Mağara resı̇mlerı̇nı̇ kadın kaya resı̇mlerı̇nı̇ erkek mi yaptı

Kan dökmeye alışmış avcı erkeklerin egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ürettiğimiz kültür, bilim ve sanat ortada. Çürümüşlüğümüzü kapatmak için Orta Çağ’da bir Rönesans gerçekleştirdik. Ancak aradan geçen yüzlerce yılın sonunda, kültür, bilim ve sanatta yine bir kokuşmanın egemen olması, sanki bir “Yeni Rönesans” hareketini görme arifesinde olduğumuz kanısını uyandırıyor . Dileriz, bu “Yeni Rönesans”ın önderi kadınlar olur.

 KÖKSAL ÇİFTÇİ

Her iki veya üç yılda bir yinelenen o ünlü haber, en son 7 Temmuz 2009 tarihli Milliyet Gazetesi’nin arka sayfasında bir kez daha şöyle yer aldı.

“ABD’deki Pennsylvania Üniversitesi arkeologlarından Profesör Dean Snow’un Fransa’daki Pech Merle ve Gargas mağaralarının duvarlarında bulunan el izleri üzerinde yaptığı analizler, bu izlerin pek çoğunun kadınlara ait olduğunu ortaya koydu. Tarih öncesi kadın sanatçıların, aynı zamanda ünlü “Benekli Atlar” adlı mağara resimlerinin yapımına da yardım ettikleri belirtildi. Günümüz insanının el oranları ile mağara duvarlarında yer alan el izlerinin oranlarını karşılaştıran Profesör Dean Snow, tarih öncesi devirlerde kadının toplum içindeki rolünün zannedildiğinden çok daha büyük olduğunu belirtti. National Geographic’e konuşan Snow, ‘Geç taş devrinde sanatçıların toplumdaki rolünü bilmiyoruz. Ancak genel olarak çoğunluğu kadınların oluşturduğunu söyleyebiliriz.’ dedi.”[2]

2006’dan bu yana biz de aynı konu üzerinde çalışmış ve mağara resimlerini ağırlıklı olarak kadınların yaptığı sonucuna ulaşmıştık. Ancak bizim çıkarımımızın gerekçeleri Snow’unkinden farklı olarak kazıbilimin yanı sıra, toplumbilim ve insanbilim verilerine de dayanmaktaydı.

Altamira ve Lascaux’da bulunan, günümüzden yaklaşık 35 bin yıl önce yapılmış mağara resimleri ve resimleri yapan atalarımızın bıraktıkları el izleri.

Doğrudur, mağaralardaki el izi kalıntıları ince kemikli ve narin yapılı insanlara aittir. İnce kemikli ve narin yapılı el ise insanlık tarihi boyunca cinsler içinde çoğunlukla kadınlara özgü olmuştur, bu da doğrudur. Fakat buna karşın tarihte kadın benzeri narin elli erkeğe hiç rastlanmamış mıdır? Mağara duvarındaki narin yapılı el izi pekala narin yapılı bir erkeğe de ait olabilir. Merak ettiğimiz şudur: Ava gidemeyecek kadar kırılgan, hastalıklı, gelişimini tamamlayamamış, dolayısıyla ava gönderilmeyip kadınlar yanında mağarada koruma altına alınmış, bu nedenle sanata yönelmiş bir erkeğin el izini kadın el izinden nasıl ayıracağız?

Konuya cinsler arasındaki fiziksel farklılıklar üstünden değil, arkeolojik ve antropolojik bilimsel veriler kullanarak toplumsal ilişkiler üstünden yaklaşmanın daha sağlıklı yol olduğuna inanıyoruz. Aşağıda okuyacağınız metinde biz onu denedik.

 BUZUL DÖNEMİNDE İNSAN ve SANAT

İnsanın artık-besinle beslendiği vahşet[3] dönemi

Roger Lewin, Modern İnsanın Kökeni adlı eserinde diyor ki:

“Yaklaşık 7,5 milyon yıl önce orman örtüsünün seyrelmesine bağlı olarak değişen çevre koşullarının baskısı altında ortaya çıkan insansı maymun benzeri bir yaratık iki ayak üstünde yürüme yetisi diyebileceğimiz yeni bir devinim biçimi geliştirdi.”[4]

Sırasıyla Avustralopithecus africanus, Homo habilis, Homo erectus ve Homo sapiens atalarımız hep “artık-besin”le beslendiler. Günümüzden yaklaşık 7,5 milyon yıl öncesiyle günümüzden yaklaşık 25-20 bin yıl öncesine dek bu böyle sürdü.

İnsan buna zorunluydu, çünkü diğer canlılarda olduğu gibi bedenine yapışık silahları yoktu.[5] Örneğin pençelere, kesici dişlere sahip değildi, iyi koşamıyordu, koku alma duyusu
zayıftı.[6] Bu olumsuzluklar yüzünden sorununu çözecek düzeyde avlanamıyor, topladığı yiyecekleri donanımlı yırtıcılar karşısında elinde tutamıyordu. Bu nedenle insansının ve homo türlerinin tek besin kaynağı, rahat avlanan ve toplayıcılık yapan canlıların artıklarıydı.[7] Yırtıcı ve toplayıcılar, besinlerin beğenmedikleri kısımlarını fırlatıp atıyor, insanların yararlanmasına olanak yaratıyorlardı.

İnsanlar önemli bir şeyi daha -beyinleri diğerlerinden büyük olduğu için- çok erken farketmişlerdi: Yardımlaşma![8] İnsanlar, buldukları besinleri sorunsuz paylaşıyorlardı. Bu, Darwin’in de belirttiği gibi, onların nesil sürdürmelerinde temel etken olmuştur.

İki ayak üstüne kalkışlarının nedeni ise bizce şöyledir:

İnsanın, bulduğu “artık-besin”i yuvada, mağarada bekleyen çocukları, aile fertleri ve diğer aç komşuları için en hızlı şekilde götürmesi gerekmekteydi. Diş yapısı ve dayanıklılık sınırı ağır bir besini ağızla taşımaya olanak vermiyordu. Dört ayak üstündeyken besin nakli gerçekleştirmenin zorluğu ortadaydı. Bu nedenle insan, iki ayak üstündeyken daha çok miktarda besin taşıyabileceğini deneyimlerle farketmiş olmalıdır.

İnsan, iki ayak üstüne daha fazla besin taşıyabilmek için dikildi. Çünkü dişleriyle ağır yük taşımanın kısa sürede dişleri döktüğünü deneyimleriyle öğrenmişti.

Pişmiş Besin İnsan Beynini Geliştirdi

“Artık-besin”le beslenen insanın bir başka kazancı da ateşi evcilleştirmiş olmasıydı.

Ormana dönem dönem yıldırım düşüyor, ya da başka etkenlerden dolayı yangın çıkıyor, kürkü olan tüm canlılar tutuşma korkusuna kapılıp kaçışıyordu. Bedeni kıllı olmasına karşın ateşten ürküp kaçmayan tek canlı insandı. Çünkü o, primat kardeşlerine göre bir parça daha büyümüş beyni sayesinde biliyordu ki yangın yerinde kurtulamayan ve pişerek ölen canlı kalıntıları da vardır. Bu, besin demektir; hem de rahatsız edilmeden ve daha kolay çiğnenip sindirilerek tüketilecek bir besin.

Böylece insan ateşi evcilleştirdi ve sistemli olarak pişmiş besin tüketmeye başladı. Pişmiş besin, insan beynini daha da geliştiren en önemli etkendi.[9] Zaman içinde beyni hayli büyüyen insansı, artık homo olma aşamasına geldi. Kıyas yapılabilmesi için verelim: Ortalama olarak, Homo habilis’in beyni yarım, Homo erectus’un beyni bir (900cc), bizim de yakın atamız olan Homo sapiens’in beyni ise bir buçuk (1350 cc) litreydi.[10]

Bir buçuk litre, yani günümüz insanınınkine denk bir beyne sahip olan Homo sapiens bile günümüzden yaklaşık 25-20 bin yıl öncesine dek “artık-besin”le beslenmeyi sürdürdü. Hâlâ tam kapasite avlanamıyor, besin toplama sırasında ölümcül sorunlar yaşıyordu. Gerçi bu tarihe gelinceye dek taş bıçaklar, sopalar, kargılar, baltalar vb. üretmeyi başarmıştı ama bütün bunlar onu yırtıcının saldırısından korumaktan uzaktı.

Yaklaşık 25-20 bin yıl öncesinde çok şey değişti.

Toplayarak ve Avlanarak Beslenme Dönemi

Sözü edilen değişiklikleri başlatan olgu, insanların uzaktan fırlatılabilir aletler yaratmış olmasıydı. İnsanlar artık ok, yay ve mızrak gibi silahlara sahipti.[11] Bu dönem insanına uzmanlar Cro-Magnon insanı adını vermişlerdir.[12] İnsanın artık avlayacağı canlının yakınına, kendi yaşamını tehlikeye atacak denli sokulmasına gerek kalmamıştı. Güvenli saydığı uzaklıktan okunu veya mızrağını fırlatarak besin kaynağını vurup öldürebilirdi.[13]

Öyle de yaptı ve “artık-besin”le beslenmeye son verdi. Oysa o yıllarda 4. Büyük Buzul döneminin son çeyreği yaşanıyordu.[14]

Ok, yay ve mızrağın bulunuşunun itici gücü, buzulun erime sürecine girmiş olmasına bağlanabilir.[15] Erime süreci, insana soluklanma ve daha bol besin bulma fırsatı vermiş olmalı. Daha ılıman buzul, daha çok av demekti. Öte yandan insan, alet yapımında ve ateş kullanımında[16] oldukça yetkinleşmişti. Bütün bu olumlu etkenler birleşince yepyeni buluşların gelmesi kaçınılmaz oldu.

Cinsler Arası İş Bölümü Başlıyor

Avlanarak ve toplayarak beslenme, kısa sürede cinsler arasında iş bölümünü getirdi.

Uzaktan fırlatılabilir silahlar bulunmuştu ama avlanmak o denli kolay bir iş değildi. Hem av hayvanları iri ve saldırgandı, hem de av aletleri çok ilkel ve etkisizdi. Bu nedenle ister istemez insan cinsleri arasında iş bölümüne gidildi.[17] Buna göre doğurgan olan kadın barınakta/mağarada kalacak, hamilelere, yeni doğmuş bebeklere, henüz olgunluk yaşına gelmemiş çocuklara ve yaşlılara göz kulak olacak, çevreden topladığı bitkisel besinlerle onların karnını doyuracak, hastaları otayacak, buna karşılık ise erkek, yalnızca elinde ok, yay ve mızrakla buzul içine açılıp hayvan avlamaya gidecekti.[18]

Kadınların yükü çok ağırdı. Onlar onca insanın beslenmesinden, barınmasından ve yırtıcıdan korunmasından sorumluydu. 24 saat barınağın/mağaranın girişinde ateş yakması gerekiyordu. Böylesi hem yırtıcıları insanlardan uzak tutuyor, hem mağarayı ısıtıyor, hem de besinlerin pişmesine olanak sağlıyordu. Kısa süreliğine mağaradan ayrılan kadın, ağaçlardan meyve, toprak altından yumru topluyor, su içinden balık avlayarak geri dönüyordu.

Erkeklerin de işi zordu.

Buzul üstündeki avlanma, günlerce, bazen bir hafta süyordu. Avı ürkütmemek için saatlerce, bazen günlerce sindiği pusuda kıpırdamadan, ses çıkarmadan, yemeden ve içmeden bekliyordu. Bir yandan açlık, bir yandan soğuk, bir yandan gerilim, erkeği canından bezdiriyordu. Pusuya yatmış avcıların, yırtıcılara sıkça yem olduğu da bilinen bir gerçekti. Avın çevresinin sarılması, oklanıp kargılanarak tepelenmesi zorlu bir işti. Aç, susuz ve ruhsal dengesi bozulmuş avcıların bir de öldürdükleri besin deposu avlarını mağaraya taşımaları gerekiyordu. Bu da ayrı bir sorundu. Hem yük ağırdı, hem de kan kokusu alan güçlü yırtıcılar arkalarına takılıyordu. Bazen canlarını kurtarabilmek için, günlerce süren çabayla yakaladıkları avdan vazgeçiyor, mağaraya eli boş dönüyorlardı.

Uzaktan fırlatılan av aletleriyle avlarını daha kolay alt edebilmişlerdi.

Mağara Resimlerini Kadınlar Yapıyor

Mağara resimlerinin çizildiği zaman dilimini biliminsanları günümüzden yaklaşık 25-15 bin yıl öncesi olarak tahmin etmektedirler.[19] Bu, ok, yay, mızrak gibi uzaktan fırlatılabilir silahların kullanıma sokulduğu ve cinslerin iş bölümüne gittiği zaman dilimiyle aynıdır.

İster av, besin getirmiş, ister eli boş dönmüş olsun avcı erkeğin durumunda pek bir değişiklik olmuyordu. Korku içinde pusuda beklemiş, iletişimsiz kalmaktan, kan dökmekten dolayı ruhsal dengesi bozulmuş, çöküntü ve bedensel hırpalanmışlık içinde mağaraya, eve geri dönmüş olan erkeği toparlamak ve otamak kadına düşüyordu. Onun yaralarını sarıyor, karnını doyuruyor, şefkat göstererek gönlünü alıyor ve yeniden insan içine dönmesini sağlıyordu.

Ne var ki erkek, mağarada ancak sağlığı düzelene dek kalma şansına sahipti, bu da haftada bir iki günle sınırlı kalıyordu. Çünkü ailesinin karnını sürekli tok tutabilmesi için biten av etinin yerine yenisini koyma zorunluluğu vardı.

Bu süre, erkeklerin o devasa resimleri çizebilmesi için -en azından teknik olarak- yeterli uzunlukta değildir.

Oysa kadınların 24 saati mağara ve çevresinde geçiyordu. Toplayıcılık, ev halkının beslenmesi, erkekler dahil tüm aile üyelerinin eğitimi ve geleneksel kültür aktarımı gibi ağır işler bittikten sonra bile artık-zamanı kalıyordu. Bitmeyen uzun geceler onların resim yapma zamanı olmalıdır; çünkü resimler mağaraların güneş almayan bölgelerine çizilmiştir.

Resimlerin yapımında erkeklerin hiç mi katkısı yoktur?

Biz, sürekli avlandığı ve mağara dışında olduğu için kadınların verdiği eğitimden, kültür aktarımından daha az yararlanan, kan döktüğü için estetik duygusu hasar görmüş olan ve o dev eserleri üretebilecek denli geniş zamanı olmayan erkeklerin bu eserler üzerinde sözü edilecek bir katkısı olabileceğini düşünmemekteyiz. Daha açık söylersek biz, mağara iç duvarlarındaki resimlerin tümünü yalnızca kadınların yapmış olmasının güçlü bir varsayım olabileceğini düşünüyoruz.

Resimler modelleriyle aynı boyda[20] ve çoğunluğu fotoğrafik biçemde çizilmiştir. Bu, büyük özen, dikkat ve zaman gerektiren bir süreçtir. Acelesi olan avcı erkek için böylesi olanaksızdır. O, her şeyi hızlı, çalakalem ve kestirme yöntemlerle yapma yanlısıdır.

Mağara iç duvarına çizilmiş olan söz konusu resimler, bir kadının elinden çıkacak denli özenlidir ve derli topludur.

BUZUL SONRASINDA İNSAN ve SANAT

Tohumun ve Hayvanın Evcilleştirilmesi

Peki, erkekler hep mi estetik yaşamın dışında kalmışlardır?

Ne yazık ki 4. ve son Büyük Buzul 12 bin yıl öncesinde eriyene dek bu böyle olmuştur.
Ok, yay ve mızrak gibi uzaktan fırlatılabilen güçlü silahlarla donatılmış olan avcı erkekler, günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önce buzullar tamamen eriyip ortalık yeşillenince yaşamın içinde kendilerini farklı bir yerde konumlanmış buldular.

Bitkilerin yanında hayvanlar da çeşitlenmiş ve bollaşmıştı. Bu hayvanların bir kısmını ılıman ortama uyum göstermiş eski buzul hayvanları oluşturuyordu ama asıl çoğunluğu oluşturanlar, yeni iklimin ürettiği yeni melez türlerdi. Bu türler sayıca çoktu ve kolay avlanır, kolay yakalanır cinstendiler.

Av, erkekler için artık ölümcül değildi ve eskiye göre rahat geçiyordu.

Kadınlar Çiftçi, Erkekler Çoban Oldu

Kadınlar ise buzul döneminde olduğu gibi yine evin sahibiydi.[21]

Kültür, bilgi ve gelenek aktarımı yine onların üstündeydi. Erkekler dahil tüm aile bireylerinin eğitimi de yine onların sırtındaydı. Bolluk nedeniyle tamamen toplayıcı oldular. Buzulu kalkan toprakta bitkisel üretimin tümünü sırtlandılar. Tohumu evcilleştirdiler[22] ve ekmek yapmayı akıl ettiler. Bu, av etine olan gereksinimi yarıya indirdi.[23]

Erkekler önceleri avcıyken evcilleştirme süreci sonrası çoban oldular. Kadınlar ise tarımcı kaldılar, evcilleştirilen hayvanların sütünden, yününden ve doğurganlığından yararlanmanın yollarını buldular.

Erkekler ise öldürdükleri av hayvanlarını kulübeye getirmenin zorluklarını yaşamaktaydılar. Birincisi ölü hayvanı buz üstündeki kadar kolay sürükleyemiyorlardı ve sürüklenen hayvanın derisi kullanılamayacak kadar zarar görüyordu. Sırtlanıp taşımak ise bunaltıcı sıcak altında yapılacak iş değildi. Üstelik sıcaklık nedeniyle av eti uzak yol süresi içinde kokuşuyor ve yenilebilir olmaktan çıkıyordu.

Sorunu, saldırgan olmayan av hayvanlarını canlı yakalamakla çözdüler.

Birincisi, yakalanmış besin deposu olan hayvanı kulübeye dek yürütebiliyorlardı, bu sayede avı sürüklemek ve omuzda taşımaktan kurtulmuşlardı. İkincisi artık eskisi gibi etin en tazesini yeme şansını yeniden elde etmişlerdi. Üçüncüsü ise doyduktan sonra artan et sıcak ortamda saklanamıyordu, canlı avı hapsederek bu sorunu da çözmüş oldular.

Kadınlar, hapsedilmiş canlı hayvanın sütünü sağmayı akıl ettiler. Böylesi onu öldürmekten kazançlıydı. Çünkü sütten yağ, peynir, yoğurt gibi et değerinde doyurucu besinler yapılabiliyordu.[24] Sonra koyun ve keçilerin yünlerini aldılar. Bu da onları öldürmekten daha kazançlıydı. Belli bir süre geçince hapsedilmiş hayvan kendi benzerini doğuruyordu. Bu da ava çıkmaktan daha pratik bir besin edinme yöntemiydi.

Böylece kadınlar hayvanları da evcilleştirmeyi başardılar.

Kadınlar erkekler için, avcılık yanında yeni bir meslek daha oluşturdular: Çobanlık. Bu, erkeklerin de işine geldi. Çünkü bu görev, dağ bayır dolaşıp av aramak ve kovalamaktan daha az yorucuydu ve mağarada/kulübede kapalı kalmaktan daha keyifliydi.

Kaya Resimlerini Erkekler Yaptı

4. ve son Büyük Buzul günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önce sona erdiğinde erkekler buzulsuz arazileri dolaşarak av aramaya başlamışlardı. Bu, yeni bir durumdu ve buzul bilgileri burada geçerli olmadığından karın doyurmak için yeni av teknikleri gerekiyordu.

Her şeyden önce av hayvanları, cinslerine göre öbeklenerek kendi sürülerini oluşturmuşlardı. Kendilerine özgü huyları, beslenme yöntemleri, barınma ve çoğalma alanları vardı. Daha da önemlisi, her türden sürü, sahiplendiği ve yerleştiği bu arazi parçasını kolay kolay terketmiyordu. Çünkü tüm canlılar gibi o hayvanlar da doğup büyüdükleri toprakların en güvenli yer olduğunun içgüdüsel olarak bilincindeydiler.[25]

Bu gerçeklikten dolayı avcılar belli deneyimler sonunda hangi hayvan türünün hangi bölgede hangi alışkanlıklarla yaşadıklarını öğrendiler.

Öte yandan hangi hayvanın hangi silahla, hangi teknikle avlanacağı konusunda da uzmanlaştılar. Henüz “Köleci Uygarlık Dönemi” başlamadığından[26] insanlar hâlâ kültür, bilgi, özellikle de besin paylaşımını aksatmadan sürdürüyorlardı.[27] Bu döneme “Barbarlık Dönemi” denmiştir.[28] Sorun, edindikleri bu bilgileri diğer avcılarla nasıl paylaşacaklarıydı.

Kaya resimlerini avcı erkekler yaptılar. Günümüzden 12 bin yıl öncesinin insanlarının, paylaşımcı oldukları, sınıf çatışması yaşamadıkları için sanıldığının aksine dinsel tasarımları da yoktu. Bu nedenle kayalardaki resimleri, geliştirdikleri avlanma tekniklerini diğer insanlarla paylaşmak için çizdiler.

Kısa sürede sorunun çözümünü buldular: Kayalar üstüne resim yapacaklardı! Ellerinde sivri uçlu aletler vardı. Resimleri de çoğunlukla bu uçları kullanıp kaya üstüne çizikler atarak oluşturdular. Buzulların erimesi, soyutlama yapma becerisini geliştirmişti.[29]

Böylece şematik resimlere artık anlam verebiliyorlardı.[30]

Bölgeye ilk gelen avcılar, çizerek oluşturdukları kaya resimleriyle bölgeye sonradan gelecek olan avcılara deneyim aktarıyorlardı. Söz konusu resimler, o bölgede bulunan hayvan türlerinin, alışkanlıklarının ve avlanabilecekleri yöntemlerin/araçların bilgisini içeriyor, bir çeşit görsel iletişim amaçlı afiş, billboard işlevi görüyordu.

Böylece resim yapma egemenliği erkeklerin eline geçmiş oldu.

Bu iyi bir gelişme midir? Biz bundan pek emin değiliz.

Kan dökmeye alışmış avcı erkeklerin egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ürettiğimiz kültür, bilim ve sanat ortada. Çürümüşlüğümüzü kapatmak için Orta Çağ’da bir Rönesans gerçekleştirdik.[31] Ancak aradan geçen yüzlerce yılın sonunda, kültür, bilim ve sanatta yine bir kokuşmanın egemen olması, sanki bir “Yeni Rönesans” hareketini görme arifesinde olduğumuz kanısını uyandırıyor bizde.

Dileriz, bu “Yeni Rönesans”ın önderi kadınlar olur.

——————————–

Dar kaynakça

E.H. Gombrich, Sanatın Öyküsü, Remzi Kitabevi, 1999

Sezer Tansuğ, Resim Sanatının Tarihi, Remzi Kitabevi, 2004

Adnan Turani, Dünya Sanat Tarihi, Remzi Kitabevi, 2004

Ersin Alok, Anadolu’da Kayaüstü Resimleri, Akbank, 1988

Gordon Child, Tarihte Neler Oldu?, Kırmızı Yayınları, 2006

Lewis Henry Morgan, Eski Toplum, Payel Yayınevi, 1994

İbn Havkal, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Haz. R. Şeşen, TTK, 2001

Zubritski, Mitropolski, Kerov, İlkel Topluluk, Köleci Toplum, Feodal Toplum, Sol, 1979

Ryan, William-Pitman, Walter; Nuh Tufanı, Arkadaş, 2003

Roger Lewin, Modern İnsanın Kökeni, Tübitak, 2004

  1. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol, 1976

Charles Darwin, İnsanın Türeyişi, Onur, 1995

Jared Diamond, Tüfek Mikrop ve Çelik, Tübitak, 2003


[1] Gombrich, E.H.: “Rönesans terimi yeniden doğuş veya yeniden diriliş anlamına gelir.” s. 223, Sanatın Öyküsü, s. 223, Çev. E. Erduran ve Ö. Erduran, Remzi Kitabevi 1999
Tansuğ, Sezer: “Rönesans: Yeniden doğuş anlamına gelen bu söz 15-16. yüzyıllarda sanatta büyük bir yenilenme ve antik sanatın değerlerini…” Resim Sanatının Tarihi, s. 111, Remzi Kitabevi, 2004 Turani, Adnan, Dünya Sanat Tarihi, s. 28, Remzi Kitabevi, 2004
Tanilli, Server: “Rönesans hareketinin, görüldüğü her yerde bu hareketi simgeleyen belli nitelikleri vardır: Eski Yunan sanatına dönmek…” Uygarlık Tarihi, s. 82, Alkım Yayınevi, 2006

[2] Milliyet, 7 Temmuz 2009, Salı, Arka sayfa

[3] Vahşet Dönemi: Tanımı ilk kez L. H. Morgan ‘Yabanıllık Dönemi’ olarak tasarlar (Eski Toplum I, s.68), F. Engels de bunu tartışmasız kabul eder (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s 36, Sol, 1976).

[4] Lewin, Roger; Modern İnsanın Kökeni, s. 26, Tübitak, 2004

[5] Child, Gordon; Tarihte Neler Oldu?, s 20, çev A. Şenel-M. Tuntay, Kırmızı, 2006

[6] Darwin, Charles: “İnsanın gücünün ve hızının pek fazla olmaması, doğal silahlardan yoksun bulunması vb. … zeka yeteneklerini … geliştirmiştir.” İnsanın Türeyişi, s. 93, Onur, 1995

[7] Lewin, Roger; Modern İnsanın Kökeni, s. 42-43-44, Tübitak, 2004

[8] Darwin, Charles: “… her insan başkalarına yardım ettiği zaman genel olarak karşılığında onlardan da yardım göreceğini kısa sürede öğrendi.” İnsanın Türeyişi, s. 185, Onur, 1995

[9] Mitropolsky: “Pişirilmiş ya da ateşte kızartılmış besinler daha besleyiciydi ve daha kolay sindiriliyordu; bu, aynı zamanda, ilkel insanlığın besin kaynaklarını zenginleştirmesine olanak sağlıyordu.” Zubritski, Mitropolski, Kerov; İlkel Topluluk, Köleci Toplum, Feodal Toplum, s. 28, Sol, 1979

[10] Verilen rakamlar ortalamadır. Örneğin Homo Sapiens’in gerçek beyin büyüklüğü 1350 cc’dir. Lewin, Roger: “İnsanın 1350 cc’lik beynine karşılık, gorillerle şempanzelerin beyinleri 400 cc kadardır.” Modern İnsanın Kökeni, s. 17-18, Tübitak, 2004

[11] Child, Gordon: “Yayın kullanılışı hakkında kesin kanıt, Kuzey Avrupa’nın mezolitik çağa ait ağaçtan yapılmış alet kalıntıları içindedir; fakat Schleswig-Holstein’da, rengeyiği avcılarının yaşadığı bir yerde, ağaçtan yapılmış çentikli oklar, yaygın olasılıkla buzul devrinin sona ermesinden önce kullanılmağa başladığına işarettir.” Tarihte Neler Oldu?, dipnot, s. 51-52, Kırmızı Yayınları, 2006

[12] Cro-Magnon Adamı: Bu konuda farklı tarihlemeler vardır. Genellikle günümüzden 35-30 bin yıl öncesi verilirken Tübitak’ın resmi sitesi “Cro-Magnon insanı: 90 000 yıl önce yaşamıştır” ifadesini kullanır. http://www.biltek.tubitak.gov.tr/merak_ettikleriniz

[13] Mitropolsky: “Bu döneme doğru (günümüzden yaklaşık 16 bin yıl öncesi) aynı şekilde, kemik uçlu kargılar, zıpkınlar ve gene kargıların ve mızrakların hareket hızını artırmaya yarayan ilk fırlatma aygıtları görünmeye başlandı.” İlkel Topluluk, Köleci Toplum, Feodal Toplum, s. 30, Sol, 1979

[14] Ryan, William-Pitman, Walter; Nuh Tufanı s. 274-275-276-277, Arkadaş, 2003

[15] Ryan, William-Pitman, Walter: “Yirmi bin yıl önce büyük buzul erimesi başladı.” s. 275 Diamond, Jared: “Cro-Magnon … silahlar arasında zıpkınlar, mızrak fırlatıcılar ve nihayet, tüfeklerin ve başka çok parçalı silahların öncüsü olan ok ile yaylar bulunuyor.” Tüfek Mikrop ve Çelik, s. 35, Tübitak, 2003

[16] Child, Gordon: “Bilinen en eski insan “barınağı” sayılan Pekin yakınlarındaki Çu-ku-tien mağarasındaki yakılmış kemikler (günümüzden yaklaşık 750 bin yıl önce), hatta o tek Sinantropos hominidinin bile ateşi denetlemekte ve kullanmakta olduğuna işarettir.” Tarihte Neler Oldu?, s. 43, Kırmızı Yayınları, 2006

[17] Child, Gordon: “Zamanımızın ilkel topluluklarından benzetmelerle cinslerin arasında bir işbölümü bulunduğu sonucuna varabilir, fakat aileler arasında bir işbölümü yoktu.” s. 52

[18] Mitropolsky: ”Daha güçlü ve dayanıklı olan, analık ve gelecek kuşakların bakımı gibi görevleri bulunmayan erkekler, kendilerini, tümüyle ava vermeye, böylece et ve deri gereksinimini karşılamaya başladılar; oysa kadınlar, yaşlılar ve çocuklar, doğrudan doğruya doğadan sağlanan besinlerin (yenen kökler, meyveler, yaban üzümleri, yumuşakçalar vb.) toplanması, balık avlama, aile ocağının bakımı (ateşin söndürülmemesi, evlerde düzenin sağlanması) işine ayırdılar.” İlkel Topluluk, Köleci Toplum, Feodal Toplum, s. 32, Sol, 1979

[19] Gombrich E. H.; Sanatın Öyküsü, s. 40-42, Çev. E. Erduran ve Ö. Erduran, Remzi, 1999; Tansuğ, Sezer; Resim Sanatının Tarihi, s. 20-21, Remzi, 2004; Turani, Adnan, Dünya Sanat Tarihi, s. 28, Remzi, 2004

[20] Resimlerin modelleriyle aynı boyutta olmasını biz, insanın günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önce buzullar eriyene dek hep taklit içgüdüsünü ön planda tutup yaşamını ona göre ayarlamaya çalışmasına bağlamaktayız. Buzulda besin azdı ve insanlar katı gerçekçi yaşayarak ancak nesil sürdürebilmişti. 12 bin yıl önce buzul eriyince besin çoğaldı, insanın 1.7 milyon yıllık yaşamında ilk kez karnı doydu ve soyutlama yapabildi. Kaya resimlerinde onun için figürler küçük ve soyuttur.

[21] Mitropolsky, Y; İlkel Topluluk, Köleci Toplum, Feodal Toplum, s. 37, Sol, 1979

[22] Child, Gordon; Tarihte Neler Oldu?, s. 64, Kırmızı Yayınları, 2006

[23] Child, Gordon; Tarihte Neler Oldu?, s. 68, Kırmızı Yayınları, 2006

[24] Child, Gordon: “İnekler, keçiler ve koyunlar, öldürülmeleri gerekmeksizin süt biçiminde besin verebilirler; özel olarak seçilmiş bazı koyun cinslerinden her yıl yeni bir yapağı elde edebilir.” Tarihte Neler Oldu?, s. 64, Kırmızı Yayınları, 2006
Mitropolsky: “Yakalanan hayvanlar hemen öldürülmüyor, ama et için hazır yedek olarak saklanıyordu. Başlangıçta hayvanlar ancak kısa bir süre için saklanıyordu; ama daha sonra, ağıla kapama süresi, hayvanların tutsaklık halinde de çoğalmaya başladıklarına değin uzadı.” İlkel Topluluk, Köleci Toplum, Feodal Toplum, s. 41, Sol, 1979

[25] Collins, Larry-Lapierre, Dominique: “Atlıların amacı sürüyü o otlaktan kovalayıp on kilometre güneyde başka bir otlağa sürmekti. Bu iş görüldüğü kadar basit değildi. Zorunlu göç, vahşi hayvanları oldukları topraklara bağlayan doğal güçle mücadele demektir. Hayvanlar gelişme çağında bağlandıkları yerlerden çıkmamak için vahşi bir direnç gösterirler. Orada edindikleri adetlerince yaşarlar. Değişmez bir güvenlik kanunu, her hayvanı koruyucu bir kuşak gibi sarar.” Yasımı Tutacaksın, s. 116, Payel Yayınevi, 1972

[26] Köleci Uygarlık, günümüzden yaklaşık 8 bin yıl önce başlamıştır. (Kç.)

[27] İbn Havkal: “Maveraünnehir’in çoğunda insanlar tek bir evin fertleri gibidir. Bir adam diğerine müsafir olunca adeta kendi evine gelmiş gibidir. Ev sahibi evine gelene karşı asla kötü davranmaz. Aksine, daha önce müsafirinin bir iyiliğini görmediği halde ve ondan bir mükafat beklemeden cömertçe onun ihtiyaçlarını karşılamak için bütün gayretini sarfeder.” İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 213-214, Haz. R. Şeşen, TTK, 2001

[28] Morgan, Lewis Henry, Eski Toplum I, s. 68-69-70, Payel Yayınevi, 1994

[29] İnsanlar, soyutlama becerisini 12 bin yıl önce 4. Büyük Buzul eriyip mikrobik ortam oluşunca buldular. O zamana dek açlık ve yırtıcı saldırısından öldüklerinden, mikrobik ölümü bilmeyen insanlar, bu nedenle önlenemeyen ve yenilemeyen bu görünmez güce “Tanrı” dediler. İlk kez gözle görülemeyen bir nesnenin varlığını kabul etmişlerdi. Bu tam bir soyutlamaydı. Çömlek yapımı ve çizgisel resim yapımı da bunun ardı sıra geliverdi. Evcilleştirmeler de soyutlamadır. Kaynak: Çiftçi, Köksal; Tektanrılı Dinlerde Resim ve Heykel Sorunu, s. 16-17-18, Bulut Yayınları, 2008

[30] Bazı kaynaklarda kaya resimleri için buzul dönemine denk gelen ‘M.Ö. 15000’ tarihlemesi kullanılmaktadır. Böylesi bizce olanaksızdır. Bu tarihlemeye göre, yüksek dağ yamaçlarında bulunan ve geniş bir alana yayılan kaya resimlerini yapabilmek uğruna insanlar, büyük çabalarla kayaları kaplayan buzulları kırmış/kazımış olmalıdır ki, bu da eşyanın doğasına aykırıdır; Alok, Ersin: “(M.Ö. 15000) yılları cıvarında..” Anadolu’da Kayaüstü Resimleri, s 34, Akbank, 1988

[31] Gombrich, E.H.: “Rönesans terimi yeniden doğuş veya yeniden diriliş anlamına gelir.” s. 223, Sanatın Öyküsü, s. 223, Çev. E. Erduran ve Ö. Erduran, Remzi Kitabevi 1999
Tansuğ, Sezer: “Rönesans: Yeniden doğuş anlamına gelen bu söz 15-16. yüzyıllarda sanatta büyük bir yenilenme ve antik sanatın değerlerini…” Resim Sanatının Tarihi, s. 111, Remzi Kitabevi, 2004 Turani, Adnan, Dünya Sanat Tarihi, s. 28, Remzi Kitabevi, 2004
Tanilli, Server: “Rönesans hareketinin, görüldüğü her yerde bu hareketi simgeleyen belli nitelikleri vardır: Eski Yunan sanatına dönmek…” Uygarlık Tarihi, s. 82, Alkım Yayınevi, 2006

PAYLAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ