Elif Sofya şiiri üzerine düşünceler

Küçük şiir evreninin özlemini duyduğumuz anlatım gücü, imgesinin gerçekten yeniliği, nasıl ele almış olursa olsun tüm evreni hesaba katan, arkasına alan düşünümsel boyutu, aşırılaştırılmamış, tam kıvamında ama sağlam tutulmuş şiircil yapı öğeleriyle Elif Sofya’nın şiiri izlenmesi gereken bir şiir. Bakalım bu şiir nerelere doğru uzanacak daha.

ZEKİ Z. KIRMIZI

 

Elif Sofya’yı beşinci şiir kitabıyla[1] tanımış oldum. Bir önceki, Attila İlhan Şiir Ödüllü kitabı Hayhuy’u (2019) tükenmeden yakalayamadım. Sırasıyla kitapları şöyle: Ters Düşünce (2005), Düzensiz (2010), Dik Âlâ (2014), Hayhuy (2019), Pençe (2021). Kendisi sergileri de olan bir ressam aynı zamanda.

*

Ağzında dönen ‘iki kadim dil’le dertli şairimiz, şiirini bu iki dilin kirinden arıtmanın peşinde. Hece ve tümce dediğine göre sesin anlama evrilen çizgisinden hoşnutsuz olmalı. Anlamanın arkasından sökün eden doğayı tanımlama girişimi olsa olsa bir dil sürçmesi, doğayı bozma girişimi ona göre. Şiir bilimin bu yıkıcı diline karşı doğanın direnişini simgeleyebilir mi? “Şiirin yeryüzüne bir göktaşı hızıyla/ Çarpması zor, darbesi afet-i devran”. (Ses, 9) Dokuzdan beşe başlayan Ludwig (Beethoven) çalışma günü (mesai) bize büyük kentin sıkıntısını mı yansıtır? Sağırlığın ağırladığı zamanlar mı senfonilerin zamanı? Ludwig’i ve senfonisini hangi yana kaldırıp koyduk? Ya kendimizi Ludwig’in neresine? En iyisi Elif Sofya gibi yapıp Ludwig’i elma niyetine ‘hart’ diye ısırmak (mı?) Çünkü sözüm ona Avrupa denen ve sol anahtara kilitli uygarlık bir çağın çığ gibi düşmesi, şairimize göre. “Buharlı buhranlı bir yenilik/ Yenilgisi yerlilerin yeterince” (Ludwig, 11). Yoksa… Yoksa şairimiz Ludwig’i elma diye ısırırken ısırdığı armut olmasın? Elmalar armutlara ‘fena halde’ karışmasın? Ludwig’in senfonisi de dişlerimizde patlayan bir yumruk ise her şey zaten ‘soykırım’. İyi de sevgili şair, şiiri soykırıma dönüşmekten koruyan ne?

Tabii Ludwig’i ısırmak bizi yatıştırmayacak. Başlamışken, üretim araçlarını (makineleri, makinelerin işçilerini), hatta ‘rezalet’ çıkararak ‘rezalet’e son veren zamanın kendini dağıtıversek ya da treni kaçırmış son ludist olsak kötü mü olur? “İş ahlakındaki kutsiyete yıldırım hızıyla çarpan/ Okkalı bir rezaleti düşüreceğim ortanıza”. (Rezalet, 12) Amazonumuz hazır hızını almışken rezaletlerini sürdürecek (buna biz bozguncu olay, skandal diyelim, ki bu sözcük kavramlaştırılıyor bir süredir Batı’da.), ‘Toplumsal uyumun uyuşukluğuna’ da giydirecek. Toplum ne, uyum ne (Uydumculuk mu?), uyuşukluk ne, çok da durmadan üzerinde. “Aklı oynayacak oyunbazların”. (13) Sakın ‘akıl’ oyunbaz olmasın? (Bu gidişle kuşkusuz olacaktır.) Ama kesimevlerinde (mezbaha) hayvanların acı bakışları gözden yitene değin sürecek bu ‘rezalet’ çıkar(t)ması, belli. Ee, bunun nesi kötü? Bu kez üçlü, dörtlü, çoklu top atıp tutma, havada top çevirme (jonglörlük) çelişkisi içinden çıkamıyoruz. Ne ilişki! Ludwig, elma, armut, makine, kesimevi…  Bunların ve dışarıda kalanların tümü top mu?

İnanılmaz, aslında onaylanamaz doğacılık, yalınlık, saflık, arıklık bir dizi soykırımı tetikleyerek sürüyor. Ezilen, ‘olduğu gibi olmayı içselleştiren’ üzüm olmayı, şarap tadan erk alanı yanında olmaya yeğleyen şairimiz başlangıçsız ve sonsuz (yani tarihsiz) makine düşmanlığını elden bırakacak gibi görünmüyor: “Bir lojistik desteği projesi/ Kucağında kurdeleli ambalajda kariyer/ Ağzını ayıra ayıra bakmaya başla/ Forkliftlere vinç zincirlerine kepçe operatörlerine/ Hayat bir akışın kırılması artık makinelerde” (Üzüm, 15) Ama ağaç köklerinden yükselen isyana güveni tam görünüyor ki ben de eleştiri hakkımı koruyarak bu umuda katılırım seve seve.

Olumlu, ayartıcı çağrılar

Konunun, yani şiirin gelip sonunda ‘toplumsal kodlar’a dayanması beklenirdi. İşin acı veren yanı bu sözde eleştirinin aynı zamanda bir uydumculuk (konformizm) eleştirisi sa(y/n)ılması, ki şiirle yürütülen bu sahte eleştiri uydumculuğun ta kendisiyken. Yanlışlık ‘toplum’u özerk, çelişkisiz bir nesne gibi kavramaktan kaynaklanıyor. Toplum=Uygarlık=Us=Makine=Erk (iktidar). Bu terimlerin hiçbiri kendi başlarına anlamlı terimler değil. Tümü ve benzerleri öğesiz (eleman) yani boş, yani hiç kümedir. Böyle bir tartışma olmaz, önermeleri yanlış çünkü kavramları (terim) yanlış. Ve ilk yanlış kavramlara dayalı ilk önerme bir dizi önermeyi kaçınılmazca tetikliyor ve ‘kaos’ (Lars Von Trier) belki, ama asıl ‘soykırım’ sürüyor. Dolayısıyla toplum düzgülerini uydumcu korunaklarımızdan taşladığını sananları eleştiren şair, bir de dönüp özeleştiri yapsa yeridir. Yoksa çölü ‘plaza teraslarında yapay ormanlara’ (19) karşı savunması, çölün kendi olmayı düşlemesi, bağlamı tanımlandığı sürece elbette savunulabilir bir seçimdir.

Okurlarını hiç olmamışlığı denemeye çağırması, suskunlukların suç ortaklığına vurgu yapması, bu toplumun bu insanı olmaya başkaldırması vb. tabii ki olumlu, ayartıcı çağrılardır: “Susuyoruz; susmak ve susamak iç içe geçiyor burada/ Bir bardak su içiyoruz, ses çıkarmamanın üstüne.” (Bazı Hikâyeler, 21) Takıldığımız yerleri artık çok da eşelemiyoruz bu durumda. Çünkü ses çıkarmamak, susmak da çift işlevli, bıçak sırtı önermeler…

Ama şairimiz, varlık, ölüm sıkıntısıyla çıkagelsin, anlamlandırsın istiyor arada bir dünyayı: “Yaşamak ara sıra ses çıkarsın istiyor insan”. (Sıkıntı, 23) Kendine karanlık bir ağaç sesi seçiyor örneğin. Köklerine inandığı bir ağacın sesini. Ama ‘yaklaşan yakan varoluş denemeleri’ ile tedirgindir. İş makineleri içine işliyor yine. Ama ölümle yaşam arasından ‘başka’ bir insan çıkıp gelebilir, “İki bozkır faresi hızında”. (Kendime, 25)

Biraz zehir alır mıydınız/ Biraz şehir sıkıntısı” (Yeni Normal, 26) derken kenti sıkıntı, sıkıntıyı ağıya birebir eşitlemekte sakınca görmemek bir yana, bilgisine tam inancını perçinleyen Sofya, diziye otoban uğultusunu, asitli yağmurları, kara para aklamalarını da katarak yine tarihsiz bir çorba yapıyor şiirinin aslında başarılı Türkçe davranısıyla (jest)… Kent demek ille de tüm bunlar, doğanın tersinlenmesi demekmiş, sanki kendi başına bir doğa olanaklıymış (mümkün) gibi. Doğa ne yazık ki sevgili Elif Sofya, her koşulda tanımlı, altı imzalı bir doğadır. Tabii dizi rastgele derlenmiş terimleriyle, “nominal ve reel fırsatlar, parmak izleri, retina şifreleri, sağlık çipleri” vb. ile sürüyor. İnsanın içi acıyor bu doğal (!) arılık, saflık karşısında. Buna gizli ve gizil Tanrıcılık desek yeri. Kendinde doğayı şakımak için şairin Tanrı olmaktan başka seçeneği yok. Ama şairimizin bunu bilinçle istediğini sanmıyorum, hatta hemen yadsıması beklenir. Çünkü önermenin terimleri yanlış yerde duruyor, önermenin bedeni, yapılanması yanlış. Tek tek terimler bir şey anlatırken bir araya geldiklerinde karşıt (ters) sonuçlar çıkarmaya yargılı. Zaten izleyen şiir (Beklememek) istenmeyen Tanrılık sorununu açığa çıkarıyor: “En uzak hayvana yerleştim/ Asalaklığımın gövdesi büyüsün içimdeki benlikte/ Sen buna dehşetli ve etik bakışlarla yuvarlan”. (29) En uzak hayvan size en uzak hayvan olarak kalacak yazık ki, düşünen varlık olarak, ‘en uzak hayvana yerleştiğinizi’ düşüneceksiniz olup olacağı. Ama şairin kendini ve okurunu yanıltma hakkı vardır, varsayılmalıdır ‘öteki evren’ adına, bunu da belirtelim. Öfkelenme, korkutma hakkı da vardır. Öylesine korkutma ki, “Büyüdükçe büyüyor gözlerindeki bebek/ Neredeyse yürüdü yürüyecek”. (Yağmur, 30) Yoksa insanlık; erdemleri, coğrafyaları, haritaları ile özkıyım tuzağına yakalanmıştır çoktan.

Kitabın en güzel şiirlerinden biri Ortadoğu da yaratıcı çelişkisini içinde barındırıyor kaçınılmazca. Bu doğacı şiir tutumu Ortadoğu’ya baktığında herhangi bir şey göremezken, Elif Sofya görüyor, iyi ki de görüyor. Bir şairin Ortadoğu’dan bakışını yükseltmemesi bugün onaylanamaz. Ama Ortadoğu demek insan içi çelişki demek. Oysa şair çelişkisini daha soyut ve üst düzeyde çatmış, dolayısıyla tarih içinde bir yan olmayı ıskalamıştı (diye gördük yukarıda). “Bu yeryüzündeki ilk saatli bomba/ Patladı patlayacak senin avuçlarında/ Gövdesi son derece zerrelerine/ Böyle, işte böyle”. (33)

İnsanın doğasından kopup kendine dışarıdan bakması, yokluğunun dünyayı çalkalayacağına inanması kuruntusuna yine başarılı Yokluk şiiriyle değinen yazarımız, Tanrılık konusuna doğrudan el koymuş oluyor (ama çelişkiden kurtuluyor diyemeyiz). Oysa yargı doğrudur: “Kendimi her şeyin dengesini/ Bozacak kadar önemli zannetsem/ Bir tanrı yükselir ellerimden/ Gökyüzünün göbeğine oturur/ Hemen bir cennet bir cehennem kurulur”. (Yokluk, 35) Sonuçta bir ‘kuru gürültüdür bu sanrıların tanrısı’. (37)

Kitabın güncele açık gönderme yapan şiirlerinden biri olan Şahsım’ın son iki dizesi şöyle: “Şahların ayağını kaydıran/ Şahane hamle hatasına her çağda inanılır”. (39)

Öteki tür adına da insan dili kullanmak

Şairimiz öte yandan elbette dik başlıdır. Başıboş, serseri bir davranış dizisi (seri) yakalamanın peşinde bir isyancı. Toprakla, solucanların soluk halkalarıyla yatışabiliyor ancak. Doğanın köklerine, bezelye tohumunun soykütüksel (genetik) yalınlığına özlemle ve dehşetle bakıyor kendi kökünü yitirmiş soykütük ağıyla karşılaştırınca. Onun yabancılaşması kendinde doğadan (her ne ise) yabancılaşmadan başka şey değil. “Ben çok istiyorum karışık bir şey olmayı/ Çok istiyorum insanlıktan çıkmayı/ Bir süre ağaçlaşmayı mesela”. (Bütünlük, 45) Çünkü “Ben bir neşter sancısı duydum kulağımla/ Kesilmeyi bağıran ağız açıklığında/ Bedenin parçalanması mesela mezbahalarda/ Mesela durması saatlerin kadranda kan akışıyla/ Öyle zamansız ki ölüm hayvanların boğazında”. (Deri, 47) Soru ve yanıtı çok daha karmaşık aslında. İlk bakış parçalar, ikinci bakış tümler. Biri ötekinin zorunlu girdisidir, değil mi ki bütün(selliğ)e takılmış bir türüz bir kez ve filmi geri sarmamız olanaksızdır.

Olanaksız olan daha birçok şey var ama. Ne yazık ki ancak insan insanın değişmecesidir, yerineliğidir. Türümüz dışında varlıklara sızamadığımız için onların yerin(d)e olmamız olanaksız. Öteki varlıkların değişmecesi keşke olabilseydik. Dolayısıyla bu avuntu, üzülerek belirtmeliyim ki ‘şairane’ bile değil. Eğer şiirin bir sınırı varsa… Var mı? (Bir başka önemli tartışma konusu daha.) Değişmecenin, sonuçta imgenin biricik kaynağı dildir. Başka türlerin şiir yazıp yazmadığını bu nedenle bilmemiz olanaksız görünüyor. En çok yapabildiğimiz, Elif Sofya gibi, öteki tür adına da insan dili kullanmak. Tutarsızlık buradan doğuyor. (Bkz. Öğrenci, 48-9) Zaten az ileride söylüyor: “Dil ölümcül bir yokluğun yapay zekâsı”. (Sözlük, 53)

O zaman başkaldırımız da kendimizedir, erimi ekinimizin (kültür) sınırlarından düşer. İnsanların doğa dışı, gerçekte düşmanı olan ekin-toplum düzeninden kayar, kaydığımızı varsayar, bunu düşleyebiliriz. “En kaygan halime güveniyorum”. (Raptiye, 50)

Söz (dil) ekin içi bir üretim olduğundan, şairimiz söze karşı ağaçlardan yanadır. (Niye sözcüklerle şiir yazar o zaman?) Öte andan us sözse eğer, “Uykusunu kaçıran kaçık aklın/ İğreti, dengesiz salıncağında/ Dalmak için kış uykusuna/ Sallanıyor bir rüya”. (Kış Uykusu, 55)

Görüngübilimi (fenomenoloji), fili file, eylemine (fiil) dek izler. Görüngübilimini kim yapar, bir sorudur ve üstelik yanıtsızdır. Şairin bu ayrıcalığı var. O söze karşı sözdür. (Öyle midir?) Ama insanın dili, bilimi, anlatısı, yerbilimi (jeoloji) kekeleyerek fili siler. Anlatısına indirger. Bunun üzerine file şöyle der şair: “Sen bunları iki lokmada yutarsın”. (Fiiliyattaki Filler, 57)

Elif Sofya’nın bize verecek bir yanıtı vardır aslında. O söze başvuruyor, şiir yazıyorsa, her zaman değilse de ‘yer yer çıngıraklı’ olduğundan… Bir gün gelecek, hayvanlar ve şairler çıngıraklarından kurtulacak, “Başlayacak yeryüzünün şarkısı”. (Çıngırak, 58) Bunun anlamı açık ve kesindir: Şair şiirinden kurtulacaktır o gün geldiğinde.

İnsan evcilleşmesinin her türünü yadsıyarak ‘küheylan’ donuna da bürünen şair, ‘Kal, kal da gör!’ diye sesleniyor bize: “Bir ölümcül gece gelir/ Yıkılır gökleri delen evler/ Toprağa ters düşen şeyler/ Gömülür dünyanın göbeğine/ Kal diyorum,/ Bunu görmek değer bir ömre.” (Kal, 61)

Üstelik şiirinin bir ikinci gerekçesi daha var. ‘Göstergeler üşüşmeden’ üstüne ‘beni benle, teni tenle’ buluşturması gerek. Kuşların kışının havadaki göç yollarının izini sürmesi…gerek.

İnsanla doğa, kopmuş iki halka arasında bağlantı kurmak

Yakaladığı güçlü şiir diliyle başarılı Kuşların Kışı, Öp, O, Yeşil Orman Kuşu, Meryem, Elma Kesiği, Evin Kemikleri, Soru/n, Doğu şiirleri kitapta birer bildirge (manifesto) gibi art arda yükseliyorlar. Baştan çıkarıcı sesleriyle büyülenip sürüklenmek öylesine olanaklı, kolay ki… Cemal Süreya’yı yansılarcasına “Hadi beni öp ve ölelim’ dizesiyle açılan Öp, uyumlu ses yineleme sanatının (aliterasyon) doruklarında geziniyor: “Çilliyiz biz çekirdekliyiz/ Dikenlerimiz dik başlı/ Parçalıyor parçalarımız bile/ Yumuşaklığımızın dayanışmasını”. (Öp, 67) Etkileyici sesletim (müzikalite) aynı zamanda başkaldırmanın kararlılığı ve yükselişini de (kreşendo) sağlıyor.

Şiirin yeraltı öznesi başkaldıran insanın payına ölümün düştüğü açık. “Haydi öl öleceksen yahut/ Bir akbaba gelsin ve öpsün seni/ Döngüsü ölümün kuşlara kalsın”, (Akbaba, 69), yeter ki insanın dirimi de ölümü de yine insana kalmasın. Bir insanı bir insan sevemez, ancak insan ayraç içine alınabilirse geriye kalan her şeyle sevilebilir insan; ağacın dalları ya da onun olmayan adlarına, onsuzluğuna çağrı çıkaran bir koca dünyayla…

Şairimiz yeri gelmişken Yeşil Orman Kuşu donuna da bürünür. Aslında yaptığı şeyin şamanlık olduğunu daha iyi anlarız. Onun şairliğinin üçüncü gerekçesi de insanla doğa, kopmuş iki halka (yitik bağlam) arasında bağlantı kurmak, insana unuttuğu, unutmayı bile isteye seçtiği neredeyse, doğasını anımsatmak. “Olgunluğumda kızgın bir çocukluk kalacak hep/ Büyük hayıflanmaların hayyy sesi bensem/ Seni de inciten incirli ağaçlar büyüsün derinde/ Derin yaralarında kuşlar yürüsün/ Keskin tırnaklı kuşlar yürüsün”. (Yeşil Orman Kuşu, 73)

Maviliklerimizden geçen Meryem’in eliyle, ‘Öylesine öyle oluyor dünya’. (Meryem, 75) Öyle olmasa hiçliğimize direnmekten biz olamazdık. Biz olduk ama ‘evin kemikleri’ni de sayamaz olduk, “Dünya yabancı bir yere yerleşti”. (Evin Kemikleri, 83) Neyse ki arada bir bastıran ekmek kokusu evin kemiklerini doyuruyor ve böylece ‘teknik yanılsamalar’dan sıyrılabiliyoruz.

Artık şiirini ve direnişini bağlayabilir Elif Sofya: Ne hakla! “Biz yeryüzünde ne hakla!” (Soru/n, 84)

Ve biz de tam burada soralım: Doğu insanın ve tarihinin neresinde? Kendimizi yanıl(t)ma payımız yüzde kaç? Elif Sofya’nın bir yönü, dolayısıyla bir Doğusu olabilir mi? Kendisi yönü, Doğusu olduğunu söylüyor. Bu bir çelişki mi? Ama zaten şiir yazmıyor mu?

Kitabın son dizeleri:

Her Elif yandıkça dizelerin bağı çözülür

Âteş kesilir geçtikçe sabâ şiirim üzerinden” (Doğu, 86)

*

Kısa Yorum:

Küme bir yandan kapsamıyla içeriklenir öte yandan kapsam dışıyla. Doğrusunu isterseniz içeriklenir sözcüğü yerine tanımlanır sözcüğünü kullanmak iyi olurdu ama çelişki yine sürerdi. İçeriklenir ya da tanımlanır sözcüğünü olumsuzlarıyla değiştirmek de ayrıca gerekirdi. Yani küme ‘şimdi-burada’ tanımsızdır, tüm ‘şimdiler-buralarda’ tanımsızdır, dolayısıyla hiçbir zaman ve yerde kendinde (en soi) küme olmayacaktır, yoktur. Küme saptandığı yer ve zamanda sonsuza kaçacak, sonsuza kaçtığı delikte bir an ve yer içinde kıstırılacaktır. Akma, kaçış noktası ise ‘ile’dir ve tek tümleci insandır: İnsan ile. Tam bu tümleyici, tümleç kökenli ikincil öznelik evrenin en kara ve en ak şarkısıdır desek yanlışlanması olanaksız bir önerme kurmuş oluruz.

Her şair, imge-küme kurucudur, yani kurucudur. Ayrıcalığı imgesinin kararsızlığını (instabilite) fazladan bilmesidir. O önerdiği imgesiyle doyunmaz, imgesi kurulma çağrıları gönderen öte(de)ki imgenin çoktan yörüngesine girmiştir. Akışın bir şiir(-kitap) ile durdurulması ve aynada zamansız, sonsuzca kalacak görüntü, yaşlanmayacak ben-imge düşü önümüze şiir donunda somutlaşıp geçici biçim (form) olarak konur. Önemli olan ise şudur, şiir aynı zamanda okurun şimdiden doymazlığına, öteden gelecek şiire de (imge) bağımlıdır. İçerik öteki, sonraki şiirden bastıracak, okur beklentisi yükseltilecektir her şiirle birlikte. Beklentinin ne olduğunu çözümlemeyeceğiz. Ama herhangi bir şiir neliğini ikinci şiire şimdiden borçludur.

Şiiri geçici, şimdi-burada küçük evren kılacak olan şey içerik ve yapı (biçim) yüklemeleridir ve iç içe kapsar kümelerden, bağlamlardan oluşur. İç içe sözüne dikkat, çünkü çoğu kez karşılaştığımız şey hem içerik hem biçimin bir an, seçili, soyutlanmış kümeyle (bağlam) örtüşse de alt ya da üstteki öteki kapsa(nı)r kümelerle (bağlamlar) çelişebilmesidir (Bkz. Russell Paradoksları). Durum imgelemenin kısa tutulmuş öğeleri (eleman, terim) ve uz(ak)görüsüzlükle yakından ilgilidir. Gündeliğe sıkışmış, ancak günü çevirebilen insanın (şair) şiirsel erimi de ancak gündelik-rastlantısal kümesiyle şiirlenir, yani içerik ve biçimlenir.

Bozguncu her yerde ve her zaman insan mı?

Aşağı yukarı Elif Sofya’nın birkaç açıdan dikkate değer şiiri için her şeyi söylemiş oldum. Buna ekleyebileceğim somut ayrıntıları şöyle sıralayabilirim:

  • Elif Sofya insanı, tarih içinde insanı, tarihsel insanı dışında kalan varlık kümesinden bağımsız bir küme olarak tanımlama cesareti gösterdiği için olumlu (pozitif) kavrayışı yetersiz ve çelişik kalakalmaktadır. Unuttuğu şey insanı odak olmaktan çıkaran düşünme öznesinin de insan (şair) oluşu. Dolayısıyla düşünümsel evrenini yeniden kurgulaması, çelişkiyi aşmak için eleştirisini türün (insan) tümlüğüne değil yorumuna yöneltmesi gerekir bana göre.
  • Eleştirisinin insana dönük özeleştirel duygusal yükü (pathos) yine de çok etkili. Nedeni insanlığın Antroposen Çağı’nın yaratıcısı olarak doğayı dönüştürme gücünün çığırından çıkması ve insanın artık kendi gücünden korkma bilincini yükseltmesidir. Ama bu korkuyu her insan bulunduğu yer ve zamandan deneyimlemektedir. Tümcül bir insan kavrayışı, sorun nerede ele alınıyor olursa olsun Elif Sofya örneğinde olduğu gibi saptırıcıdır. Çünkü sonul ve çelişkisiz küme diye bir şey yok.
  • Öte yandan günümüzde yazmayı sürdüren çok az şairimiz kendi içinde soyut, doygun şiirsel kümesini; terimleri, terimlerinin konumlandırılması (koordinat), anlatısal (şiirsel) silsileyi (kanon) tümleyecek tasarı, içtutarlılık ve bağdaşıklık düzeyiyle sağlanmış sesçil tadı (harmonium), Türkçe’nin içkin yapı desteğine ilişkin kavrayışı, bu ve benzeri özelliklere bağlı ve yine de mayınlı özgünlüğüyle Elif Sofya gibi oluşturabilmektedir. Nedeni bizce açıktır ve şiirini arkalayan beni ve yaşamını adadığı varlığıyla ilgili saf içtenliğidir. Sorunu üstlenme ve kavrama biçimi neredeyse dolayımsız, içten ve inançlıdır.
  • Küçük sesleri büyük sesleriyle uyumlu, orkestrasyonu tamdır. Şiirlerinin en az yarısı için bunu söyleyebilirim. Aynı aileden çalgılarla küçük (oda) orkestra için yazılmış şiirleri etkin bir çoksesliliği dışavuruyor. Ama beklenebileceği üzere onikiton ya da uyumsuz müziğin karşılığı değil şiiri. Çelişki derken biraz bunu da söylemiş oluyorum. Kafka’nın da sorunlarından biriydi bu. Doğa insandan bağımsız, içkin bir armoni taşır mı? Bozguncu her yerde ve her zaman insan mı? İnsanın doğadan kopuşu uyumsuzluk anlatısı mı? O zaman şiirin okuru, Finnegan’s Wake’in (1939, James Joyce) varsayımlı (potansiyel) okuru kim? Ne yazık ki hep bir varsayım olarak kalacak; bir saksağanın, çalıbülbülünün, karganın, dağ başında sarıçamın okurluğu ve yazarlığı. Bunu kim istemez? Belki insan olmaktan çıkıp (don değiştirip) dünya varlıklarının dillerinin peşine düşmek gerekir. Olası mı? Neden olmasın? Canlı gözenin (hücre) elektron atımları (impuls) sayısal (dijital) ortak dile dönük biçimde okunabilir, yazılabilir, hatta paylaşılabilir. Ama şimdi burada çelişki sürmektedir. İnsan insana, şair okura yazmaktadır ve süreç ne yazık ki ancak bu tekli boyutta ama çift yönlü çalışmaktadır. Aslında şairimizin ve usu düşmanlaştıran, bilimi insan erkinin acımasız dünya yıkıcısı olarak görenlerin atladığı bir şeyi de geçerken imleyelim. O bilimin en küçük (mikro) ve en büyük (makro) evrene dönük anlama girişimleriyledir ki varlıklar birbirlerinin eşit eşlikçilerine dönüşebilmektedirler. Başkaca da hiçbir şey, ne yazık ki sanatsal uğraşılar da işin duygusal gösterisinin ötesine geçememektedirler. Ama bu sesi çıkarmak, bu yaygara da önemlidir. Yaygara sözcüğünü olumlu anlamda kullanıyorum.
  • Küçük şiir evreninin özlemini duyduğumuz anlatım gücü, imgesinin gerçekten yeniliği, nasıl ele almış olursa olsun tüm evreni hesaba katan, arkasına alan düşünümsel boyutu, aşırılaştırılmamış, tam kıvamında ama sağlam tutulmuş şiircil yapı öğeleriyle Elif Sofya’nın şiiri izlenmesi gereken bir şiir. Bakalım bu şiir nerelere doğru uzanacak daha.
  • Bu arada şair üzerine sıcak yorumların zaman zaman aşırı yorumlara, yorumcunun gönlünden geçenleri yankılayan doğrulamalara dönüştüğünü gözlemlediğimi de belirteyim. Gerçi şairin bu yorumların özüne ters düştüğünü söylemek de aşırı yorum olur. Şimdilik yapılacak şey şairin şiirini üzerine başarıyla temellendirdiği düşünsel gelişimini yakından izlemek olabilir. Sonuçta yaptığı şey şiir yazmak… Biz de burada şiirle ilgiliyiz, kalmak isteriz.
  • İki akademisyenin konuyla ilgili bir çalışmasını burada gösterelim: Edebiyata Ekoeleştirel Yaklaşımlar: Ekoşiir ve Elif Sofya; Yrd. Doç. Dr. Meliz ERGİN, Yrd. Doç. Dr. Özen Nergis DOLCEROCCA 2016.

Ekim 2021


[1] Elif Sofya, Pençe (2021), Everest yayınları, Birinci basım, Ekim 2021, İstanbul, 86 s.

 

PAYLAŞIM İÇİN