Ne yapsın Osman Dayı? Ne desin? Eski günleri, kollarında eski gücü, kaslarında eski çevikliği kalmamıştır. Taş İskele’den çözer kayıklarını, sisli denizin içinde çeker gider. Nereye gittiği bilinmez Osman Dayı’nın.
HİDAYET KARAKUŞ
DENİZİN BEKLEDİĞİ
Seni sevmek mor denizlerdi biraz
Ne kadar gidilse bir o kadar bitmeyen
Umutlar ve yıkılmalar ardında direnilen
Seni sevmek mevsimler içinde en güzel yaz
Seni sevmek yaşamanın aşılmaz büyüklüğü
Seni sevmek kan dolu yüzyılları korkutan
Ve sığınıp ılık kıyı kentlerine biraz akşam
Seni sevmek çocukların düşlerinde gördüğü
Varılırdı daha saydam günlere isteseler
İsteseler yalnızlık giremezdi evlere
Seni sevmek bir kırlangıç olacak bekleseler
Ve uçacak durmadan adasız denizlere
Kim bulacak cam kırığı gözlerinde sevgimi
Sonra yalnız kalmak gibi yoksulca uğuldayan
Bütün okyanusların baş eğdiği tek kaptan
Sana verdim geç diye bütün denizlerimi
ÖZGÜRLÜKLERİN KAPISI
Afşar Timuçin’in Denizin Beklediği şiiriyle açtık bugün de sayfamızı. Onun insancıl, düşünür, bilge bakışıyla yalnızlıklarımıza, sevgilerimize ışık tutan bu şiiri yine denizlerde demleniyor. Denizlerden esintiler getiriyor bize. Hepimiz bir denizi taşırız gönlümüzde. Özgürlüklerin kapısı denizleri özleriz. Yaşamın gürültü patırtısı içinde kendimizi unutarak yaşadığımız günlerin içinde alıp başımızı kendimizi yaşayacağımız adı bilinmez ülkelere, kentlere, dağlara, denizlere, ufuklara gitmek isteriz. Ancak yaşam her yerde altı okkadır halkın deyimiyle. Nereye gidersek gidelim yaşamak için, var olmak için çalışmak, savaşmak zorundayız. Doğayla, denizle, dağla, yazıyla yabanla savaşmak zorundayız.
Yaşamın hep bu zorlu yanını anlatan bir öykücüyü konu edeceğiz bugün şiirimizin ardından. Türk edebiyatının zarif bir öykücüsünden söz edeceğiz. Kavganın Sonu ve Başı, Karaya Vurdu Deniz, Deprem, Direğin Tepesinde Bir Adam, Çiçekli Dağ Sokağı, Gemi Adamları… gibi öyküleriyle geniş bir okur kitlesine ulaşan, bugün belki edebiyat dünyasında da pek çok kişinin pek anımsamadığı bir öykücümüzden, Zeyyat Selimoğlu’ndan…
1922’de İstanbul’da doğan Zeyyat Selimoğlu, Alman Lisesi’nden sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Bir süre armatörlük yaptı. Bir anlamda denizlerin kalbinde yaşadı. Kendisi de bir deniz insanı olarak insanın doğayla, insanın insanla verdiği yaşam savaşımını gözledi. Bunları öyküleştirdi.
Direğin Tepesinde Bir Adam öykü kitabıyla 1969 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı.
“YOL GİDİP GİDİP DENİZ KIYISINDA APIŞIP KALDI MI”
Taş İskele Üzerinde Ayaklar, Ve… öyküsü çevre betimlemeleriyle başlar. Sanırsınız ki yalnızca Taş İskele’yi anlatmak, onun tarihini dile getirmek için başlamış söze yazar.
Oysa…
Neyse biz şimdi Taş İskele’yi anlatalım önce.
Zeyyat Selimoğlu, “Yol gidip gidip deniz kıyısında apışıp kaldı mı, oradan öte, birkaç metrelik Taş İskele çıkıyor denize doğru. Bu Taş İskele’yi kim mi yaptırmış? Eskiden devletin Mısır valisi yazları gelir, bu köyde otururmuş. Bütün ailesi, işçisi, bahçıvanı, kâhyası, çoluğu çocuğuyla. İşte o paşa baba vali, bir sabah denizin kıyısına inip de denizin kıyısını iskelesiz görünce “Bu nasıl iştir” diye buyurmuş, “Tez elden şuraya bir taş iskele yapıla…”
Yazarımız, Taş İskele’nin az yukarısında Mısır valisinin oturduğu konağın mumyasından söz eder. Bu mumya-konağın önyüzünde Mısır hiyeroglifleri, Firavun Ketomke’un armaları, “Kadim Mısır”a özgü kabartma çiçek resimleri vardır. Bugün her yeri ot bürümüş, konağın tahtaları eğrilmiş, yapı çökmeye yüz tutmuştur.
Öykücümüzün anlatmak istediği bu da değildir. Taş İskele’nin hemen sağında ince kazıklar üzerinde bir kulübe görünür. Bu kulübe köydeki tekne, motor, deniz kayağı sahiplerinin motor, tekne, küreklerinin barınağıdır.
YOKSULLUĞUN DA BİR ERİNCİ VARDIR
Zeyyat Selimoğlu, kısacık öyküsünün kahramanı eski Gemici Osman’a, bugünkü Osman Dayı’ya gelene dek kıyıyı eski, yeni durumuyla gözler önüne seriverir. Anlatımında sanki köy kahvesinde eski bir denizci edası vardır. Hoş kendisi de eski bir denizcidir, kısa süre armatörlük yapmış, deniz dünyasını da tanımıştır.
Osman Dayı, kimselerin ilgilenmediği, yalnız bıraktığı Taş İskele’ye iki kayığıyla gelir. Kayıklarını Taş İskele’ye bağlar. Kendisi de kayıkhanenin bir duvarı dibine yelken bezlerinden bir küçük barınak yapar. Kışları o barınakta kıvrılıp yatar. Yazları müşteriler gelmeye, kayıklarıyla onları gezdirip üç beş kuruş kazanmaya başlar. Eski gücü olmasa da yetmiş yaşından sonra iyi bir iş ona göre.
Köy kalabalık değilse de yaz günleri üç beş müşteriyle karnını doyuruyor Osman Dayı.
Yoksulluğun da kendine göre bir erinci vardır. Yalnızlığın, denizin, yıldızlı gecelerin insan ruhunda yarattığı umudun, gönencin, tatlı anılarla birlikte yarattığı hoşnutluğun tadını mı çıkarıyor Osman Dayı?
SİSLİ DENİZİN İÇİNDE
Çıkaramıyor. Bir sabah, yaz ortasında bir sabah iri yarı, hiç gülmeyen bir adamın ayakları duruyor başucunda. Gözlerini açıyor, doğruluyor yerinden. Adam Taş İskele’de bağlı kayıkları gösteriyor.
“Bu kayıklar kimin ki?”
“Benim” diyor Osman Dayı.
“Al da git, kayıkları al da git ha buradan!”
Osman Dayı direniyor:
“Ben buraya yerleştim. Yerim burası, burada yatıp kalkıyorum, başka yere gidemem.”
Eliyle kayıkhane duvarını, barınağını gösteriyor.
“Burası benim.”
İğri, büyük burnunu yukarı dikiyor Temel Reis:
“Senin değil, sen git artık, başka yer bul kendine, git buradan!”
“Gitmem” diye direniyor Osman Dayı.
“Gideceksin, hem de çok çabuk, bu akşam güneş batmadan çek git. Kayıklarını da al. Ha burası benim olacak, benim yerim olacak.”
Gitmiyor Osman Dayı. O gece kuşkular içinde yarı uyur yarı uyanık geçiyor. Güneş doğarken her sabahın iyimserliğiyle uyanırken anımsıyor bir gün önceki konuyu. Kendi kendine karar veriyor.
“Gitmeyiz, bizi atamaz ki buradan… Burası bizim, burayı biz bulduk… Taş İskele’yi bizim…”
Osman Dayı, kayıklarını yoldaşı, dostu arkadaşı gibi algılıyor, giderlerse birlikte gideceklerdir ya, yalnızlığını onlar gidermektedir ya! Yalnız değildir o! Kayıkları vardır Taş İskele’ye bağlı.
O gün, sisler içinde kayıklarını temizlerken sisler içinde ayakları görünüyor Temel Reis’in. Arkasında başka ayaklar vardır. Oğulları, kötü bakışlarıyla sisleri delip yaklaşırlar Osman Dayı’ya?
Ne yapsın Osman Dayı? Ne desin? Eski günleri, kollarında eski gücü, kaslarında eski çevikliği kalmamıştır. Taş İskele’den çözer kayıklarını, sisli denizin içinde çeker gider. Nereye gittiği bilinmez Osman Dayı’nın.
BİR TÜRKÜ’NÜN GETİRDİĞİ GEMİ
Yaşam böyledir işte sevgili okurlar. Zorbalar, hak hukuk bilmez, hatır gönül saymazlar. “İnsan insanın kurdudur” diyen düşünür boşuna söylememiş o sözü. Bir de bizim Cahit Külebi’mizin Cebeci Köprüsü şiirinde söyledikleri vardır:
“Şu dünya güzelim dünya
Tıkır tıkır işliyor
İnsanlar insanlar insanlar
Neden böyle çekişip durur
Aklım ermiyor.”
Bu didişmeye akıl erdirecek olan da biziz, dünyayı özgür, eşit insanların dünyası yapacak olan da biziz.
Söyleşimizi Halim Yağcıoğlu’nun Bir Türkü’nün Getirdiği Gemi şiirinden dizelerle bitirelim. Deniz şiiri çağırırsa, şiir de denizi çığırır bir türkü gibi!
Bir gemici türküsü dinledim
Perişan bir gemici türküsü ayrılık tüten
Ağır ağır söyleniyordu yürekten
Bozkırımda serinledim
Rüzgâr doldurmuştu yelkenleri
Sancak direğinde kalbim gibiydi bayrak
Dalgalar dövüyordu tekneyi şırak şırak
Islanmıştı aydınlık serenleri
Nasıl da yan yatıyordu öyle pervasız
Dört bir yanı ışıl ışıl güneş yüklü
Tayfalar şendi küçüklü büyüklü
Beni görmüyordu vefasız
Mercan çipura kefal götürüyordu
Canlı canlı diri diri oynaşan
Geveze martılarla peşinden çılgınca koşan
Köpükten bir iz sürüyordu
Miçoluğa razıyım bu serin gemilerde
Avucumdan soğuk soğuk sular süzülsün
Gönlüm ayrılıklarla üzülsün
Saçlarım tuz içinde
Bütün limanlara uğramalı kardeş limanlara
Doyumsuz yemişler almalı aşk almalı
Cömert sofrada kalpler buluşmalı
Silinmez yer etmeli bu hatıra
Ne zaman gözlerimi yumsam görürüm
Açık denizlerde çalkanan gemileri
O yürekten söylenen türküleri
Duymaya göreyim ölürüm