Fikret Adil’in kaleminden ‘Bohem’ yaşamı ve arkadaşı Necip Fazıl

Bohem yaşam, Avrupa kökenli Çingenelerin göçebe yaşamlarına benzer, dertsiz, tasasız, umursamadan, berduş, eline geçen parayı zevk için harcayan, kumarla, içkiyle, eğlenceyle, eğlence dünyasından kadınlarla gününü gün eden, rahat yaşamanın adıdır.  Fransızcadan “boheme”den gelen bohem yaşam; yaşamı salt sanat yönüyle, sanatsal açıdan duyumsayan bir yaşam olarak görmek anlamına da gelir.

Türkiye’de “bohem yaşam” denince akla ilk gelen ad kuşkusuz Fikret Adil. Fikret Adil, 1901-1973 yılları arasında yaşamış gazeteci, yazar, çevirmen, ressam, eleştirmen olarak çok sayıda yapıt üretmiştir. İstanbul’un bohem yaşamını konu edinen, 1930’lu yılların Asmalımescit’inde 47 numaralı pansiyon odasında içki, uyuşturucu ve kadınlar üzerine geçen anılarını anlatan yazarın, Elif Naci, İbrahim Çallı, Peyami Safa, Mesut Cemil gibi birçok tanınmış arkadaşı arasında günümüz muhafazakar dünyasının saygın kişisi o dönemin bohem kişiliği Necip Fazıl Kısakürek de vardır.  Bu pansiyon, çok hareketli bir eğlence dünyasının ortasındadır. Çevredeki barlar Rus, Beyaz Rus, Fransız, Macar sanatçılarla doldur.  Fikret Adil ve arkadaşlarının tüm zamanı onlarla geçer. Petrograd, Gardenbar, Turkuvaz eğlencenin merkezleridir. Asmalımescit’in bulunduğu Beyoğlu’nda ara sokaklarda benzer birçok bar da bulunmaktadır

Gerçek bir İstanbullu olan Fikret Adil, “bohem” kavramının hakkını veren bir yaşam sürmüş, bunları gelecek nesillere de başarıyla aktarmış ve İstanbul’un kent ve eğlence tarihini de kayıt altına almıştır. Bugün bu kitapta yer alan küçük bir bölümü sunmak istiyorum. Genelde çok duru bir Türkçe ile yazılmış olan yapıtta, eskimiş sözcüklerin günümüzdeki anlamlarını parantez içerisinde verdim. Sunacağım bölüm, muhafazakarların örnek aldığı Necip Fazıl açısından da ilginç bir anı niteliğinde. Yazar kitapta Necip Fazıl’ı da bohem yaşamın en seçkin kişilerinden biri olarak tanımlıyor: 

Necip Fazıl her şeyden önce hotgamdır (bencil). Memleketimizde bohem hayatı yaşayan sanatçı pek azdır. Hakiki bohem, her şeyden evvel çalışır ve sanat eseri meydana getirir. Ve bohem kazanır, bütün kazancını bir günde bitirir. Onun zaman telakkisi yoktur. İlcaidir. (dürtülerine bağlı) Necip Fazıl bohemdir.”
“Bir cuma günü, Necip Fazıl ve ben, ikimiz de parasızdık. Öğle yemeği zamanı çoktan geçmiş ve Beyoğlu’nda Petrograf’ta (Tepebaşı Petrograd Pastanesi) önümüzdeki çayları, çabuk bitmesin diye yudum yudum içiyor, bir taraftan Peyami Safa’nın idare ettiği “Cumhuriyet”in edebiyat sayfası için yazılarımızı hazırlıyorduk. Açlık ikimizi de asabileştirmişti (sinirlerimizi bozmuştu)
Necip esasen yazı yazarken hırçınlaşır, yüzündeki rakamlar -bu buluş Peyami Safa’nındır- harekete geçer ve bir kerrat cetvelini (çarpım tablosu) andırır, bir mekanizma kuruluğuyla tek heceli küfürler savurur, kılıfını değiştiren bir yılan kadar hassas ve titiz olurdu
Kalktı, bir başka masaya gitti, oturdu, hüsnühat müsveddesi (güzel yazı çalışması) yapan bir çocuk gibi abandı. Yazmaya başladı. Yavaşça ensesinden baktım. Serlevha (başlık) “Açlık” idi.
Bir göz gezdirdim. Hatırımda kaldığına göre Necip, açlığın insana “perspective” (derinlik) hususunda vermiş olduğu hisleri tahlil ediyordu.
Bu aralık tanıdık bir arkadaş kapıdan göründü. Necip Fazıl farkında olmadan kendisinden birkaç lira aldım ve birdenbire:
Haydi, dedim yemeğe gidelim.
Durdu. Hayretle yüzüme baktı. Bir şey söylemeden kalktık, Amerikan lokantasına gittik. Necip her ihtimale karşı kapıya yakın bir tarafa oturdu, az yedi. Fakat doymuştu.
Hiç konuşmadan çıktık, tekrar pastahaneye gelerek birer kahve ısmarladık; yazılarımıza, yine ayrı ayrı masalarda, devama başladık. Necip düşünüyordu. Elindeki kalemi kemiriyor, fakat bir türlü “Açlık” nesrinin (düzyazı) sonunu getiremiyordu. Nihayet yerinden fırladı:
Allah belanı versin, dedi, karnım doydu, açlık fikirlerim kayboldu.
Sonra önündeki yazıyı aldı. Yırttı. Başka bir nesre başladı. Bu “Ölüme Dair Nesirler” idi.

Sol başta Fikret Adil, Adalet Cimcoz ve sağ başta Yaşar Kemal

Necip Fazıl, açlığı kaybolunca, ölümü düşünür. Bu iki his onda sabittir. Fakat biri ruhuna, öteki uzviyetine (bedenine) hâkimdir.

Necip Fazıl oynar. Kazanmak için değil. Tripo’ya (kumarhane) gider ve her zaman kaybeder. Oraya, Tripo’ya, bu hislerin meful (işlenmiş) olanlarını duyabilmek için gider. O, bunu bilir fakat mazlumun âlime, aldananın aldatana tefevvukunu (üstünlüğünü) da bilir. Oraya tripoya, bu hislerin meful olanlarını (etkilerini) duyabilmek için gider. Burada onun için asıl olan heyecan, iptilânın (bağımlılık) azabı, bütün kaidelerin (kuralların) üzerinden bir dev adımıyla aşmak, bunu alenen yapmak dürüstlüğünün verdiği hız ve hazdır.

Hangimiz bir iptilânın esiri değiliz?

Bir gece gene parasızdık. -Elân (şimdi) da öyle.- Eve döndük. Parasızlığın verdiği üzücü sıkıntıyı unutmak için yattım. Necip, mindere, yere, uzandı, soyunmamıştı. Yüzünü duvara çevirmiş, bütün vücudu, asabiyet (sinir bozukluğu) şimşeklerimizin paratoneri imiş gibi titreyerek ertesi günü “Hayat mecmuası”na satılmak üzere bir şiir yazmaya uğraşıyordu. Bu şiirin ilk iki mısraı şu idi:

İçim öyle dolgun öyle ezgin ki 
Ağlarım, değmesin dizime dizin

Yataktan, yarı aralık gözlerle kendisini seyrederken kalktı, köşesine çekilip perdeyi kapattı. Necip burada bir mum yakar, yazısını yazar, hem de -gülmeyiniz- ışıkla ısınırdı.
Uzlet (yalnız kalma) bir fener, bense
İçinde yanan bir mum

şiirini de burada yazmıştır.

Köşesine çekilmiş olmasına rağmen, ben, onun aklından geçenleri, bir yaz günü, öğle üstü, yeşil panjurları kapanık beyaz bir köşkün içerisinde geçen esrarlı şeyler gibi müphem (belirsiz) bir emniyetle görüyordum.
Birdenbire, fırladı. Aynaya yaklaşırken başını tavana çarptı. Okkalı bir küfür savurdu. Bağlana bağlana kaytana dönmüş kravatını genişletti, düzeltti. Ensesini şişirerek, yüzüne hilâlin kavsini resmettirip kendini aynada bir süzdü. Ve bir kelime söylemeden çıktı. Sokak kapısının şiddetle kapandığını duydum, ev, kökünden sallandı.
Uyudum.
Bilmem ne kadar sonra odanın kapısı aynı şiddetle açıldı.
Necip Fazıl yumruğunu yüzüme doğru hizalamış, kelimenin bütün mana ve adiliğiyle sırıtarak içeri hücum etti.
Kalk be, otomobil kapıda duruyor.
Ah bu otomobil merakımız. Bir zamanlar Köprü’yü geçmek için paramız olmaz ve Beyoğlu’ndan Babıâli’ye otomobille gelir ya Cumhuriyet’in yahut Peyami Safa’nın tabiinden (bağlı) bir lira ödünç alıp otomobil parasını verirdik.
Bunları bir saniyede düşündüm. Necip muhakkak otomobille gezdikten sonra parayı vermemiş, aynı belaya benim de başımı sokmak istiyordu.
Haydi diyorum, kalksana, Peyami’ye uğradım, yok. Şeyh Memduh da yok!…

Necip hem beni tartaklıyor, hem de bunları söylüyordu.
Şüphelerim teeyyüt etti (doğru çıktı) ve düşündüklerimi söyledim, güldü, bir elini kalçasına dayayarak tahkir (onuru kırılmış) edilmiş bir şövalye vaziyetini aldı ve:
Aptal, karşında kim var zannediyordun, işte kartvizitim… diyerek, bir deste para fırlattı. Saydım tam yüz seksen lira.
Necip hayatında ilk defa -şüphesiz sonuncu olacak- kumarda kazanmıştı.”

FİKRET ADİL (1901-1973)

Türk Dili Dergisi 1 Mart 1972 Anı Özel Sayısı- Asmalımescit74, s. 88-90, 1953,
Asmalımescit74 (Bohem Hayatı), Sel Yayıncılık, Ocak 2015, s. 97-99,
Beyoğlu’nda Bohem Sanatçılar, Konur Ertop, Bütün Dünya, Ocak 2016

Oyun Masası, Fikret Muallâ