Eğitim Bakanı eğitimi biliyor mu?

Eğitimde okuyan, düşünen, yaratan, araştıran, üreten insanlar yetiştirmenin yolu çocuğun özgürce kendisini anlatmasından geçer. Eğitim bunun yolunu döşeyen süreçtir. Eğitimi yönetenlerin de eğitimi çok iyi bilmeleri, çocukları, gençleri anlamaları zorunluluğu vardır.

Hidayet KARAKUŞ

Eğitim, insan yaşamını biçimlendiren, ömür boyu süren önemli bir etkinlikler toplamıdır. Daha ana karnındayken bebelerin eğitiminin başladığını, müzik dinleyerek, onunla konuşarak sevginin ışınlarını duyumsatmaya çalışmanın çok olumlu sonuçlar verdiğini, verebildiğini söylüyor bilimciler.

Çocuğu, doğduğu günden bu yana olumlu ya da olumsuz etkileyerek istediğiniz gibi bir insan yapabilirsiniz. Ancak uygar dünyanın istediği ruh sağlığı yerinde, bilimsel düşünmeyi kavramış, hangi işi yaparsa yapsın sanattan, edebiyattan derin hazlar almayı öğrenmiş bir insan yetiştirmek, çok bilinçli bir eğitim dizgesiyle olanaklıdır.

Bugün eğitim ortamında sınavlara koşullanmış bir çocukla, sınav gerginliği de içinde pek çok gerginlikten uzak yetiştirilen bir insanın mutluluğu karşılaştırılamaz. Özellikle eğitim dizgesinin özgür düşünen, yaratıcı, üretken bireyler yetiştirmeyi amaçlaması, bunun için de bütün çocuklar için eşit olanaklar sağlaması zorunluluğu vardır.

Eğitimciler iyi bilirler. Sınıfta, bahçede, sokakta öğrencinin gözünde öğretmen örnektir; öyle olmalıdır. Onun için söyleyeceğiniz bir söz, bir tepki, bir davranış çocuğu olumlu da olumsuz da etkiler, ömür boyu silinmez izler bırakır. Eğitimci, geleceğe taş atar ama taşın düştüğü yeri görmez. Ne ki o taş bir gün olumluysa da olumsuzsa da karşımıza çıkacaktır.

Eğitimcinin bu titizliği, dikkati kazanması ancak iyi yetiştirilmesiyle olanaklıdır. Bugün çocuk ruhundan anlayan öğretmenlerimiz vardır kuşkusuz. Fakat öğretmen toplumu içinde ne kadar kaldı bu insanlar?  Öğrencisini sahiplenen, onun her dakikasını verimli, üretken, sorumluluk duygusuyla yetişmesi gerektiğinin bilincinde olan kaç öğretmen kaldı?

Geçen gün gazetede, sınıfa egemen olamayan, bu yüzden öğrencileriyle tartışıp, savcı kocasına öğrencilerini şikayet eden, onları gözaltına aldıran öğretmenin haberi vardı. Bu öğretmene “öğretmen” demek kolay mı? Ya onun sözüne bakarak yetkilerini 14-15 yaşındaki çocukları gözaltına alarak kullanan savcıya ne demeli? O yetkinin kendisine sınıfta öğrencilerine söz geçiremeyen, bunun yollarını aramayan, öğrencilerin neden öyle davrandıklarını araştırmak, onların yaş özelliklerini hiç düşünmeyen karısını korumak için kullanması yasalara değil insafa, vicdana sığar mı?

Atatürk’ün bakanlarından biri örneğin Mustafa Necati olsaydı bugün, öğretmenin de savcının da görevi bitmişti.

Bunları bir yana bırakalım. O okulun yöneticileri ne iş yapıyor? Öğrencilerini anlayıp onların sorunlarını eğitsel yollarla çözemeyen öğretmenini uyarmayan, ona yol göstermeyen okul yöneticilerinin görevi yalnızca yönetmelikleri izlemek midir? O yönetmelikler kimin içindir? Yalnızca yetkileriyle var olan insanlar hangi görevde, hangi konumda olurlarsa olsunlar, görevlerinden ayrıldıkları gün bir hiçtirler. Kimseden saygı görmeyeceklerdir; birer yönetici eskisi olarak geçmiş günlerini birbirlerine anlatarak geçirecekler, çocuklara zamanında veremedikleri eğitimin cezasını da yozlaşmış toplumun bireyi olarak hepimiz birlikte çekeceğiz.

Eğitimde okuyan, düşünen, yaratan, araştıran, üreten insanlar yetiştirmenin yolu çocuğun özgürce kendisini anlatmasından geçer. Eğitim bunun yolunu döşeyen süreçtir. Eğitimi yönetenlerin de eğitimi çok iyi bilmeleri, çocukları, gençleri anlamaları zorunluluğu vardır.

Bunun için eğitimde koşullandırma değil, düşündürme, soruların yanıtlarını öğrencinin kendisine buldurma ilkesi egemen olmalıdır. Pavlov’un şartlı refleks deneyi, eğitimde çocuğun bu koşullandırmadan uzak tutulması ereğiyle eğitim psikolojisinde okutulurdu bir zamanlar öğretmen okullarında. Şartlandırma, çocuğu düşünmesini önleyen en sakıncalı yöntemlerden biridir. Dayak da şartlandırır, azar da şartlandırır çocuğu, baskı da…

Bunun için eğitimde özgür bir ortam yaratmak eğitim bakanlığının konuyu bilimsel olarak ele almasına bağlıdır.

Bugüne değin milli eğitim bakanlarının çoğu eğitimi politik çıkarlarına kullandılar. Atatürk’ün, Mustafa Necati’den Reşit Galip’e, Saffet Arıkan’dan Hasan Ali Yücel’e uzanan devrimci milli eğitim bakanlarına bakınız. Hepsinin ereği genç cumhuriyetin bütün yurttaşlarını okuma yazma bilen, okuyan insanlar yapmaktır. Uygar dünyada ancak okuyan, yaratan, üreten, bilimsel verilerle yaşamına yön veren toplumların yer alabileceğinin bilincindeydiler.

Genç yaşında ölen Mustafa Necati’nin bakan olur olmaz söylediği söz çok önemlidir: Bu ülkede okuma yazma bilmeyen bir tek yurttaş bırakmayacağım!

Bugün bakıyoruz da hâlâ nüfusun % 10’u okuma yazma bilmiyor. Aradan yüz yıl geçmiş. Hasan Ali Yücel’den sonra hangi bakanın böyle bir kararlılığı görüldü? Hangisi toplumun okuma yazma bilmezliğini kendisine sorun edindi? Hani okulsuz köy kalmayacaktı? Bugün on bine yakın köyde okul yok. Olanlarda da çocuklar taşımalı eğitimle tavuk gibi oradan oraya taşınıyorlar.  Böyleyken en aydın bilinen bakanlar bile siyasal çıkarlarının payandası yaptılar eğitimi.

Eğitimde en önemli ilkelerden biri de fırsat eşitliğidir. Köylerde, mezralarda okul yokken devletin özel okullara kaynak aktarmasına, bakanın fırsat eşitliği ile açıklamasına ne dersiniz? Gerçi o tasarı yargıdan döndü ama merak etmeyin ilk fırsatta cemaat okullarının açıktan desteklenmesi amacıyla yeniden gündeme getirilecektir. Yeter ki kurumları birer birer ele geçirip istedikleri ortamı yaratsınlar.

Bakan ya fırsat eşitliğinin ne olduğunu bilmiyor ya da konuyu çarpıtarak kendisine siyasal kazanç sağlamaya çalışıyor. Özel okullara aktaracağı kaynaktan kimlerin yararlanacağı ayrı bir konu ama neden çocukların sağlıklı ortamlarda eğitim yapmaları için, okulsuz köylere, semtlere yeni okullar açmayı düşünmez de bakan öncelikle bir yandan türbanı savunurken bir yandan da tarikat okullarını devletçe desteklemeye kalkar? Okuma yazma bilmeyen milyonlar onu ilgilendirmiyor mu?

Sahi Eğitim Bakanları, eğitim psikolojisinden ne kadar anlıyor? Merak ediyorum. Bir zamanlar kız meslek liselerinde okuyan erkek öğrencilere “harem ağaları” demişti  biri de, aklıma geldi.

Böyle bir sözü bırakın eğitim bakanını, eğitimsiz birinin söylemesi bile yadırganır her zaman. Öğretmenler arasında sözleşmeli, kadrolu ayrımı yapa yapa aynı işi yapan gencecik öğretmenler arasında eşitlik duygusunu zedeleyen, devlete güveni, inancı yok eden bu anlayış eğitime ne verebilir?

Siz olsanız kız erkek karışık eğitim yapan okullardaki erkek öğrencilere “harem ağaları” diyen bir insanı öğretmen olarak sınıfa sokar mısınız?

Bir de çocuklara gönderilen Filistin’e yardım zarfları küçücük çocukları örseleyen haberlerle birlikte eğitim bakanının imzasıyla yollanmıştır okullara. Yardımlaşma duygusunu

geliştirmek eğitimin sürecinde vardır zaten ama o duyguyu sömürmek, hele çocuğun üzerinde aileleri kullanmak yeni bir Deniz Feneri’nin habercisi değil midir? Şimdiye değin bu yardımların nerelere nasıl gittiğini toplum hiçbir zaman öğrenemedi. Öğrendiğinde de geç olmuş, aldatıldığı ortaya çıkmamış mıydı?

Yetkiler ellerinde. Kimin? Özgüvenden yoksun, bilisiz, aklını değil kararlarında duygularını kullanan insanların. Oysa yetkiler toplum için, insan için verilmiştir onlara. Keyfi kararlar alsınlar diye değil.

Ülkemiz gerçekten talihsiz günler yaşıyor!