Can Yücel’de Rönesans mimarisi ve Barok resmin göstergeleri

Can Yücel bir gölge şairi olmadı. Kendinden önceki hiçbir şairin; ne şiiri ne de onun şair kimliği altında ezildi, gölgesinde kaldı. Bizde de, yabancı dilden çevirisini yaptığı şairlerde de böyle bir yanılgıya düşmedi. İşte bir örnek: Beckettin dilimize Godoyu Beklerken” adıyla çevrilen ünlü oyunu üzerinden, müthiş bir ironiyle, hem Becketta gönderir hem de oyunu çağrıştıran sarsıcı bir imge kurar.

ALİ EKBER ATAŞ

Yazan (düşünen de elbet) herkes için mutsuzluk kaçınılmaz. Düşünmenin ürünüdür çünkü mutsuzluk. Başka dersek, düşünmek mutsuzluğun kaynağıdır.

Düşünmeyi kendine dert edinmiş herkes için yaşam mutsuzluklar coğrafyasıdır. Umutsuzluk doğuran her durum şairin mutsuzluğunu çoğaltır. Olumsuz görülen bu durum, tam da yaratıcılığı tetikleyen başlıca kaynaklardan biridir. Zeus’a karşı Promete, Aşil’e karşı Hektor olmanın, karanlığa karşı aydınlığın savaşımcılığına götürür. Umutsuzluktan çünkü doğar sanat ve şiir.

Jhon Stuart Mill’in söylediği “Mutlu bir domuz olarak yaşamaktansa, mutsuz Sokrates olmayı yeğlerim…” sözü benim açımdan bu durumun özetidir.

Dünyayı değiştirmeyi yaşam biçimine dönüştürenler, mutsuzluğun onu götürdüğü büyük yaratıcı yalnızlığı beklemektedir. Onlardan normal bir insan tepkisi ve yaşantısı beklenemez. Kafaları sürekli bir şeylerle meşgul. Zihinsel üstünlükleri çocuksu bir merakla değişiminin diyalektiğine götürür onları. Düzene muhalif  “hazır olmuşluklarıyla” mevcut düzen için bir tehlikedir onlar. Kaçınılmaz yazgıya dönüşen paratonerlikleri, iktidarların şimşeklerini üzerlerine çeker. Paylarına düşenini de gıkları çıkmadan yaşarlar:

Nuriye ve Semih gibi… Düşünce suçluları gibi… “24 Temmuz 2022 itibariyle Türkiye’de en az 56 gazeteci ve medya çalışanı cezaevinde tutuklu veya hükümlü olarak bulunuyor.…” [1]

Can Yücel şiirinde iki olgu

Eğitimini aldığım resmin, bakmak ve görmek konusunda bana kazandırdığı çok şey oldu. Düşünce ufkumu derinleştirdi, genişletti. Sanatın yazınsal türleri içinde; denemeden şiire, öyküden romana, edebiyattan felsefeye çeşitlenen bir okuma derinliği ve düşünme genişliği sağladı. Okuduğum her yazınsal metinde, özellikle şiir metinlerinde, şiirin art alanındaki resimle ilgilendim. Alanım, resim sanatının, tüm sanatlardan izler taşıdığını düşündüğüm gibi, resmin de şiir üzerinde belli etkileri olduğuna inanırım. Can Yücel’in şiirine bu bağlamda ilgi duydum.

Çok bilinen sözü bir de ben yineleyeyim: Sanatçıların, yazarların, şairlerin yaşamöyküleri yapıtlarıdır. Buna inanırım. Can Yücel’in de yaşamöyküsüne dönüşmüş şiirleri. Onun şiirinin, mimari yapısı ve bu mimarinin içinde olduğu büyük bir resim var görünmeyen yüzünde. Bu tabloda resmedilenleri görmek, “anlam”a yönelik irdelemeler yapmak demektir.

Çoğumuz bir şiirin arka planında yatan, ama görünmeyen bu resmin bir yazılış öyküsünün yattığını biliriz. Şiir adına yaptığımız her konuşma, ona yönelik her çözümleme,  eleştiri aslında, var olduğunu bildiğimiz, en azından tahmin ettiğimiz, ama okuyamadığımız o öykünün herkesçe de bilinir olmasını istediğimiz resmin yazınsal dışlaştırmasıdır. Aylardır yaptığım araştırmalarda Can Yücel şiiri üstüne, eski ya da yeni birçok yazı okudum. Fakat yaptığım araştırmalar sırasında, bu anlamda şiirinin arka planında yapılmış tabloya değinen bir yazıyla karşılaşmadım. Çalışmam bu yöndeydi çünkü. Yazıyı yazma nedenim de budur.

“Zekâ, akıl, ironi, arınma, durulma, yenilikçi, geçmişle bağını koparmadan kendine özgü yeni bir şiir…” olduğu yönündeydi. Bu yazılanlar içinde ilgimi çeken iki yazı, Cemal Süreya ile Mahmut Temizyürek’in (Can Yücel Şiiri: Ses ve Söz Tiyatrosu) yazılarıydı.

Mahmut Temizyürek söylenmeyeni söylemiş. Görülmeyeni görünür kılmış. Ben en çok, bu yazıyı okurken, görsel ve işitsel duyularımızı, ki, bu iki duyu, insanın sanat yapıtında “anlam” olgusunu kavratan duyularıdır, sürekli canlı tuttu. Can Yücel’i incelerken iki şey dikkatimi çekti. Bu iki olgu, bir sanat yapıtının iskeleti ve kaslarını oluşturur ve sürekli bir devinim içinde birbirlerini çoğaltırlar: Yapı ve anlam!..

Can Yücel şiirinde yapı”

Yücel’in şiir anlayışının hümanizma düşüncesiyle, şiirinin yapısının da Rönesans mimari yapısıyla bağının olduğunu düşünüyorum. Gerçi o, şiirde “yapı” kavramına olumsuz bakar. Bunun, kanımca iki nedeni var: Birincisi,  yapı” sözcüğünün ondaki çağrışımı, hapis damını ve ona tutsaklık dönemini anımsatır. Ayrıca, durağanlığı, katılığı, tutuculuğu, dogmatizmi çağrıştırır. Oysa hayat sevinciyle doludur. Sürekli devinim içinde, hiçbir yerin yerleşiği olmayan bir göçebe. “Özgür ruh!” Salt kendisi için değil, bütün insanlığın özgürlüğüdür istediği. Yasaların özgürlüklerin güvencesi olmadığını, asıl yasaların güvencesinin özgürlükler olduğu düşüncesindedir. Hayatı, bir bakıma özgürlükleri savunmakla geçti diyebiliriz.

“Yapı” konusunda şunları diyor:

“Yapı mı?.. Yapı tanımı kolay. Dört duvar, bi de pencere, parmaklıklı… ben şiirde yapı kavramına karşıyım… bence şiir bir devinmedir ve devinmenin bir yapıda olduğu gibi parçaları değil, evreleri vardır… şiir bir mekân değil zamandır. Belki de belirli bir mekândan, kapalı bir yerden, bir çıkmazdan kurtulmak için girişilen bir devinimdir şiir…”

İkinci neden, şiirin evrensel niteliğidir.

… şiir insanlığın kurtuluşu doğrultusunda ölümcül denemedir… bireysel gibi görünen denemenin kaynağı insanlık tarihiyle yaşıt olan denemedir, sözdür, dildir, bilgidir, bilimdir, kısadan kısa bu deneme hem toplumsal hem de evrenseldir…”

Can Yücel’in şiirde “yapı” konusundaki bu düşüncesine katılmıyorum. Nedenine gelince: Yukarıda değindim. Onun şiiri “aşkın” bir “yapı” üstünde temellenir:

Şiir mimarisi özgün buluşlar taşır. Eski şiirin zamana karşı direnerek kendini yenileyen elemanlarını kullanır. Yerelden ulusala, ulusaldan evrensele; evrenselden ulusala, ulusaldan yerele bir devinim, bir döngü, hareket içindedir. Sürekli kendini yenileyen bir dönüşüme sahip bir şiir. Her ne kadar şiiri, enine bir alan genişliği içerse de, ileriye doğru derinliği, çağrışım çeşitliliği, anlam çoğaltımı ve duyuruşlarıyla; teknik denemeleri, geçmişe yönelme, geçmişle bağ kurma isteği, onun bu tarzı, tarzındaki bu hareket ve çeşitlilik, çokluk, birlik, uyum ve arınma çabası, bir yanıyla Barok sanatındaki hareketliliğin, coşkunun sınırları aşan karakterini hatırlatır. Öte yanıyla, Rönesans mimari yapısının sağlamlılığına sahip bir şiir.

Rönesans mimarisi ve Barok resmiyle olan yakınlığı

Rönesans mimarisi ve Barok resminde dışlaşan, görülen, her yapı ve resmin elemanlarıyla yalınlık arayışının yanında, alana yayılan yapılardaki sadelik, doğanın hareket ve çeşitliliğine karşı, insanın bir denklik arayış çabası görülür. Mimarideki prizmatik yapı, farklı ögeleri bir araya getirmesi, kütlesel hacmiyle kondurulduğu ve konumlandırıldığı yerde, hareketliliğin değil, durulmanın, yalınlığın bir somutlanmasıdır aslında. Rönesans sanatçıları önce geçmişe yöneldiler. Antik Yunan ve Roma mimarisini didik didik ettiler. Her iki mimari anlayışın elemanlarını kendi mimari anlayışları içinde, yeni bir tarz oluşturmada kullandılar.

Can Yücel’deki geçmişe yönelim, geleneğe yaslanma, aynı anlayış temelinde kendi şiir mimarisini kurmaya yöneltir onu. Rönesans mimari düşüncesi, yenilikçi yapısı (yeniden doğuş), geçmişle kurduğu canlı bağ; bütün bunlar Can Yücel şiirinin, devinim karakteri ve anlayışında karşılığını bulan yenilikler. Eski şiirden, gelenekten belli elemanları (ses düşmeleri, hece artırımı, ironi, söz oyunları, ses arayışları vb.) kullanarak, kendine özgü bir şiir ve şiir dili yarattı. Mahmut Temizyürek şunları diyor:

“… her yeni şiirinde biraz daha kaynaşan geleneksel ses ile modern bir ses bileşimi vardır. Bu ses, öyle bildiğimiz türden, şiirin içindeki kalıpların, yapıların oluştuğu ses değil, sözün duygusunun sesi olmuştur onun şiirinde. Bir şeyi söylerken, o şeyin ruhuna uygun bir ses oluşmasını sağlamaya özen gösteren yeni bir sestir bu. Önce sözcüğü, sonra bütün şiiri belirli bir duyguya, belirli bir imgeye göre biçimleme çabası güder…”[2]

Can Yücel, şiirde, eski şiirin yapamadığını yapıp, atıl bırakılan ironiyi çağcıl bir anlayışla şiirinin en temel ve belirgin ögesi haline getirdi. Bununla da yetinmeyip, söz oyunları denemeleriyle şiirinin söyleyişine yeni bir tat, renk, ritim kattı. Deyimlerden, halk şiirinden yararlandı.

Rönesans kendi “yeniden doğuş”unu sanatta, felsefede, hümanist düşünceyle gösterir. Hümanist düşüncenin özünü ise, insan gerçeğinin bir bütün olarak görülmesi ve kavranılması oluşturur. Nasıl ki, Rönesans, hümanizmin ana düşüncesi ve temasını oluşturuyorsa, Can Yücel sanatının/şiirinin özünü de devrimci düşünce oluşturur. “…şiirin insanlığın kurtuluşu doğrultusunda ölümcül bir deneme…” olduğunu söyler. Bireysel görünse de “deneme”nin kaynağının insanlık tarihiyle yaşıt ve ortak olduğuna dikkat çeker. “Sözdür, dildir, bilgidir, bilimdir…”  dediği bu “deneme”, “hem toplumsal hem de evrenseldir” ona göre…

Elbet ki bu dünya görüşünü, sanatın/şiirin doğrularından, kendi devrimciliğinden ödün vermeden, güzelduyusal (estetik) bir yordamla yapar bunları. Zerrede okyanusu, okyanusta damlayla/zerreyle buluşturur. Bütün bunları şiirin “can” damarında dolaşıma sunar. O büyük uyumun gürül gürül akışı, hayat sevincine, özgürlük arayışına…

“Rengaheng” şiir

Çok renklidir şiiri: Siyasi renkler, ironik renkler, zekâ ve akıl duyurumlarını kuşanan ışıltılı renkler, zaman zaman durulmayı, uyumu arayan renkler de var. Yedi renkli, bin dilli, yedi canlıdır. Farklı teknik arayışlarının izlerini görünür kılan renkler. Eski şiirin kasvetli havası, koyu, mat, donuk renklerinden arınmış, elemanları parlatıp yeniden güncellendiği, “can”landığı renklerin, yeni şiiri. Geçmişinden, geleneğinden hiç de kopuk değil. Hatta Yunancaya “dil uzatan” “can”lılıkta. Yunanca sesleri Türkçe sesler içine alarak yeni ve yaratıcı bir uyum getirir şiire:

“… tam da şiirin duygusunun taşıdığı gibi, Türkçe ötekinin sesini içine alırken, bir benzerlik, bir özdeşlik, bir yakınlık oluşur iki dil arasında. Buradan doğan düşünce, hem sözün hem anlamın hem de ahengin bileşimini sağlar. Sesin, sözün, anlamın ve sözlü kültürden kalma ahengin oluşması için, sözcükleri bu amaçla çalıştırır şair…”[3] (Bknz: Mahmut Temizyürek, Boşluktan Doğan, ‘Can Yücel Şiiri: Ses ve SözTiyatrosu)

Can Yücel’de şiir düşünce ilişkisi

Şiirde düşünce, kendi soyutluğunu görüntüye çeviremeyen bir kavram olarak değil, tam tersi, hem duygunun çeşitliğini imgeler yoluyla çoğaltmak hem de buna belli bir düzen içinde anlam kazandırmak, iletilebilir, kitleleri kendine yaklaştıracak bir açıklıkta, anlaşılır, duyulur ve görünür kılmak için gereklidir. Ne şiirselliğe baskın gelip düşüncenin kuruluğu içinde lirizmi aksatacak ne de duygunun kontrolsüz akışına bırakacaktır kendisini. Düşünce, bu süreçte duygunun kendi yatağına akışının yönünü ve altyapısını hazırlar. Şiir yazmanın, düşünmenin ve yaratmanın temel ilkelerinden biridir bu.

 

Şiir düşünce” ilişkisinde, şiirdeki düşünce, arı çiçek ilişkisinin doğurduğu balda anlamını bulmalı. Arının ortaya çıkardığı mimari yapıdaki düzen ve mükemmelliği şair, şiirinde kurmak istediği sağlam bir yapı, lirik söyleyiş olarak çıkarır karşımıza. Bunu yaparken, dışsal koşulların, biçimde ortaya çıkardığı güzellik, şiiri tek başına şiir kılmıyor. Onun şiir olabilmesi belli birtakım koşulların sonucudur. Şairin iç dünyasını besleyen her dışsal neden, onun dünyasında olup bitenler, söze dökülürken şairin biçem ustalığı, şiirin iç sesi, müziği, tartımı, ezgisi, düzeni vb şiirin özünü oluşturan durumların, şiir estetiği içinde başarılı bir şekilde verilmesine bağlıdır. Bununla beraber, şiiri şiir yapan, ondan beklediklerimiz değil, ona nasıl baktığımızla ilgilidir. Yani daha çok sizin gelişmişliğinizle doğrudan ilişkisi vardır. Şiirde duygu da gereklidir, düşünce de. Evet. Ne ki, her ikisi de tek başlarına bir şiir için yeterli değildirler.

“Şiirde duygu en gerekli gereçtir,  ama tek başına yeterli değildir. Şiirde düşünce de gereklidir, ama soyutluğunu görüntüye çeviremeyen bir kavram olarak değil, çeşitli duyguları, çeşitli imgeleri düzene ve birliğe sokarak, onlara anlam vermek için, onları iletilebilir, anlaşılır kılmak için gereklidir…”  Buradaki, “Akıl, duyulanı, sezginin belirsizliğinden kurtararak, anlatıma dönüştürür.” (Şiirde Duygu ve Düşünce, Bedrettin Cömert)

Can Yücel, “şiir düşünce” ilişkisinde, şiirin bir sanat olduğunu, onun kendine özgü estetik varlıktan oluştuğunu bilir. Şiirde düşüncenin, eseri bir sanat yapıtına dönüştüren bütün sanatsal ögeleri besleyen gıda olduğunu bilir. 

Şiir mimarisi ve anlam ilişkisi

Her ne kadar şiir mimarisi (yukarıda değindim) bağlamında bir yakınlık ilişkisi kursak da, tek başına bu, şiiri oluşturmaya yetmez. Bir de şiirin anlamsal boyutuna eğilmek, şiirin oluşturduğu tablodaki yenilikçi tarzı görmek, bu tarzın geleneksel bağını resim sanatında aramak gerek. Can Yücel tarzı, bu şiirin anlamının oluşturduğu resim, Rembrant’ın resimlerini zihnimizde canlandıran çağrışımlara dikkatimizi yöneltir:

“Zekânın iyi niyeti” bir şiir, aklın duyarlığı, ironik söylem, “…geleneksel ses ile modern ses bileşimi…”, “…şiirin içindeki kalıpların, yapıların sesi değil, sözün duygusun sesi oluşu… Bir şeyi söylerken o sözün ruhuna uygun bir ses olmasına özen gösteren yeni bir ses oluşu; önce sözcüğün, sonra bütün şiirin belli bir duygu ve imge biçimleme çabası…” (Mahmut Temizyürek, agy). Devrimci öz, devingenliğiyle, farklı teknik denemeleri, arınmanın, durulmanın, büyük uyumu oluşturmaya yönelik ‘anlamsal’ çoğaltımlarıyla Rembrant’ın “Dr. Tulp’un Anatomi Dersi” ile “Gece Nöbeti” tablolarındaki mükemmelliğe ulaşma isteğinin bir sonucudur.

Bir diğer önemli benzerlik de “kendi sanatlarında istemedikleri” şeyler konusundadır. Rembrant (bütün reddetmelerine karşın) güzelliğe aldırış etmeyen, hatta çirkinliğin önüne geçmediği yapıtlarında, vatandaşları Hollandalı taklitçiler aracılığıyla tanıdığı Caravaggio’nun bildirisi “güzellik ve uyuma” karşılık “gerçekçi ve içtenliği” üstün tutmasıdır. Oysa resimlerinde, “kalabalığı rastlantısal gibi görünen, ama aslında tam uyumlu kümelere dağıtma, sanatındaki, hiç de önemsemezlik etmediği (bir diğer deyişle önemsediği) İtalyan sanatına çok şey borçludur.

Can Yücel’e baktığım(ız)da, “şiirde ‘yapı’ kavramına karşı” olduğunu söyler o. Şiirin bir devinme olduğunu, bu devinimin, bir yapıyı oluşturan parçaları değil, evrelerinin varlığına, daha da soyutlaştırarak, şiirin bir mekân olmadığını, zaman olduğunu söyler. Kapatılmış bir yerden, bir çıkmazdan kurtulmanın devinimidir şiir, onda. Ne ki, her iki sanatçı da, her ne kadar reddetseler de; Rembrant, resimlerinin en ince detayında bile uyumu aramıştır. Ve uyum da güzelliği getirir. Can Yücel şiirinin omurgasını “yapı” oluşturur. İçindeki çeşitliliğiyle genişlik duygusunu etkiler. İster istemez, Rönesans’ın alana yayılan prizmatik mimari yapılarının elemanlarının kullandığı anlayış, onun şiirinde de var olduğuna götürür bizi.

Sonuç…

Gazeteci Necati Doğru, “Can Yücel’in Hayata ve Şiire Bakışı Hakkında Bir Değerlendirme” yazısında şu alıntıya yer verir Yücel’den:

“Hayatımda karım hariç iki şey sevdim: Şiir ve politika. Şiir nedir diye sorarlar. Şiir göklerde uçan nazenin bir balon değil; o balon çoktan patladı. Benim için şiir akıl ve heyecan meselesidir. İnsan beyninin yüzde onu bilinir, gerisi meçhul kıta. Şiir beynin işleyen yüzde doksanını harekete geçirmektir…”

Can Yücel bir gölge şairi olmadı. Kendinden önceki hiçbir şairin; ne şiiri ne de onun şair kimliği altında ezildi ya da gölgesinde kaldı. Bizde de, yabancı dilden çevirisini yaptığı şairlerde de böyle bir yanılgıya düşmedi. İşte bir örnek: Beckett’in dilimize “Godo’yu Beklerken” adıyla çevrilen ünlü oyunu üzerinden, müthiş bir ironiyle, hem Beckett’a bir göndermede bulunur hem de “Godo’yu Beklerken” adlı oyunu çağrıştıran şu dizelerindeki sarsıcı imgesiyle çarpılırız:

Oyun durmuş godoşu bekler
Aydın kentin kolalı yakasında

(Sevgi Duvarı; Kayıtlı adlı şiir)

Bu söyleyiş, öyle böyle bir söyleyiş değil. Can Yücel usulü Beckett’a meydan okumadır. Önceki değinmelerimde, sözcük oyunlarından söz etmiştim. Bu söz oyunları, şiiri sıradanlaştıran ya da okuru edilgin ve mistik bir uyuşukluğa saplayan oyunlardan değil. Çocuksu duyarlık, kıvrak bir zekâ, akıl dolu bir incelik, ironi senfonisi. Heyecan, nabız atışlarımızda saydırıyor kendini. Salt Beckett’a meydan okumuyor, çağın aydınına da inceden inceye dokunduruyor. İkili bu çağrışımlarıyla bizlerin düşünce ve duygu dünyasında sarsıcı etkisiyle sorgulamaya çağırıyor.

“Aydın” kavramını, bireyin gelişmişliği, entelektüel birikim ve kültür yaratan insan olarak da alabiliriz. Bunu kentin gerçekten tarihsel gelişimi, sanat, bilim, felsefe ve kültürel alandaki atılımları bağlamında da düşünebiliriz. Birey ve kent, bu anlamda bir koşutluk sergiler. İyi biliyoruz ki Can Yücel, bu söyleyiş biçiminde kavramı gerçek anlamından soyutlayıp, şiir sanatının bir gerçekliğine dönüştürerek sarsıcı bir söylemle, kent aydınına bir tepki olarak “aydın”ı kentin “kolalı yaka”sına takarak, korkaklığı ve seçkinci yaşamıyla halktan kopuşuna dikkatimizi yoğunlaştırıyor.

Bu çoklu çağrışımlara yol açan anlam genişliği içinde şair, ne göndermede bulunduğu Beckett’ın gölgesinde kalıyor ne de sözde aydınlar kervanından katıyor onu. “Oyun durmuş Godo’yu bekler” demeyerek bizi şaşırtıyor. Hem, “Godo’yu Beklerken”i güçlü bir imgesel kıvraklıkla çağrıştırıyor, hem de bütün yönleri, geniş çağrışımsal, şaşırtmacalı etkileriyle oyunu duyumsatıyor. Gerek oyun ve gerekse kendi oluşturduğu deyimsel söyleyişin ölümsüzlüğüne katkıda bulunuyor.

“Godoş”un sözlük anlamı, muhabbet tellalı, sokak ağzıyla “pezevenk”tir. İrkiltici, hatta tiksintirici bir anlam etkisi var insan dimağında. Sözcüğün bu anlamda okurda uyandırdığı tiksindirici, irkiltici etkiyi, daha sözün başında öyle bir gönderme uyandıran sözcük seçip koyuyor ki dizeye, kimse bu sözcüğün, sözlük ve hayattaki karşılığı olan anlamını düşünmüyor. Şiirsel söylem içinde insanı gülümseten, deyim yerindeyse “tereyağından kıl çeker”cesine bir ustalıkta yapıyor ki bunu, direk “Godo’yu Beklerken”i akla getiriyor.

Aramızdan ayrılışının 23. Yılında, anısına sonsuz saygıyla. İyi okumalar…

 


[1] https://www.mlsaturkey.com/tr/cezaevindeki-gazeteciler-ve-medya-calisanlari/

[2] Mahmut Temizyürek, “Boşluktan Doğan”, Kanat Kitap, 1. Baskı: Aralık 2007. “Can Yücel Şiiri: Ses veSöz Tiyatrosu., sayfa: 61.

[3] Mahmut Temizyürek, a.g.y., sayfa: 61.