Başa gelen çekilirmiş. Kırılmış hayatları tamir işinde başarılı olamadım. Fakat dostluklarımız bakidir. Ankara’da “bir iken dost evim, şimdi oldu iki evim” türünden züğürt tesellisiyle avunmaya yattım. Yanılmışım! Memed’in hayrını göremedim. Görmek de istememiştim
SAMİ GÜNAL
Eş-dost, akraba-akran, takım-taallukat halaya durmuş!
Bir tek ağlayanı ben oldum!
Gün gelecek, Faruk Nafiz Çamlıbel’in, “Han Duvarları”ndan Memed’e ağıt çıkaracağım desem, kendime gülerdim. O da oldu işte:
“Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık / Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı / Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları”
Torosların eteğindeki Amik Ovası… Amik Ovası’nın başı sağ olsun! Sami’nin yaktığı ağıt yalan olsun!
Hatay’ın Elmas’ı, turnaların kanadındaki gümüş olarak semaha durmaya hazır gelmiş idi arz-ı âleme… Kardeşimsin!
İnce yapılı, sıcak edalı, turnaların kanadındaki gümüşe sevdalı, “Burdur alacası” gibi dokunmuş, Akdeniz’in dalgın bakışlı, “Şenses”li narin kızı Sevil… Canımsın!
Önce hangisi sevgilim olmuştu? Muhtemel ki Sevil! Öncesi sonrası yok, ikisi birden “benim insanım” olmuştu. Zihnin takviminde sevginin günü belli olmaz ki. Yakalamaya çalıştığın, sonsuzdaki herhangi bir gündür. O takvim yaprağının koparıldığı yer ise yüreğindir. İncinmeye görsün sızlar ha sızılar!
O zamanın bu iki temiz yüzlü çocuğunun gideceği yol malumdu. Bize gül yüzlü çocuklar katmak üzere dest-i izdivaç durağıydı varacakları yer.
Meyvelerini de hediye etmişlerdi dünyamıza. Cennet-i âlânın nur yüzlü bebeği “İlber Cem” Yakışıklılığıyla benim “kadersizim”le yarışmaktaydı.
Neydik biz? Hangi devran-ı âlemin çocuklarıydık? İzansızlığımıza bedel ödetmek üzere:
“Çocuklar biriktirilir dokuz ay on gün / Ömür boyu harcanmak için”
Başlamıştı bir kere o dönülmez süreç! Dönülse de kalpler yorgun, fikirler telaşlı!
Amik Ovası, maymunlar cenneti miydi ki bu oğlan şıpsevdilik iştihasına kapılıvermişti? Yoksa, doğanın “erkek kontenjanına bahşettiği o yasanın” sınıf başkanı mıydı? Gözler fıldır fıldır av peşinde uslanmaksızın gönül tepelemeyi kâr bildi.
Köylülüğe övgü çalma hevesinde değilim. Derdim çocuklardır. Erkek merkek, el kiri mel kiri münasebetsizliği savunusu yapacak değilim. Benimkisi “çocuksal” medeniyetsizlik!
Bakmayın bana duygusallığa çokça yenilen bir adamım. Şimdiki durduğum noktaya bakmadan her şeye rağmen acaba Sevil’e kızsam mı, yara almış çatıyı tamire geldiğim o yaz gününde beni umutsuz düşürüp yolcu ettiği için. Son bir defa İlber Cem için kör ebelik oynasaydık olmaz mıydı sanki?
Başa gelen çekilirmiş. Kırılmış hayatları tamir işinde başarılı olamadım. Fakat dostluklarımız bakidir. Ankara’da “bir iken dost evim, şimdi oldu iki evim” türünden züğürt tesellisiyle avunmaya yattım. Yanılmışım! Memed’in hayrını göremedim. Görmek de istememiştim. Sevil’inse nezaketli iltifatı eksilmedi can-ı bütünüme.
Ayrılıkları sür gitti ama hepimizin gönül evinde “Memed-Sevil” köşesi vardı. Ayrılsanız da beraberiz, nakaratı dönüyordu dostlarının dilinde.
Bir selam vermek istedim dostuma:
— Hayırsız, yaşıyor musun sen?
— Ağzında yel alsın… Ha, haberin yok, evlendim, 14 Haziran’da.
— Sana bir şey de demiyorum, tebrik de etmiyorum… Peki, Sevil’in haberi oldu mu?
— Hayır!.. Ortak arkadaş da çağırmadım. Üzülmesin istedim. İlber’den öğrenmiştir. Benim için hayattaki en önemli insan hâlâ o.
— Peki, neden bu herzeyi yedin?
— !..
Anladınız mı Elmas Mehmet neden ölmüş ve onu öldürenin ben olduğumu? O öldü, ben ağladım. Öbürleri mürüvvet günüdür deyi halaya durmuşlar.
İçimdeki ölmesin istediğim umuda ışık yandı. Kayıp olan “Kırk Diyalog” şiirimin kırkıncı dörtlüğünü temenni niyetine koyuyorum buraya:
“Olamadıysak bir birimizin / Yokluğu yüreğini yaksın birimizin / Kim ki boş kalsın / O, ona haber salsın”
paylaşmanız için