Eine Braut im Koffer/Bagajdaki gelin

Dilaver’in ses tonundan, garip bir şeylerin olduğunu hissediyordum. İş günü, gündüz öğle vakti beni ziyaret etmesinin mutlaka bir sebebi olmalıydı, bu, posta kutusunda bulduğu bir mektup, memleketten bir hastalık raporu ya da yabancılar dairesinden bir ihbarname olamazdı.

HALİT ÜNAL
(Almanca aslından çeviri)

1.

Yaşlandıkça, anılarımız da bir o kadar eskiyor zihnimizde,
tozlanıyor; unutuluyorlar. Ama unutulamayan,
arada bir ortaya çıkan toz tutmaz olaylar da yok değil hayatımızda.
Dilaver’in hikayesi de işte, geçmişte yaşadıklarımızın
ne kadarı kalabiliyorsa, o kadarıyla aklımızda kalanlardan biri.

 

Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nin doğusuna düşen Lippe bölgesinin yağmuru bol, havası serindir. Suratını asmaya görsün gökyüzü bir kez, yaz kış dinlemez, günlerce yağar da yağar. Yalanım yok; kasabamızda sıcaklık 25 dereceyi geçince yaşı geçkin insanlar arasında ölümlerin arttığını bilirim – gazeteler yazardı, sıcağa dayanamazlarmış.

Ağustos ayının son günlerine rastlayan o yaz günü sıcaklar çekilmiş, ölümler durmuş, hava yine bulanıktı, ha yağdı ha yağacaktı.

Hafta ortasıydı, büromda yalnızdım; bir önceki danışma gününden kalan evrakları inceliyordum; o kadar dalmışım ki, kapımın, o martı çığlığı gibi meşhur gıcırdaması olmasaydı, açıldığını fark etmeyecektim.

Gelen Dilaver’di, tanıdıktı. Adımını daha kapıdan içeri atarken sezmiştim; davranışlarında bir gariplik vardı.  Konuşurken bakışlarını benden kaçırıyordu.

Danışma, Buluşma ve Eğitim Merkezimiz Türkenzentrum‘un müdavimlerinden, ithal evlatlarımızdan biriydi Dilaver.  Almanya’ya anne-babasının yanına geldiği zaman on altısını doldurmamıştı henüz; merkezimizin kurslarına katılmış, Almanca öğrenmiş ve bir de meslek edinmişti. Büromuza teklifsiz girip çıkan az sayıdaki gençlerden biriydi; deyim yerindeyse bizden biri sayılıyordu artık -elimizde büyümüştü.

Kapıyı böyle usulca açıp şaşkın bir vaziyette karşıma dikilince, Almanya’ya geldiği ilk günleri anımsadım birden. Babası, gurbetçi bavulunun kulpunu avuçlar gibi oğlu Dilaver’in eline sımsıkı sarılmış yanıma getirmişti. Yeğenini getirdim Halit Bey deyip danışma merkezimizin kapısına bırakmıştı.

***

O zaman da, tıpkı bugün olduğu gibi, boynu bükük, kanatları sarkık, ürkek bir kuş gibiydi. Gözlerinde acemisi olduğu bir dünyanın ortasına düşmüş olmanın şaşkınlığı vardı.

“Oo! Dilaver, geldiniz nihayet ha, geç otur!” dedim, sağ tarafıma düşen kitaplığın önündeki koltuklardan birini işaret ettim. “Elimdeki işi bitireyim de, konuşuruz”, diye ekledim.

“Hoş bulduk”, dediğini duydum. Sessizce gitti, koltuklardan birine oturdu. Tavırları dikkatimi çekmişti. Bu oğlanda bir hal var, diye merak ediyor, gözümün ucuyla her hareketini izliyordum. Anadolu güneşinin tazeliğini taşıyan bronzlaşmış yüzünden yorgunluk, gözlerinden huzursuzluk okunuyordu. Sabırsızdı; önce bacak-bacak üstüne atıyordu, ki, şimdiye kadar huzurumda yapmadığı bir şeydi, sonra dirseğini dizine dayıyor, kolunu kıvırıyor, yüzünü avucunun içine yatırıyor, düşüncelere dalıyordu bir süre. “Bunun bir sıkıntısı var ama acaba ne?” diye kaygılanmadan edemiyordum. Aradan çok geçmiyordu ki, elini yüzünden çekiyor, bacağını indiriyor, oturduğu yerde öne doğru kaykılıyor, yana dönüyor, başını kaldırmadan, kaş altından bana doğru şöyle bir göz atıyor ve sonra aynısını sırayla tekrar ediyordu.

“Ne zaman geldiniz, kardeşin de geldi mi?”

“Beraber geldik. Bir kaç gün oluyor, geçtiğimiz hafta yani.”

“Memlekette ne var ne yok?”

“Bir şey yok be ağabey, ne olsun. Her şey yerinde, güllük gülistanlık.”

Dilaver’in ses tonundan, garip bir şeylerin olduğunu hissediyordum. İş günü, gündüz öğle vakti beni ziyaret etmesinin mutlaka bir sebebi olmalıydı, bu, posta kutusunda bulduğu bir mektup, memleketten bir hastalık raporu ya da yabancılar dairesinden bir ihbarname olamazdı.  

“Üzüm, üzüme baka-baka kararır” diye bir söz var bizim memlekette. Yanında, yakınında bulunduğunuz ve göz göze olduğunuz bir kişinin içsel huzursuzluğu size de bulaşabilir. Dilaver’in tuhaf davranışları ve çekingen yanıtları beni etkiliyor olmalıydı ki, rahatsız olmaya başlamıştım. Önümdeki işi bıraktım, Dilaver’e döndüm: “Hayırdır Dilaver, sende bir hal var,” dedim, “Şuraya gel, otur da anlat bakalım!” karşımdaki sandalyeyi işaret ettim.

“Çekiniyorum ağabey,” dedi, başını öne eğdi.

“Sebep ne, Dilaver?” diye şaşırarak sordum.

“Kızarsın bana, diye korkuyorum!”

Ben kendimi daha toparlayamadan: “Olmayacak, bir iş yaptım da ondan!” diye ekledi.

Aramızda bir sessizlik oldu. Bana söylemekten çekindiği ne olabilirdi, kafamı kurcalıyordu. Kendisini suçlu hissetmesini ve bu yüzden benden korkmasını gerektirecek şey’ neydi? Yasadışı bir ‘şey’ yaptıysa, bu benden korkması için bir neden olmazdı. Ayrıca, yasalara uymayan ve bundan da hiç utanç duymayan o kadar çok insan var ki bu dünyada ve o kadar çok suç işleniyor ki, o ne yapmış, hangi suçu işlemiş olursa olsun, diğerlerinin yanında bir hiç sayılırdı. Belki dönüşte trafik kazası geçirdi ya da tatilden geç döndüğü için işini kaybetti, diye düşündüm. Bugünlerde işini kaybetmekten daha kötü ne olabilirdi ki, bizim gibi sıradan insanlar için.

“Ne halt ettin ki, korkuyorsun! Hele bir anlat bakalım, neymiş?”

 “Söylemeye utanıyorum,” dedi tekrar. Başını önüne eğdi, gözlerini iki dizinin arasında birbirine kavuşturduğu ellerine dikti.

Öfkelendim, “Madem utanacaktın, yapmasaydın. Niye yaptın? Meraklandırma adamı, çıkar şu dilinin altındakini de rahat et!” diye çıkıştım.

“Evlendim!” dedi.

2.

Evlenmekten utanılır mı?

Dilaver evlendiği için utanıyormuş! Ve evlendiğini söylemekten de korkuyormuş üstelik!

Yanıtı bana biraz tuhaf gelmişti; söylemeye çekindiği şey neydi ki?

Kimbilir, diyordum içimden, ana-babası bu evliliğe rıza göstermemiş olabilir. Dilaver de bu yüzden utanıyordur. Ya da, olur ya, belki de kızın ailesi, kızlarının Dilaver ile evlenmesine karşı çıkmıştır, Dilaver de kızı kaçırmıştır. Henüz askerliğini yapmamış bir Almancıya aklı başında hangi baba kız verir, değil mi ya!

“Bunda utanacak ne var, arkadaş?” diye çekinerek tekrar sordum.

“Eşimi yanımda getirdim.” dedi.

Hayda! Gel de işin içinden çık bakalım!

Bir deli kuyuya bir taş atar, kırk akıllı kırk gün nasıl çıkaralım diye tartışır. Bir insanın evlenmesinin ve evlendiği karısını yanında getirmesinin yanlış olan tarafı ne olabilirdi, çözemiyordum.

“Evlenmişsin, ne güzel,” dedim gülerek. Bunu kutlamak lazım, onu bunu bilmem, diye de ekledim.

Birden bire bütün çekingenliği kayboldu Dilaver’in, yüzüme bir bakış fırlattı ve baklayı ağzından çıkardı: “Ağabey,” dedi “anlamadın galiba. Karıyı kaçak getirdim, kaçak!”

Dilaver’e bak! Bir, yumruğunu masaya vurmadığı kaldı, diye hırslanmadan edemedim.

Bugüne dek olumsuz hiç bir davranışına tanık olmadığım, hakkında hep iyi şeyler düşündüğüm ve danışma merkezimizde böyle bir şeye asla müsamaha gösterilmeyeceğini herkesten daha iyi bilmesi gereken bu genç adamın, karısını ülkeye yasadışı yollardan getirdiğini yüzüme tükürür gibi söylemesine şaşırmış ve “Bu herif aklını kaçırmış,” diye düşünmekten kendimi alamamıştım. Kendi itiraf etmeseydi, Dilaver’e karısının Almanya’ya nasıl geldiğini sormak aklımın ucuna bile gelmeyecekti.

Şaşırmıştım, “Dilaver, oğlum! Almanya’da yabancı/Ausländer olunur da Yabancılar Yasası bilinmez mi?” dedim. “Sen aklını mı kaçırdın. Almanya dışından biriyle evlenen Türkiye’den gelen bir yabancının beş yıllık evlilik süresini doldurmadan, eşini yanına getirmesinin yasak olduğundan haberin yok mu senin?”

“Var da …” dedi.

“Da’sı ne?” diye çıkıştım; ama fazla da üstelemedim. Dilaver’in narin bir yapısı vardı çünkü, çok üstüne gitmeye gelmezdi, hiç ummadığın anda taze bir dal gibi çıt diye kırılabilen cinstendi.

“Bilmiyorum ki!”, dedi, “sen bir yolunu bulursun işte, diye, sana geldim, napiim!” dedi sonra, kestirip attı. İşin içinden sıyrılıverdi.

***

Türkiye’de, “her yiğidin bir yoğurt yiyişi olur”, diye bir söz vardır.

Aslında Dilaver, hatasının farkındaydı, yaptığı yanlıştı; biliyordu. Olay ortaya çıkacak olursa, ki bu, bizim toplumumuzda sıradandı. Çok sürmez, günün birinde öyle ya da böyle dile düşeceği kesindi ve o zaman yandığı gündü; karısı derhal yurtdışı edilmekle kalmayacak üstelik bir de Almanya’ya giriş yasağı alacaktı. Dilaver hakkında ise Yabancılar Yasası‘na aykırı davranmaktan dava açılacaktı.

Dilaver’in tutumu, bile bile yaptığı, sonuçlarına da kendisinin katlanması gereken yanlışın düzeltilmesi sorumluluğunu bana yüklemeye çalıştığı anlamına geliyordu.

“Az önce karını kaçak getirdiğini söyledin,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Nasıl getirdin? Hele bir anlat bakalım. İyi düşün ama, bir şey saklama! Sana yardımcı olmamı istiyorsan, olduğu gibi anlat.”

Dilaver rahatlamıştı. Korktuğu başına gelmemiş, onu azarlamamıştım. Yüzü değişmişti, burnunu çekti, boğazını temizledi, sonra bir iki saniye hareketsiz durdu, etrafına baktı. Bir yandan da masamın üzerinde duran sigara paketine kayıyordu gözü. Heyecanlandı, dedim içimden, paketi aldım, sigara uzattım, önce çekindi, istemedi, “al” dedim “al, çekinme iç, iyi gelir,” çakmağımı masanın üzerinden ona doğru ittirdim. Yaktı, derin bir nefes aldı, masanın üzerine hafifçe eğildi ve yüzüme bakmadan, “Çaresiz kaldım ağabey” dedi. “Düşündüğün gibi değil. Yalanım yok, yukarıda Allah biliyor, isteyerek yapmadım. Tehdit etti beni.”

“Tehdit mi, kim tehdit etti?” diye merakla sordum.

“O işte!”  

“O kim, Dilaver?”

“Gelinin.”

“Ha! Ee, sonra?”

“Ben böyle bir şey yapar mıydım, sonuçlarının ne olacağını bilmez miydim! Her Allahın günü, daha yataktan kalkar kalkmaz başladı şikayete, iki gözü iki çeşme kan yaş ağlıyor: ‘Evleneli daha hafta dolmadı, sen gidersen ben ne olacağım? Üç günlük gelini dul mu bırakacaksın? Senin niyetin ne? Söyle bana!’ diye ağzına geleni söylüyor, bağırıp çağırıyor, ortalığı ayağa kaldırıyordu. Kaynataymış, kaynanaymış, kayın-görümceymiş, kimseyi umursamadı. Rezil etti beni herkese, rezil; haberin yok! Üstelik bu kızı beğenip alan ana-babam yok mu?! Başımı bağladılar, düğümlediler, sonra da kenara çekildiler. Çözebilirsen çöz! Sanki bağıran çağıran benmişim, bütün suç kabahat bendeymiş de, bir başıma bıraktılar beni, uzak durdular. “

Dilaver anlattıkça heyecanlanıyor, sigarasını yakması için az önce uzattığım çakmağı ha bire parmaklarının arasında evirip çeviriyor, arada bir burnunu çekiyor, boğazını temizliyor ve sonra kaldığı yerden devam ediyordu:

“Yıllık izine biraderlerden bir kaç gün sonra çıkmıştık; daha yola düşer düşmez başladılar. Arabayı ben sürüyorum. Annem arka koltukta, babam yanımda oturuyor. Babam ikide bir geriye dönüyor, başını arkaya doğru uzatıyor, ‘Şey mi …’ diye başlıyor. Yol boyu biri bırakıyor öbürü alıyor; artık vakti gelmiş de geçiyormuş bile, daha ne bekliyorlarmış sanki? Gitmişken aradan çıkarsınlarmış. Durmadan evlenme zamanımın geldiğini anıştırıyor, en büyük dileklerinin, hayattayken torunlarının mürüvvetini görmek olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı. Kız da tam bana göreymiş. Vallaha ben de, ne diyeyim, hiç sesimi çıkarmadım. Kız övdükleri kadar var yani, tanıyorum ya, memleketteki komşumuzun kızı. Her yıl izine gittiğimizde gördüğüm kız; güzel, buradaki kızlara benziyor, sarışın. Her neyse, annem, babam her şeyi ayarladılar, bir de güzel düğün yaptık ki vallaha! Evlendik yani, gelini eve soktuk. Bilirsin, sayılı günler çabuk geçer. Almanya’ya Dönüş günü geldi çattı. İşte çıngar da o zaman çıktı; kavga başladı gelininle…”

Sigarasından, iç çeker gibi, bir derin nefes çekti, dumanını yana doğru üfledi.

“Nikahtan hemen sonra Ankara’ya gittik. Ankara dediğin aha şura, bir buçuk saatlik yol. Pasaportunu çıkarttık. Bir iki gün sonra da Alman konsolosluğuna vardık. Alman işte, La der Lo demez. Yok, dediler. Almanya’ya git oradan istek yap dediler. Gel bunu bizimkine anlat. Senin bir kaç hafta burada, Türkiye’de kalman lazım, dedim. Alman yabancılar polisi böyle istiyor, başka çaresi yok, dedim ona. Ben Almanya’ya gider gitmez istek yapıp her şeyi ayarlayana kadar sen ana-babanın yanına gider, orada kalırsın. Çok sürmez hemen gelir seni alırım, dedim. Vay sen misin bunu diyen. Beş sene bekleme süresinden hele hiç söz etmedim. ‘Ne? Bir daha de hele!’ diye bağırdı, ‘Beni geri mi yolluyacan! Sen ne diyon be!’ dedi. ‘Bakire mi çıkmadım da, namusumla oynamaya kalkıyon. Ailemin şerefiyle oynama benim, bütün kasabanın yüzümüze tükürmesini mi istiyon. Almanlar öyle istiyormuş!! Şuna bak! Aileme geri dönmem lazımmış! Bir yere gitmem ben, deli misin sen Dilaver?’ dedi. Şimdi söyle ağabey, benim yerimde sen olsaydın ne yapardın, ha?”

Dilaver haklıydı. Bizim toplumumuzda, bir gelinin düğün gecesinden birkaç gün sonra ailesinin evine geri gönderilmesi, gelinin bakire çıkmadığı anlamına gelir ve utanç verici olarak kabul edilir. Bu, tüm aile için bir namus meselesi sayılır.

“Haksız mıyım ağabey?” diye devam etti, “ve yola çıkacağımız gün geldi çattı ve o saate kadar yanımdan da bir yere kımıldamadı, gözlerini benden ayırmadı, koluma sımsıkı yapıştı, ‘İyi o zaman,’ dedi ‘madem beni götürmiyon, o zaman sen de bir yere gidemezsin. Burada kalacaksın, duyuyon mu beni Dilaver? Sana bir adım attırırsam ne olayım. İşte bu kadar!’”

İki arabaydık. Birader arabasını çoktan yüklemiş evin önünde hazır bekliyordu. Babamla ben hâlâ eşimle cebelleşiyorduk. Nuh diyor peygamber demiyordu. Bir türlü sakinleştiremiyorduk. Anam mı? Zavallı, gelininin cabbarlığını görünce korktu, eşiğin dibine çöktü ve öylece kaldı. Sonra komşular da işe karıştı. Bütün mahalle ayağa kalktı, bağırtı çığırtı ayyuka çıktı; ‘şunların sokak ortasında yaptıklarına bakın. Utanmıyor musunuz be! Almancılar n’olacak, burunları büyümüş. Hem zavallı kızın bekaretini alın sonra da ortada bırakın…  Sakın ola kızı burada bırakayım demeyin, alın götürün.’ dedi bas bas bağırdılar.  O sırada neler hissettiğimi anlatamam. Yarılsaydı da yerin dibine batsaydım. Neyse ki babam imdadıma yetişti ve beni bu azaptan kurtardı: ‘Kızı da götürüyoruz!’ dedi. ‘Sonra ne olacak?’ diye sordum. Bunu bana bırak, yolda anlatırım, Yugoslavya’ya vardığımızda görürsün.’ dedi. Sonra döndü: ‘Gel kızım’ dedi eşimin kolundan tuttu, arabanın kapısını açtı, arka koltuğa annemin yanına oturttu. Yola düştük.”

“Eee, sonra? Anlat hele.”

“Sonra n’olacak, geldik işte!”

“Mahalleli, eşimin ana-babası, herkes yani, arabalarımızın arkasına kova dolusu su döktüler. Yolunuz açık olsun, su gibi akın gidin, dediler. Vurduk yola.

Dönüşler başlamış, yollar ana baba günüydü. Kapıkule’de kim kime, dum duma; çıkışta pasaportları uzatıyoruz, memurlar bıkmış usanmış, dönüp bakmıyorlar bile, elleriyle geç işareti yapıyorlar. Soran eden yok. Bulgaristan’ı geçtik. Ohoo, işler tıkırında gidiyor. Korkum geçti, rahatım.

Avusturya sınırına kadar yolculuğumuz otuz dört saat sürdü. Maribor’a vardığımızda sabah olmak üzereydi. Babam, ‘sınıra varmadan arabayı kenara çek, mola vereceğiz’ dedi. Yolculuğumuzun ikinci günüydü, henüz şafak sökmekteydi. Bir kaç kilometre sonra ben önde, kardeşim peşimde, arabalarımızı bir kavaklığın kıyısındaki park yerine çektik, şansımız varmış bizden başka kimseler yoktu. Oysa o günlerde park yerleri dolu olur bilirsin, arabayı çekecek yer bulmak zordur. Annem, kahvaltı yapalım dedi. ‘Hayır’, dedi babam, itiraz etti, ‘şimdi sırası mı, olmaz, hele sınırı bir geçelim de… Aceleniz ne, hiç mi oruç tutmadınız?’ dedi. Sonra bana döndü ‘git arabanın bagajını boşalt, eşyaları, ne var ne yok hepsini çıkart, arka koltuğa koy, battaniyeyle şu iki karpuzu kenara al, onlar bana lazım!’ dedi.

Dediklerini yaptım, kenara çekildim.

Hepimiz dikilmiş sessizce babamı izliyorduk, kimseden çıt çıkmıyordu. Bagaj kapağı açık vaziyette duran arabamın etrafını şöyle bir dolandı babam, etrafına bakındı, arabanın arka bagajının önünde durdu ve eşimi yanına çağırdı, ‘Gel buraya’ dedi, elinden tuttu, ‘bas tampona, atla içine bakayım’ dedi eliyle arabamın bagajını işaret etti. Şimdiye dek bu kadar ciddi ve bu kadar kararlı görmemiştim babamı; her şey gelirdi de böyle bir şey aklımın ucundan bile geçmezdi. Eşimin yüzüne baktım, çok utandım. Ama o hiç oralı değildi, döndü bana baktı, gözlerinin içi gülüyordu; görünüşe göre başına gelenlerden etkilenmişe benzemiyordu. Onun bu denli rahat davranışlarına şaşırmıştım. Bir an hayal kırıklığına uğradım. Babamın bagaja binmesini istediği an eşimin buna itiraz edeceğinden kuşkum yoktu. Tam tersi oldu; sesini çıkarmadan şak diye atladı arabanın bagajına. O zaman, ‘Ulan’ dedim içimden, ‘ne kadın be!’

Babam, eşimi bagaja yerleştirdikten sonra üstünü battaniye ile bir güzel örttü. Karpuzlardan birini battaniyenin altına, başının yanına, diğerini de görünecek şekilde battaniyenin üstüne koyarak battaniyenin altında kıvrılıp yatan eşimin gövdesinin karpuz-kavun ve sebzelerle dolu gibi görünmesini sağladıktan sonra: ‘Bana bak gelin!’ dedi ‘beni iyi dinle. ‘Biz sana işaret verinceye kadar sesin çıkmayacak, öksürmek, hıçkırmak yok. Hele ki, can sıkıntısından sakın ha sakın şarkı türkü söyleyeyim deme. Anlaşıldı mı? Hududu geçer geçmez kaynanan arka koltuğun tereğine üç kere vuracak sana işaret verecek. O zaman ne halt edersen et’ dedi, bagajın kapağını kapattı. ‘Haydi, binin gidiyoruz’, dedi, ‘Kardeşin önde gidecek, sen onu takip edeceksin. Sakın ola onu geçeyim deme! Avusturya sınırı en kötüsüdür, Almanya’nın ön karakoluymuş gibi çalışır, Almanlara fahri sınır muhafızlığı yapar bunlar. Buradan geçersek, her şey halloldu demektir. Kardeşin senin önünde sınır polisinin dikkatini çekecek, onu durdururlarsa, sen kesinlikle yoluna devam edeceksin, anladın mı?’ diye uyardı.

Tekrar yola devam ettik. Yugoslavya ile Avusturya arasındaki Maribor hudut kapısına vardık. Tek sıra geçiyorduk, kapıda yoğun bir trafik vardı. Yugoslavya tarafında pasaport soran olmadı. Avusturya tarafında ise hudut polisinin önünde durduk. Kardeşim önümüzdeydi.

Onun işi uzun sürmedi, pasaportlarını polise uzattığını, aradan çok geçmeden önümüzden kayıp gittiğini ve sıranın bize geldiğini gördüm. Belki de bana öyle geldi. Aklım arkada bagajdaydı. Çünkü Avusturya hudut mıntıkasına girdiğimizden beri gözüm önümüzdeki araçlardaydı. Dikkat etmiştim her beş ya da altı araçtan birisinin bagajını açtırıyorlardı. Biz beşinciydik. Ya polis bagajımızı açtırırsa ya da eşim öksürürse diye tir tir titriyordum. Çok heyecanlıydım. Heyecanımı belli etmemek için sürekli esniyormuşum gibi yapıyor, gözlerimi ovuşturuyordum. Polis başını eğdi arabamızın içine şöyle bir göz attı, ‘die Pässe – pasaportlar’ dedi. Elimdeki üç pasaportu uzattım. Aldı, tek tek sayfalarını karıştırıyordu ki, arka taraftan bir korna sesi duyuldu. Polis bir adım geri çekildi, korna sesinin geldiği tarafa doğru döndü. Pasaportlarımız hâlâ elindeydi. ‘Şimdi yandık’ dedim. Yanılmıştım. Polisin bana doğru uzattığı pasaportları kapmamla birlikte gaza basmam bir oldu. 

Sınırı hızla geçtik.

Babam, ‘geçtik ulan!’, dedi, ‘vay be!’ ve anneme döndü, ‘kıza işaret ver hemen’ dedi neşeyle. Annem sevindirik olmuş yerinde duramıyordu ‘işi bitirdik’ diyor kahkahalar atıyordu, utanmasa göbek atacaktı arabanın içinde. Babamın, ‘geline  işaret ver dedim, tereğe vur tereğe!’ dediğini duymuyordu sevincinden.

‘Kadın yeter be yeter, ver şu işareti, sık yumruğunu, kaldır kolunu da vur şuraya. Duysun sevinsin gelin.’  dedi.

Annem tereğe üst üste üç kere vurdu.

Karşılık gelmedi, bir daha  vurdu. 

Yine ses çıkmadı.

‘Allah Allah’, diye söylenmeye başladı babam, ‘sağır mıdır, nedir! Bir daha vur hele, hızlıcana vur, hızlıcana!’

Ben de iki elim direksiyonda, kulağım bagajdan gelecek seste, arada bir dikiz aynasından bakıyordum. Anam oturduğu koltuğun üstünde arkaya doğru dönüyor tereği ha bire yumrukluyordu. Bagajdan cevap alamayınca, kuşkulanmaya başlamıştık.

`Kardeşine selektör yap, sinyal ver, solla önüne geç ve ilk benzin istasyonuna veya dinlenme alanına gir, dikkat et etrafta fazla araba olmadığından emin ol!` dedi babam. Tamam dedim. Gözüm yolda, kulağım bagajda epey gittik. Anam da hâlâ tereği yumrukluyor. Bagajdan ama çıt çıkmıyordu. Bu da mı başımıza gelecekti; endişelenmiş, korkmaya başlamıştık. Karım niye cevap vermiyordu ki? Aklıma bin bir türlü şey geliyordu. Yol da uzadıkça uzuyordu, görünürde ne bir park yeri ne de benzin istasyonu vardı. 

Babam durmadan ‘Gavurun memleketinde ilaç için bir park yeri yok, tek bir çıkış yok, hiçbir şey yok. Hâlâ sınır bölgesindeyiz, dışına çıkamadık, ikaz üçgenini açıp kenarda da duramayız, hemen polis başımıza üşüşür.’ diye söyleniyor bizi iyice korkutuyordu.  Ne yapsak ki, böyle devam edemeyiz, şuradaki kız beni korkutuyor’ diye arabanın bagajını işaret ediyor, bağırıp çığırıyordu. Annem dayanamadı, başladı ağlamaya ‘kızı diri diri gömdün, gördün mü başımıza geleni?’ diyor babama ağzına geleni söylüyordu.

Bu vaziyette daha ne kadar gittik vallaha bilmiyorum; sıkıntıdan ne söylenenleri duyuyor ne de önümü görebiliyordum. İçimde bir korku vardı, yumruklayıp duruyordu göğsümü sanki, ‘öldü mü yoksa lan!’ diye geçiriyordum içimden. Babamın yanında tek kelime de edemiyordum utandığımdan. Bir ara ileride bir tabelâ görür gibi oldum: Sonraki benzin istasyonu beş kilometre yazıyordu. O beş kilometre bana öyle uzun geldik ki, sorma. Nihayet benzin istasyonuna vardık. ‘Ne olursa olsun, dal, gir içeri’, dedi babam. Gözlerden uzak bir köşede durdum, ben daha kontağı kapatmadan, açtı kapıyı, fırladı çıktı dışarı babam; ben de peşinden. Koştum bagaj kapağını açtım. Battaniyeyi hızla kenara ittim. Ne görelim!”

Öyle de heyecanlı anlatıyordu ki Dilaver. “Bir de baktım ki, ölmüş” diyecek diye elim yüreğimde titriyordum.

“Yüzü mosmor olmuştu,” diye devam etti Dilaver, “gözlerindeki ışık sönmüş, dudakları kurumuş kıvrılmış yatıyordu; ama neyse ki hâlâ hayattaydı; nefes alıyordu, ölmemişti. ‘Şükürler olsun’ dedi babam. Bir kaç kilometre daha gitseymişiz, demek ki ölecekmiş. Bagajda gelin değil, ceset götürecekmişiz”.

Dilaver burada durdu. Yüzüme baktı.

“Yahu Dilaver, korkuttun beni be!” dedim, “seni şimdi anlıyorum. Merak etme çaresine bakarız. Ağzınızı sıkı tutun siz yeterki, eşini kaçak getirdiğinizi sakın ha sakın kimselere söylemeyin. Yarın danışma günü. Sen paydostan sonra gel. Neler yapılabileceğimizi birlikte konuşalım.” dedim, Dilaveri yolladım, gitti.