyan, şimdiden geçmişe, cumhuriyetten Osmanlıya uzanan bu kimlik akışı şehrin coğrafî ve mimarî estetiğini de kapsar.

İlhan’ı feraceli kadınlara ve asılmış adam kokularına götüren İstanbul, Ömer Nida’ya çam kokuları sunar.

Yeni bir sabaha horoz sesleriyle başlar Ömer Nida’nın İstanbul’u. Boğaz’da bir kotra öksürmektedir. Güverteye yatmış olan kaptan camilerin nasıl o denli görkemli yapılabildiğine şaşırarak bakmaktadır. Erenköy’de ise bir kadın ağlar. Hava çam kokmaktadır. Köprü altlarında sahipsiz çocuklar hayaller kurar. Kasımpaşalı Mahmut şükretmesini bilen biridir. Çamlıca’dan derin ve dokunaklı bir tambur sesi gelir. Şairse Balıkpazarı’nda gezer, fakat ne Orhan Veli’yi ne Sait Faik’i bulabilir. Meyhanelerde şiir okunmaktadır… Gördüğü bir düş sonrası şairin belleğinde kalan İstanbul’la ilgili yaşantı parçacıkları, görüntüler, duygular, duygulanım anlarıdır bütün bunlar. Ömer Nida bir düş aracılığıyla anlatır bize İstanbul’u. Nida’nın yarattığı İstanbul çağrışımı gündelik, genel bir gözlemin ürünüdür. Ağlayan kadınlar, sahipsiz çocuklar, geçim derdi içinde bulunan birtakım insanların sözü edilmekle birlikte bunlar köklü toplumsal çelişkilerin sembolü olmaktan uzaktır. Olumsuzluklar hayatın genel geçer gerçekliği niteliğindedir. “Kirlenmeden arınmayı bilmiş İstanbul” diye yazar şair. Nida da birçok şair gibi İstanbul’u yaşama sevinci veren bir mekân olarak duyumsar:

“Kirlenmeden arınmayı bilmiş İstanbul
İstanbul bahar dolu aşk dolu
Kadıköy’de fıkır fıkır kadınlar kızlar
Rumeli yönünden bir tatlı rüzgâr…”

Kirazlı Mescit Sokağı’nda somutlaşan İstanbul

Ataol Behramoğlu’nun çocukluğundan beri sevdiği bir şehirdir İstanbul. O denli özler ki şair onu, göğsüne başparmağıyla resmini çizer:

 “Göğsüme bir İstanbul çiziyorum
Başparmağımla, kelebek biçiminde”
*
“Kadıköy’den herhangi bir deniz
Tenha bir tramvay şişliden
Samatyadan belki sultanahmetten
İncir ağaçları ansıyorum”
(İstanbul şiirinden)

Ataol Behramoğlu özlemini duyduğu, göğsüne resmini çizdiği İstanbul’un toplumsal gerçekliğinin farkında olmayan bir şair değildir. Şair gerçi şehre ilişkin kişisel bağlılık nedenlerini, özlemini körükleyen ayrıntıları açıklamaz. Fakat sevgisinin odağına bütünlüklü bir İstanbul kimliği yerleştirmesi ve Kirazlı Mescit Sokağı üzerinden İstanbul’un yoksul tarafıyla ilgili ayrıntıları sıcak bir üslûpla aktarması onun İstanbul’u romantik duygularla kucaklamadığını göstermektedir. Hatta şairin şehre olan sevgisinin temelinde İstanbul’un sosyal gerçekliğinin daha ağırlıklı bir yer tuttuğu söylenebilir:

Yüz yaşında bir hamal
Yüz kiloyla didişir
Minnacık oğlanlar
Çöplükte küfürleşir

 Konuşsam bu bebelerle
Söyleyebileceğim ne var
Naylon talaşı topluyor
Kışın yakmak için bir ihtiyar

 Kirazlı Mescit Sokağı
Bir sokak, yoksul İstanbul’dan
Aklımda bu dizeler
Geçtim bir ikindiüstü ordan”
(Kirazlı Mesçit Sakağı şiirinden)

“Sen bize layıksın” dizesinde anlatımını bulan bilinç

Kentleşme sürecinde bir sanayi ve ticaret şehri olan İstanbul kırsaldan en fazla göç alan il olmuştur. Süreklilik arz eden göç karşısında İstanbul’u mülkiyetçi anlamda sahiplenici, ayrımcı, elitist bir anlayış da gelişmiştir. Bu anlayış İstanbul beyefendisi ve hanımefendisi odaklı bir İstanbul yaşantısının varlığını kendine dayanak edinerek göçle gelen değerlere karşı küçümseyici, hor görücü bir hava yaratmıştır. Varsayılan seçkin İstanbul yaşantısının taşralılar tarafından bozulduğu, seçkin mekânların yağmalandığı ileri sürülmüştür. Şiir alanında da yansımasını bulan bu imtiyazcı, seçkinci görüşlerin karşısına “karşı bilinç”le çıkan şair ise Vedat Türkali’dir. Romancı kimliğiyle tanınan Türkali “İstanbul” şiirinde kentleşme sürecini hem tarihsel değişim çerçevesinde değerlendirerek konuya doğru bir yaklaşım getirir, hem de gerçekliği dönüştürücü bir söylem kurarak yapay ayrılığı bertaraf eder. Taşraya yönelik horlayıcı ve dışlayıcı söylemin karşısında, taşradan yana İstanbul’u sahiplenici bir söylemle “karşı bilinç”in sesini yükseltir. “Sen bize layıksın İstanbul” dizesinde anlatımını bulan bu bilinç İstanbul’u mülkü olarak gören seçkinler, şehir ve halk üçgeninde halkın duruş noktasını da tanımlamaktadır. Bu tanım egemen ideolojinin ve ezikliğin psikolojik etkilerinden arınmış, kendine güvenli bir tutumun, bir duruşun ürünüdür.

Türkali’de birçok şairde gördüğümüz ne İstanbul-Anadolu karşıtlığına ne de göçün İstanbul’a savurduğu insanlarla İstanbul yerlileri arasında yapılan ayrıma rastlanır:

 “Almış dizginleri eline
Bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağası
Onların kemik yalayan dostları
Onların sazı cazı villası doktoru dişçisi
Ve sen esnaf sen köylü sen memur sen entelektüel
Ve sen
Ve sen haktan bahseden Ortaköy’ün Cibali’nin işçisi
Seni öldürürler
Seni sürerler
Buhranlar senin sırtından geçiştirilir
İpek şiltelerin istakozların
Ve ahmak kadınların selameti için
Hakkında idam hükümleri verilir”

Türkali’ye göre gerçek farklılık yer yer öfkeli, aşağılayıcı bir dille andığı para kaynakları vurgun ve sömürü olanlarla esnaf, köylü, işçi, memur, entelektüel gibi yaşamını emek harcayarak, çalışarak kazananlar arasındadır. Bu ayrım sınıfsal bir bakışın ürünüdür ve İstanbul’un iki cepheli yapısı aslında bütün bir ülkenin gerçekliğinden bir parçadır. Çünkü çizilen toplumsal tablo şehir yöneticilerinin sınırlarını aşmakta, tamamen ülke yönetimi ve ülke yönetiminde etkin olan kesimleri işaret etmektedir. Bu noktada İstanbul herhangi bir Anadolu şehrinden farklı konumda değildir.

Kolları ardından bağlanmış şehrin kurtarılması

Kimi toplumcu gerçekçi şairlerin kurmuş olduğu İstanbul-Anadolu karşıtlığının yanıltıcı genelliği ve karmaşık içeriği düşünüldüğünde Türkali’nin sınıf eksenli çözümleyici yaklaşımı toplumcu bakışın doğru bir çizgiye çekilmesi açısından önemlidir.

Türkali’nin İstanbul algısının bir diğer önemli boyutu da sınıfsal çözümlemelerin somut bir hedefle içeriklendirilerek toplumcu gerçekçi anlayışın bir ileri aşamaya taşınmasıdır. Söz konusu olan artık yakınmak, yazıklanmak değil, “kolları ardından bağlanmış, yolbaşları kesilmiş” bir şehrin kurtarılmasıdır. Ki şehrin kurtulması ülkenin kurtulması anlamına gelmektedir:

“Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymâniye’nle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalarınla bekle
Ve bir kuruşa Yeni Hayat satan
Tophane’nin karanlık sokaklarında
Koyun koyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın”.

 Nedim’den Vedat Türkali’ye uzanan tarihsel kesitte yer alan şairlerin İstanbul’a bakışlarını konu edindiğim bu çalışma sonucunda ulaştığım yargıyı başlık olarak da kullandım: Her şairin bir İstanbul’u var!