Fıstık Ahmet, Barba Ahmet, Müdür Ahmet, ‘Lord of the Drinks’… Büyükada’nın ve diğer adaların belleğidir. Adalar hakkında bir araştırma veya sözlü tarih çalışması yapacak herhangi biri mutlaka meyhanesi Prinkipo’ya uğramalıdır
SÖYLEŞEN: KONURALP SUNAL
Ahmet Ağabey’i yaz kış, sabahları 2 veya 3 tekerlekli (kargo) bisikletine binmiş alışverişe giderken görürsünüz. Atkuyruğu ak saçlarıyla bana tarihsel Fransız filmlerindeki karakterleri hatırlatır. Herkese bir isim uyduran imgelemim ona Hancı Fransua(François) ya da Portos isimlerini yakıştırdı. Hafif kısık ve pes sesiyle olayları tane tane anlatırken, TRT’nin siyah-beyaz zamanlarındaki dublajlı, yabancı şövalye filmleri geliyor aklıma. Büyükada’nın ve diğer adaların belleğidir. Adalar hakkında bir araştırma veya sözlü tarih çalışması yapacak herhangi biri mutlaka meyhanesi Prinkipo’ya uğramalıdır. Kendisinin yayına hazırlamakta olduğu yeni kitabı saymazsak, toplam 7 kitabı ve 2 kitapçığı (rehberi) var. Barba’nın Mezeleri de aynı yayınevinden ikinci kez farklı bir kapak tasarımıyla çıkmış. Konuşmamız esnasında beni ada hatıraları kadar etkileyen, babasının davranışlarıyla ilgili anlattığı oldu. Düşünüyorum da, bir dönemin pederşahi ortamı içerisinde – ki bugün bu, eskiye oranla daha azdır – babalar özellikle oğullarına karşı çok sert ve acımasızmış. Bir öğretmen olan ve Ahmet Ağabey’in babası Fahri Bey gibi Malatya kökenli dedem de babama karşı bayağı zalim davranmış. Bazı yabancı yazarların anlatımlarını okuduğumda, babanın oğula karşı kullandığı dilsel ve bedensel şiddetin bir dönemin dünyasında daha yoğun olduğunu gördüm. Annenin de zalimi yok değildir ama babalar sanırım başı çekiyor. Dayak cennetten değil ama babaların elinden çıkma bir şey! Neyse, lafı kısa keseyim! Hepiniz bu söyleşiyi zihninizde “kendinizce” yoğuracaksınız. Barba’nın Mezeleri kitabından bir alıntıyla iyi okumalar ola:
“ İyiliğe, güzelliğe, sohbete ve sağlığa merhaba…”
Niye Fıstık Ahmet diyorlar sana ağabey?
İlkokulda, sınıfta üç tane Ahmet’tik. Üçümüzün arasında soyadı en uzun olan bendim. 1.sınıftayız, Tanrıverdi ismini telaffuz edemiyorlar. Diğer ikisi Ahmet Yılmaz, Ahmet Özer… Bizim burada komşu Sadri vardı, vefat etti…“ Ülen, fıstık gibi gözlerin var. Bundan sonra sana fıstık diyeceğim…” dedi, adımız Fıstık Ahmet kaldı. Üniversite yıllarında, Burgaz’da Su Sporları Kulübü’nde müdürlük yapıyordum. Orada da üç Ahmet vardı: Biri Oğuzoğlu Ahmet, lakabı da Deli Ahmet. Öteki Sulu Ahmet, bizim de lakabımız Müdür Ahmet’ti. Hala beni orada Müdür Ahmet diye bilirler. Sonra bu piyasaya, yani meyhane işine girince de, Nişantaşı’ndaki meyhanemin adı Barba’ydı, Barba Ahmet demeye başladılar. Yani üç tane lakap taşıyorum ben. Ama kitap yazmaya başlayınca, soyadımdan dolayı; Tanrıverdi itici gelir diye düşündüm. Fethullahçı zannederler… Ki, ona da bir misal vereceğim: 92 seçimleri miydi neydi, Nizam Mahallesi’nde muhtar adayı olmuştum. Bilal Amca vardı, 90 küsur yaşındaydı, bırakacaktı… Tabii kışın İstanbul’da oturuyordum; geldim buraya, arkadaşlara: “ Muhtarlığa adaylığımı koyarsam, beni seçer misiniz? ” dedim, “Seçmeyiz! ” dediler.
“Niye? ” dedim.
“Sen adada oturmuyorsun. ”
“E pekiyi, oturacağım.”
“Güvenemeyiz. ”
“Pekiyi…” dedim, gittim Cumhuriyet Halk Partisi’ne. “Bana Nizam Mahallesi’nin seçmen listesini verin!” deyip fotokopi çıkardım. Fotokopiden, zannedersem, 900 tane gayrimüslim seçmen çıkardım. O 900 ismi 15’e böldüm. 15’i için birer tane koç koydum. Diyelim ki, birisinin adı Albert. Dedim ki: “Adayım. Beni seçer misin?” , “Seçerim…”, “Tamam, sana şu kadar isim vereceğim, beni empoze eder misin?”, “Ederim…” 1 hafta bu işle ilgilendim. Faaliyet raporu yazdım: Bilgisayar getireceğim, büro kuracağım… Yazıhane takımları kuracağım, sekreter tutacağım. Çay, kahve, su, gazoz içeceksiniz, bedava… Bilgisayarlarınız olacak…Diyeceksin ki, bunları nereden alıyorsun? O zamanki belediye başkanı Recep Koç söz vermişti, bir yeri bana veriyordu. Binayı da Eral İnşaat yapacaktı; aynı zamanda matbaacılık işinden müşterimdi. Bilgisayarları ve yazıhane takımlarını bacanak veriyordu Garanti Bankası’ndan… Doktor moktor hepsini ayarladım. Nail Ağabey ki aile dostumuz, Maden Mahallesi Muhtarı’ydı: “Nedir bunlar ya? Milletin ahlakını bozuyorsun… Bilgisayar falan! Ben senin aleyhine çalışacağım.”
“Çalış, ağabey! ” dedim. Seçim oldu, 14 oy farkla kaybettim. Şerif Ali seçildi. O arada seçmenlerden birisi de Altan Öymen. Ona da bir faks çekmiştim, Milliyet’teydi. Seçim günü 5’e çeyrek kala karısıyla geldi. Karşıladım.
“Altan Bey, size bir faks yollamıştım. Muhtar adayıyım.”
“Neydi ismin? ” dedi. “ Ahmet Tanrıverdi…”
“Tanrıverdi mi? Ha, sen MSP’lisin. Sana oy yok!” dedi. Onun için bu kitaplarda Fıstık lakabını kullandım. Aradan seneler geçti. Bir gün İstanbul’dan dönüyorum, deniz otobüsüne bir girdim ki, kafada Altan Öymen oturuyor. Arkasına geçtim. Kitabı da elimde, İstanbul’daki evden, adada imzalatırım diye almıştım: “Altan Bey rica etsem, imzalar mısınız? ” dedim. “Tabii…İsim? ”,
“Ahmet Tanrıverdi…” ,
“Dur ya, sen Fıstık Ahmet misin? Ben seni arıyorum.” dedi. Birinci kitabımı okumuş, çok hoşuna gitmiş. “Bu adamı bulun, mutlaka tanıştırın! ” demiş. Sohbet ettik, laf arasında hatırlattım: “Bana böyle bir madik attınız!” dedim.
“Yapma ya! Ciddi misin? ” dedi.
O da ilginç, hiç sorgulamadan, sadece soyadından böyle bir fikre kapılması!
Önyargı diye bir şey var!
Ama yani bir gazetecinin yapmaması lazım…
Hepimizde var işte.
Adadaki lakaplar nelerdi?
Ayı Mehmet, Helvacı Yavuz, Dombay vardı. Altan mesela…
Ciğerci?
Ciğerci Altan, soyadı mesela Lato’ydu. Babası Arnavutluk göçmeniydi. Lato olarak geldi. Okulda öyleydi. Sonra değiştirdiler, Sönmezler koydular ama biz ona hep Lato, Arnavut falan derdik. Çiçi vardı Rumlar’dan, Salaki vardı… Alafro Petro vardı… Böyle abuk sabuk isimler.
Futbol anılarından konuşalım! Ne zaman başladın, ne kadar sürdü?
Çocuk yaşta başladım. Mahalle arasında oynuyorduk. Derken beş on kuruş para harcayıp kendi takımımızı kurduk. Beyaz donlar vardır ya, maksi(uzun) don, onları Viktoria boyayla boyadık. Fanilamızı da, mesela, bir takım mavi, bir takım kırmızı, bir takım yeşil olurdu. Böyle formayla, ayağımızda lastik ayakkabıyla mahalle maçları yapıyorduk.
Viktoria dediğin boyanın markası mıydı?
Hala vardır. Mesela kırtasiyeci Affan’da var. Paskalya yumurtalarını da onunla boyarız. Bir de paskalya yumurtaları soğan kabuğuyla boyanırdı. Neden? Çünkü Viktoria pahalıdır, soğan kabuğu bedava… Tepeköy’de çok top oynardık. Bir de Karanfil’de… Hastanenin, okulun olduğu yer yani… Fakat her seferinde de babamın dayağıyla geri gelirdim. Hem de ne dayak!
ULAN GEL SENİ GALATASARAY’A GÖTÜREYİM
Sonra bir gün sabah vapurla giderken, 17 – 18 yaşında falanım, İtalyan Mehmet vardı. Neden İtalyan derdik? Çünkü İtalyanca’yı çok iyi konuşurdu. İtalyan gibi giyinir, İtalya’ya gider gelirdi. Dedi ki: “Ulan, gel seni Galatasaray’a götüreyim!” Dedim: “Sabah ders var, öğleden sonra geleyim!”
“Tamam, Dolmabahçe Stadı’na gel!” dedi. Baba Gündüz (Kılıç) arkadaşıydı… Maç seyrettiğim zaman dümdüz toprak saha diye görüyordum. Ulan, bir girdik sahadan içeri, tarla ondan düzgün! Ulan, dedim, burada nasıl top oynarım?
Sene kaç Ahmet Ağabey?
1962. Kapıdan içeri girdik Mehmet’le. Baba Gündüz’e dedi ki: “Sana bir eleman getirdim. Bunda istikbal var. Adada iyi futbol oynuyor.”
Sordu: “Kimleri tanıyorsun? Lefter’i tanıyor musun? Kasapoğlu’nu?”
“Tanıyorum efendim…”dedim.
“Şimdi biz antrenman yapacağız. Genç takım da bizle maç yapacak…”
Soyunup giyindik, kenarda bekliyoruz. Genç takımdakilerin çoğu Galatasaraylı yöneticilerin çocukları. Şımarık şeyler! Bir tane adalı çocuk var içlerinde…
O kimdi?
Faruk Bağdatlıgil. Sonradan genç milli oldu. Yazlıkçıydı, evleri vardı burada. Sattı.
“Ne ulan, sen de mi geldin?” dedi. O da takım kaptanı. “Bu arkadaş bizim Büyükada’dan. İyi futbolcudur.” dedi. Girdik sahaya.
Baba Gündüz: “Sakın sert girmeyin! Önümüzde Avrupa Kupası maçı var.” dedi. Affedersin, it gibi koşuyorum, pas alamıyorum. Herkes birbirini tutuyor. Neyse bana bir top geldi. Kendi kendime, “Pas vermeyeceğim ulan!” dedim. Önüme geçeni çalımlıyorum ağbi! Turgay Ağbi ile kafa kafaya kaldık kalede.
Şeren?
Turgay Şeren… Vuracağım, gol olacak; bir baktım arkadan biri beni tuttu havaya kaldırdı. 52 kiloyum o zaman. Ayaklarım havada…
”Nereye evlat? ” dedi birisi. Kadri Aytaç! Millet tabii gülmekten yerlerde… Sonra Baba Gündüz dedi ki: “Nüfus kağıdını, fotoğrafını getir, lisans çıkartalım sana!”
Çıkardılar lisansı. Antrenörümüz de Bülent Giz’di. Fotografçı Selahattin Giz’in kardeşi. Neyse… Antrenmana gidiyoruz fakat bir türlü takıma almıyorlar beni. Çünkü klikler var. Bir yönetici telefon ediyor, benim adamı oynatın diye falan…
Senin olduğun dönem kimler vardı takımda?
Turgay, Metin, Kadri, Sami, Suat… Bir gün Hasnun Galip’teki kapalı salondayız. A Takımı antrenmanda. A Takımı’ndan sonra biz yapacağız. Antrenmanları da Uğur Köken -Heybeliadalıdır- takip ediyor. Neyse, o gün antrenmanları bitince, bunlar yıkanıp geldiler, tribünden seyrediyorlar. Gündüz Kılıç da orada. İkişer kişilik çift kale maç yaptırıyorlar bize, ben de sallapati oynuyorum. Geldi beni tutup bir silkeledi! “Sen ne biçim Galatasaraylısın? Bu hafta Fenerbahçe ile maçımız var. Böyle mi oynayacaksın?” deyince ben el almış oldum. Bir dakikada yıldız oldum. Ne pas veriyorum ne bir şey yapıyorum, gol atıyorum, koşuyorum falan… Bizim antrenör dedi ki: “Bu hafta Ahmet’i takıma koyacaksın!” Onun sayesinde takıma girdim.
Ötekiler gıcık oldu mu sana?
Yoo… Erdal vardı, Antalyalı. Sonradan diş tabibi oldu. Hala görüşürüm. Fakat 20 yaşında, genç takım için yaşımız dolunca, ayrılıyorduk. 4-5 arkadaşımız 2.Lig takımlarına transfer oldular. Sakaryaspor, Antalyaspor da beni istiyordu. Ama gitmem mümkün değildi çünkü babamdan gizli oynuyordum. Sonra Baba Gündüz dedi ki: “Hiçbir yere gitmiyorsun! A takımının antrenmanlarına başla!”
“Pekiyi…” dedim. Antrenmanlara gidiyorum ama öyle bir disiplin var ki, bazen İstanbul’da kalma mecburiyeti oluyordu. Babama: “Arkadaşın evinde ders çalışacağız.” diyordum. Neticede çember giderek daralmaya başladı. Baba Gündüz’e dedim ki: “Baba, ben futbolu bırakacağım. ”
“Olur mu öyle şey?! Ben senden çok ümitliyim.”
“Babam müsaade etmiyor, ben ondan kaçak oynuyordum.” dedim.
“Yok ben gelir, babanla konuşurum.”
“Sakın konuşma!”
“Geleceğim.” Geliyor, babamla konuşuyor, bu da adamı siktir ediyor! Akşam ben geldim. Babam diyor ki bana: “Çık da üst kata, biraz kesekağıdı getir.” Dükkanın üst kısmı depoydu, fazla mallar oradaydı. Ben de saf saf soruyordum kaç kilo istediğini… 20 yaşındayım, düşün!“
“Sen kimsin lan top oynuyorsun!” Sille tokat girişti bana!
Neye bağlıyorsun bu tavrını babanın? Gizli bir kıskançlık olabilir mi?
Yok… Cehalet. Ya, sonra seneler geçti aradan, sordum: “Baba, neden benim futbol oynamama engel oldun?”,
“Oğlum, sakatlanacaksın diye korktum.” İnsan yolda yürürken de sakatlanabilir. Şimdi bu Anadolu insanı cahil insan, bir de biliyorsun, Anadolu insanı için erkek kıymetlidir. Sulbünü devam ettirecek. E biz üç kardeşiz, tek erkek ben. Ama küçük kızkardeşimi, birisinin tavsiyesi üzerine Alman Lisesi’nde okuttu. Her sabah 5:30’ta vapura gidiyordu kız. Galatasaray Lisesi, Deniz Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi… üçünü de kazanmıştım. Göndermedi. Bunların hepsini babamla konuştuk. Artık gülüyordu… Dedim: “Çok büyük cehalet! Eğer bir gün evlenirsem, ki düşünmüyorum, çocuğum olursa, hiçbir şeyine karışmayacağım.”
“Ne bok yersen ye!”dedi. Hakikaten de kızımın hiçbir şeyine karışmam.
İçinde ukde kaldı mı?
Oynadım sonra yine. Adalar kulübünde yöneticilik yapıyordum, sahte lisansla oynadım.
Galatasaray’dan önce adada oynarken bir kulübe dahil miydin?
Mahalle arası… Rumlar’ın Acarspor diye bir kulübü vardı, onda oynuyordum. Benim çocukluğumdan itibaren Adalar Gençlik Kulübü vardı, 1946’da kurulmuştu, yeri de iskelenin üstüydü. Sonradan çıktı Heybeliada, Kınalıada takımları… Çoğunlukla da oynayanlar gayrimüslimlerdi. Acarspor dediğim de, Rum çocuklarının sportif faaliyetlerini organize etmek için kurdukları yerdi. Mahalle takımıydı. Pazar günleri öksüz okulunda maç yapardık.
Yetimhane yani…
Yetimhanenin bir takımı vardı. Hatta orada da ilginç bir anım var. Hristo Mavrofidis müdürüydü. Çok hareketli bir adamdı. 50’i senelerde geldi, onun gelmesine kadar çocuklar standart bir kıyafet giyiyorlar ve kız-erkek, kafaları sıfır numara tıraş ediliyordu. Çünkü bitlenmekten korkuluyordu. 40’lı seneler, 2.Dünya Harbi…Tek çift ayakkabı vardı, tamir edilirdi. Gri önlükler, yemekhanede tek kap, Mavrofidis gelince bir devrim yaptı adam. İstanbul’daki Rumlar’dan da yardım topladı. Kızlar kız gibi, erkekler erkek gibi oldu. Boru trampet takımı kuruldu. Gencecik bir öğretmen de gelmişti oraya: Yani Kalamaris. Hala sağ biliyorsun…
Evet biliyorum, bizim Cihangirli’dir… Okul 64’te kapatılana kadar oradaydı, değil mi?
Okul kapatılınca talebeler burada aşağıdaki Rum Okulu’na geldi, kilisenin yanındaki. Bir yıl orada devam etti. Sonra da nüfusları azalmaya başlayınca, buradan büyük bir ihtimalle İsviçre’ye gitti, karısıyla birlikte. Pedagoji okudu. Hem de yurtdışında iki Rum okulunda öğretmenlik yaptı. Neyse, bir gün orada top oynuyoruz, şut attım, yetimhanenin sivri, demir parmaklıklarına geldi, patladı top. Müdür Mavrofidis yakama yapıştı: “Ödeyeceksin!” diye. Silkeliyor beni, ulan zaten biz cılız bir yaratığız. Hemen Yani Ağabey geldi: “Ne yapıyorsun? Dur!” dedi.
KIZLARLA ERKEKLER BİR Mİ YÜZÜYORLAR
Su sporları konusunda bir şey yapıldı mı adada?
Bu konuda ihtilal yapan Burgazada Su Sporları Kulübü’dür. Yenilmez armada çıkarmıştır, sutopuna önem vermiştir. Tabii ben sana 1966-68’lerden bahsediyorum. O zamanlar sosyal medya yoktu, televizyon yoktu, insanlar enerjilerini spora harcayabiliyorlardı. Büyükada’da olmadı. Burası bir sosyal tesistir. Bu kafayla hiçbir zaman spor kulübü olamaz. Spor her şeyden önce ahlaktır… Heybeliada Su Sporları Kulübü’nü çok takdir ediyorum. Yatırım yapıyorlar gençlere. Bizimkiler inşaatçılık yapıyor… Ben bir dönem buradaki su sporları kulübünde yüzmeden sorumluydum. Heybeliada Deniz Harp Okulu’nun havuzunu kullanıyorduk. Yönetim kurulundan bir herif rapor vermiş: “Kızlarla erkekler bir mi yüzüyorlar?” dedi.
“Ne demek anlamadım. Bu ferdi bir spordur. Bir kulvarı veriyorsun kızlar yüzüyor, öteki kulvarda erkekler…” dedim.
“Olmaz, dedikodu olur.” dedi. Bıraktım. Böyle bir beyin var mı ya!
Yıl?
20 sene olmuştur. Kimdi bu adam biliyor musun? Başbakan Yıldırım Akbulut’un abisi. Öldü. Bu adaya gelmiş, posta müdürü olmuş, bu adadan kız almış ama adanın havasını, kültürünü alamamış. Ne rendeye gelir ne bir şeye!
Buraya yerleşmiş olanların bir kısmı tabiatla pek irtibatlı değil…
Ya, ben burayı açtığım zaman şurada bir çiçek tarhı var, ekiyoruz biçiyoruz, çiçek koyuyoruz. Birisi geldi, ismini vermeyeyim! Adada doğmuş büyümüş birisi, dedi ki: “Ağbi kaldır bunu ya, masa kazanırsın!” Daha ne diyeyim sana?
Çocukluk döneminizin oyuncakları nelerdi?Ağacın dallarıydı… Neden diyeceksin. Sopa yapardık, kedi köpek kovalardık. Daha kalın dal bulunca tenis toplarıyla birlikte polo oynardık. Onlarla başarılı olamayınca marangozdan tahta alırdık. Aynı golf sopası gibi yaptırırdık.
Nereden gördünüz ki bunu?
O zaman böyle bir şeyler vardı, oynanıyordu. Uçurtma uçururduk. Uçurtmanın ipi üzerine bazen jilet koyardık ki, ötekininkini kesmek için. Uçurtma şenlikti. Çamurdan bilye yapardık, Viktoria boyayla boyardık. Bazen de badana boyasıyla… Uğraşırdık, taş gibi olurdu. Bir de cicoz dediğimiz camdan olanı vardı. Onlar bizim için altın değerindeydi. Mesela kafa karış vardır, vurmaca vardır… Böyle oyunlar… Bir gün kesekağıdının içinde bilyeleri eve getirmiştim. Portmantonun yanına koydum. “Bu ne?” dedi babam. “Oyunda kazandım.” dedim. Aldı hepsini sokağa attı: “Kumar bu, oynamayacaksın!” Böyle cins bir adamdı. Tahtadan oyuncak yapardık, ben çok meraklıydım. Kızak yapardık ama birkaç tanesi parçalanınca evden leğen yürütüp leğenle kaymaya başladık. Yazın tenis kortlarının yanında çok dolaşırdık. Tenis topu kaçtı mı, gider alırdık. Onlar da önemsemezlerdi.
Onunla sadece futbol mu oynardınız?
Futbol oynardık, yakartop oynardık, istop oynardık… Sünnet olacağız, Eyüp Sultan’a götürürlerdi. Orada oyuncakçı dükkanları vardı. Tahtadan oyuncaklar, bir de düdüklü testiler vardı. Bir de babam: “Sakın ha, bahçelerden erikle badem çalmayacaksın!” demişti. Çok korkardım. Bir gün açık bir arsadan erik topluyorum, sünnet hediyesi bir saat de kolumdaydı. “Baban geliyor!” dediler, heyecandan düştüm, saat kırıldı.
İstanbul’daki yıllarını anlatır mısın? Ne zaman tam anlamıyla yerleştin? Hangi semtlerdeydin?
Üniversite yıllarında adadan gidip geliyordum. İş hayatı başlayınca, Cihangir’de Liva Sokağı’nda oturdum. İtalyan vakfına ait 5 odalı bir yerdi. İki arkadaş tuttuk. 150 lira kirası vardı. 800 lira aylık alıyordum. 69’dan 73’e kadar oturdum. Kültür Sarayı(AKM) yandığında oradaydım. 5 sene matbaada çalıştım sonra ayrılıp kendi matbaamı kurdum. Nişantaşı Kodaman Sokak’ta bir bodrum katı satın aldım, 900.000 liraya. Ona anahtar ver, buna anahtar ver, onun da bokunu çıkardım. Ağbi bir gün eve gireceğim, ulan giremiyorum, kapı arkadan sürgülü. Tanımadığım bir herif var. “Ben falancadan aldım anahtarı.” diyor.
“Yok ya, ona ben anahtarı verdim.” diyorum. Meğerse, o da anahtar yaptırıp buna veriyormuş… Ev randevu evine döndü. Sattım evi. Ama adaya gider gelirdim hep. Kışın çok bunaldığımda anneme telefon ederdim: “Anne ben son vapurla geliyorum. Bana bir şeyler hazırla!” Adaya gelince, oh mis gibi iyot kokusunu yiyorsun, kendine geliyorsun. Kadıncağız beklerdi beni, yerdik içerdik. Sabahleyin de ilk vapurla dönerdim.
İkinci evliliğimden sonra tamamen İstanbul’da oturmaya başladım. Sadece yazları geliyordum. Kızım ta ki üniversiteye başlayıncaya kadar. Hanıma dedim ki: “Artık Azra üniversiteye başladı. Ben de sıkıldım şehirden…” Nişantaşı da kanaatime göre, bozulmaya başlamıştı. Eğlence hayatı, özellikle yılbaşı eğlenceleri Taksim’den Nişantaşı’na kaymaya başlamıştı. Bir baktık, it kopuk geliyor. Burası bozuldu dedim, geldik adaya.
Ne zamandı?
Şöyle söyleyeyim: Son 13 senedir yaz kış buradayız Daha önce sadece yazları çalıştırırdık.
ADALARDA EĞLENCE HAYATI
Meyhaneciliğe hangi sene, nerede başladın?
Burada başladım, Değirmen Plajı’nın içinde. beş sene işlettim. İki senesi Nino(Varon) ile beraber, ondan önce tek başıma… Nino benim çocukluk arkadaşım. Bir gün vapurda gidiyorduk; “N’apıyorsun?” dedim Nino’ya. “Hiç!” dedi.
“Haydi gel lan diskotek yapalım değirmene!” dedim.
“Bende para yok.” dedi. “Para istemiyorum. Mutfak bende, müzik sende.” dedim. Bombayı patlattık. Anadolu Kulübü’ndeki Şamdan iş yapamıyordu bizim gibi. Nino’nun bir discokeyi vardı Ercüment diye, kulakları çınlasın! Çok güzel müzik yapıyordu. Dolup dolup taşıyorduk, kapıdan adam almıyorduk. 80’li yıllardı. Sonra satıldı orası, alanlar da kötü davranmaya başladılar. “Ben gidiyorum.” dedim. Nino kaldı, bir sene yapmaya çalıştı. Olmadı. Kapris üstüne kapristi herifler!
Gece hayatı nasıldı Büyükada’da? Golf’ten başka disko var mıydı?
Golf ilginç bir yerdi. Sahibi de Kulüp Suat’in sahibiydi. Kulüp Suat da biliyorsun , Cihangir’deydi. İlkyardım Hastanesi’nin karşısında. Çok meşhurdu. Suat Ağabey, Allah rahmet eylesin, 1960’lı yılların yıldızı. 50’li yıllardaysa, şimdiki Tiara Otel var ya, orada Nedim Dayım’ın Mıgır Ağabey ile beraber Florida Gece Kulübü vardı. Muhteşem bir yerdi. Armağan Şenol Orkestrası çalıyordu. Altında bir de Kankan diye bir yer vardı. Deniz kıyısı gelirdi böyle, kumsal değil çakıl taşları içeri kadar giriyor. İçerisi kayıkhane, parliament mavisi bir ışık, çok hafif bir müzik ve müziğe compagne(eşlik) eden dalga sesleri… Hiç unutamıyorum. Millet oraya sevgilisiyle birlikte gelirdi, mucuk mucuk vaziyetleri. “Gel lan yardıma!” derlerdi, giderdim. Çocuktum, çok etkilenirdim oradan. Değirmen’i ise bizden daha önce Ajlan Ağabey çalıştırıyordu. Jirayir Ağabey vardı, discokey . Orası da VIP bir yerdi. Şamdan Anadolu Kulübü içinde bir yer açmıştı, fakat Şamdan gece 12’de kapatınca, millet bize gelirdi. Bizim Değirmen Kulüp’ün orası teknelerle dolardı, alamıyorduk herkesi. Bir rüyadır yani! Nino ile TRT’de anlatmıştık bunları. Fedon ile Nilgün Belgün de katılmıştı o programa. Muhteşemdi! 1955’te de Florida’yı, yazın Torik Necmi çalıştırdı. O kimdi, biliyor musun? Galatasaraylı eski bir futbolcu. Galatasaray’ın 50.yıldönümüydü. Kulübün yazlık mekanı gibi oldu. Hatta rakı bardaklarının üzerinde Galatasaray’ın amblemi vardı. Bir tane kalmadı bende. Hep yürüttüler, neler yürüttüler!
Bir de Nişantaşı Barba dönemin var…
Ben Barba’da bir kadınla ortaktım. İki sene çalıştık onunla, anlaşamadık. Batık bir yeri aldım. Kadının erkek arkadaşı benim arkadaşımdı. “Böyle bir yer var.” Anlattım: “Fiks menü yaparım. 15 çeşit meze yaparım. Bu fiyatı alırım. Ben böyle çalışıyorum.” Sonra mekana gittik benim hanımla birlikte. Yekta’nın yan sokağı Süleyman Nazif’te bir apartman katı. Ağbi, içeri bir girdik; kapıdan girer girmez bir ocakbaşı var. “Bu ne?”dedim. “Dünya mutfağı yaptım, olmadı. Fransız Mutfağı yaptım, olmadı. Ocakbaşı yaptım. En sonunda kapattım.” dedi.
“Buraya 80 tane iskemle olacak, bir. Masa da olacak, iki. İşime karışmayacaksın, üç! Bu ocak kalkacak, fiks menü yapacağız. Kasayı ben tutmam, sen tut! Cirodan %10 alırım.”
“Yok!” dedi, “Bütün demirbaş masrafı bana ait, kar-zarar hesabı yaparız, %50 – 50! Eşim Aynur dedi ki: “Zarar olursa, n’olacak?”
BİR MASA AYIR
“Ben size yaşayacağınız parayı veririm. Bir sene bir şey beklemiyorum buradan .”
“Peki. Bir ay içerisinde ben bu tekerleği döndürmezsem, bırakırım.” Dedim.
“Bu kadar iddialı mısın?” dedi. Bizim adadan Atilla Güner’e: “Bak böyle bir yer yaptım, gelsene, baba beni haber yap!” dedim.
“Tamam.” Sabah gazetesinin yazı işleri müdürüydü. Ertesi gün telefon etti: “Bir masa ayır! Çetin Altan, Kamuran Solmaz, Ara Güler, Neşe Düzel, Nebil Özgentürk sana geliyorlar.” Fotograf çekildi, telefonla röportaj yapıldı. Ha, bu arada bir şey söyleyeyim, kadına “Ruhsat var mı?” diye sordum, “Yok” dedi. “Ruhsat yoksa kapanır.” dedim. 4 sene ruhsatsız çalıştırmış. “Bir şey olmaz.” dedi.
Ben kendimi biliyorum, bak göreceksin!” dedim. 1,5 sayfa haber çıktı, akşamında polis bastı. İçeride Hasan Arat falan vardı. Yapmayın, etmeyin dedik, hakaretler küfürler işittik. Mühürü bastılar! Neden ruhsat alamıyorduk? İleride okul var!
Biiipp! Röportajın bu kısmını sansürlüyorum. Özetle, Ahmet Ağabey araya adam sokarak,“asla rüşvet kabul etmeyen” namuslu emniyet mensuplarımızla görüşerek, hakikaten de rüşvet vermeden ama işi yokuşa sürenlere rağmen işi halletmiş. “Bağış” isteyen polis de boş cüzdanı görmüş ancak!
Gençken meyhane açmak gibi bir idealin var mıydı?
Öyle bir idealim yoktu ama arkadaşlarla yemeyi içmeyi seven adamdım. Mezeler yapıyorduk. Bu konuda bana önder olanlardan biri de Büyükada Pastanesi’nin gerçek sahibi Niko Mundi’ydi. Bu evin anahtarı bende durmaz, onda dururdu kışın. Yazın kiraya veriyorduk.
Niko Ağabey telefon ederdi bana: “Ahmet, gel vre, bırak karıları gel!” derdi. Gelirdim, domuzundan kuzusuna kadar yerdik gece. Kasayla içki alırdık. Matbaacılığımın 10.yılında, bir gün Değirmen Plajı’ndayız, işletenlere dedim ki: “Oğlum yanlış yapıyorsunuz.”
“Çok biliyorsan, gel yap ulan!” dediler. “Hafta içi burada müşteri yok, balık alıyorsunuz, atıyorsunuz.” dedim. “Onu bunu bırak! Buranın 500.000 kirası var, 500.000 de bize vereceksin. Ver, burayı sen çalıştır!”
“Tamam, seneye veriyorum.” dedim. Bir sene sonra, tak aldım. Kulüptü orası, müşterileri de çoğunlukla Yahudi’ydi. Mutfağı yeniledim. Birkaç fırlama geliyor, taşak geçiyordu. Vitali vardı mesela…”Patron, böyle yapıyorsun ama olmaz. Porselen tabak lazım. ”Aynı yaştayız ama ona: “Ağbi, bilmiyorum bu işi. Kaça çıkar?” dedim. “Ooo, 150.000 lirayı bulur.” dedi. O günün parasından bahsediyoruz. “Al sana 400.000! Getir malı!” dedim. Bu gitmiş, bizim başkan Tuğrul’a, “Manyak mı bu herif?” demiş. “Herifle taşak geçiyorduk, para verdi.”
“O böyle bir adamdır.” demiş. Aldılar getirdiler. Karaftan tut bardağına çanağına kadar her şeyi aldık, iyi de bir aşçı tutmuştum. 12 tane arkadaşı çağırdım ama bunlar çevresi geniş olan tiplerdi. Misal, “Salı günü davetlisiniz.” Geldiler yediler, küçük tabaklarda mezeler yapmıştım. Dediler ki: “Ya Ahmet sen devrim yaptın!” Dedim: “Meyhane yaptım.” Bunlar gittiler, sağa sola söylediler. İş tuttu mu! Kapıdan adam almaz olduk. Yıl 79… 85’e kadar sürdü. Oradan kazandığım parayla da Nişantaşı’nda kat aldım.
Prinkipo nasıl böyle gözde bir mekan haline geldi? Adalıdan daha çok İstanbullu müşterin var…
En büyük etken İstanbul’daki mekanım Barba, bir. İkincisi kitapları yazıp basında çok gözükmem. Basındaki insanların beni teşvik etmesi, gerek yazılı gerek görüntülü röportajlar. Çok programa çıktım. Dünyanın her yanından izleniyormuşum, ben bilmiyordum. Bana çok kişi dedi ki: “Sen kıymetini bilmiyorsun.” Sıradan bir adamım. “Çok büyük işler yapıyorsun.” dediler. Ben elimden geleni yapıyorum, kendime göre bir yol tutmuşum. Atina’dayız bir gün, kadının biri geldi: “Fıstık Ahmet, ben sizi televizyonda gördüm.” dedi; şahidim de Demirci Hüseyin. Tanınmış olmakta bana en büyük desteği veren gazeteci arkadaşlarımdır. Buranın tutmasında en büyük destek de Fedon’dan gelmiştir. Şimdi aramız yok ama inkar edemem.
O niye gitti adadan?
Gelmiyor işte! “Bir gün Ahmet’le darılırsam, adaya gelmem.” dedi… Bir gün balkonda oturuyordu. “Moruk, rakı içmeye geleceğim sana…” dedim. “Gel!” dedi. Gittik. “Burayı meyhane yapacağım.”
“Yapamazsın lan!” dedi.
“Adını da Prinkipo koyacağım.” Hoşuna gitti. “Çok iyi olur, destekleyeceğim seni.” dedi. Geliyordu sabah, şuraya koyuyordu sandalyesini, kahvesini içiyordu, popüler zamanıydı da; millet soruyordu:
“ Fedoooon! Burası senin mi?”
“Evet benim.” Herkes, Fedon’a gidiyoruz, demeye başladı. O zaman Fıstık Ahmet yok, Fedon’un Yeri diyorlardı. Kalkıp kapris yapacak halim yok ki, yok senin yerin yok benim yerim, diye. 93 – 94 galiba… Yazlık olarak açtık. Sonra Fedon burada bir sezonda en az iki kez ekibiyle canlı müzik yaptı ve 5 kuruş para istemedi benden…
DAYAK YEDİĞİNİ DE YAZACAKSIN
Baban günce tutman için yönlendirmiş, öyle demiştin… Bu da çok ilginç; birçok konuda engellemiş ama bu konuda teşvik etmiş!
Altı yaşımdan beri günce tutuyorum. İş Bankası’nın cep ajandaları vardı. Bir tane ondan aldı ve “Her gün yazacaksın!” dedi. Okulda şu oldu, bu oldu diye yazmaya başladım. Ama hep iyi şeyler yazıyordum. Bir taraftan temiz sopa yiyorum. “Dayak yediğini yazmadın mı? Onu da yazacaksın!” diyordu.
Yetişkinliğinde sordun mu ona, niye özellikle böyle bir şey yaptırmış sana?
Babamın okuma yazması yoktu. 11 yaşında memleketinden çıkıyor, Malatya’dan… Osmanlı dönemi. İstanbul’a gelip çalışıyor. Latin harfleriyle öğretim başlayınca İstanbul’da millet mektepleri açılıyor. Yoldan yakaladıklarını tutup sokuyorlar mecburi kursa, şehadetname verip yolluyorlar. Babamın okuma yazma öğrenmesi böyle. Gazeteyi alır okurdu. Ama içinde ukde kalmış, çocukları eğitim görsün istiyordu. Mesela keman çalmamı çok istedi. “Keman alayım sana!” dedi. “Baba, daha biz kapı zili çalamıyoruz.” dedim. Hevesim yoktu. Kızkardeşim mandolin çalıyordu. Kızım da piyano çalardı. Mesela ben kızımı devlet okuluna vermek istedim. Avamla bir arada olsun diye çünkü bir üstten başladığı zaman zor…
Kızın nereden mezun?
Işık Lisesi. Yuvadan itibaren. Ama kızımın iyi tarafı; her ne kadar üst sınıf arkadaşı var ise de, arabacının çocuğuyla da bakkalın çocuğuyla da arkadaş. Kendinden çok emin bir tiptir. 9 yaşında annesiyle Amerika’ya gitti. Dedim ki: “Benim yaptığım gibi günce tutmuyorsan da, seyahat notları tut kızım!”, “Ben biliyorum baba!” dedi. Biraz da dik kafalıdır. Annesiyle Küba’ya gitmişlerdi. Bir gün geldi, dergiyi önüme attı: “Bak! Fıstık’cığım, ben çıktım.” dedi. Yazı yazmış: “Kız, böyle bir şeyi sen nasıl yazarsın? ”, “Ee, kimin kızıyız!” dedi. Mesela interaktif pazarlama konusunda yüksek lisans yaparken, “Seni örnek olarak alıp yazacağım.” dedi. “Neyimi yazacaksın ki?” dedim. “Sen Facebook esirisin.” dedi. “Esiri değilim işim buradan gidiyor.” dedim. Konu olarak bunu aldı. Benimle ilgili 25 ayrı hususiyeti 25 ayrı adama dağıttı. Onların ismiyle yazdı ve 100 üzerinden 100’le geçti. “Kız getir şunu bir okuyayım!” dedim. Bir cümleler var!… “Ee, armut dibine düşermiş…” dedi bana.
İlk kitabın Zaman Satan Dükkan nasıl ortaya çıktı?
Notlarımı tutmuştum, sağda solda anlatıyordum, konferans veriyordum. “Ya bir kitap yazsana!” dediler.
“Ne yazayım?”
“Adanın tarihini yaz!”
“Ulan, adanın tarihini yazan yazana! Siz okumuyorsanız, ben ne yapayım! Ben başka bir şey yazayım! Adadan insan manzaralarını, anılarımızı yazayım! Bunlar bir gün uçup gidecek.” Nitekim bu kitabı yazdım ve bir gün Barba’ya Alfa Yayınları’nın sahibi Vedat Bayrak ve Mesut Yar geldi. Bunlar ikisi asker arkadaşı. “Ya Vedat, şöyle bir denemem var.” dedim. Dosya kağıtlarını uzattım. “Şunu kitap olarak basmak istiyorum. Bana yardımcı olur musun? ” Resmen benimle dalga geçiyor! “Mesut bizim editörümüz. O okusun, cevabını verir.” dedi. Verdik. Bir sene geçti. “Oğlum n’oldu? ”, “ Ağbi bakıyorum, yapıyorum” Falan Ahmet filan Ahmet, Bağlarbaşı – Sultanahmet! Hiçbir bok yok ortada! “Ya benimle dalga mı geçiyorsunuz, Allah aşkına!” dedim. Bir gün, Vedat telefon edip dedi ki: “Ağbi nerdesin? ”
“Yerimdeyim.”,
“Birisiyle beraber geliyorum. Literatür Yayınları’nın sahibi Kenan Kocatürk’le beraber.”
Dedi ki: “Ahmet Ağbi’nin denemeleri var. Biz basamayacağız, sen basar mısın?”
“Nedir bilmiyorum.” dedi.
“Ben vereyim, notlardan bir suret daha var.” dedim. “Bir tane anlatsana!” Anlattıktan sonra “Tamam ver bunları, bir bakayım!” dedi. “Eyvah!” dedim. Gitti ve bir ay sonra Öner Ciravoğlu’yla birlikte geldi: “Biz bunu elimine ettik. Bu şekilde basacağız. Yalnız burada iki tane sakıncalı şey var: Biri Gogo biri de Karlo!”
“Onları çıkaramazsın! ”dedim. “Pekiyi…” dedi. Ondan sonra bir gün telefonla çağırdı, İstiklal Caddesi’ndeydiler o zaman; kitap çıkmış ağbi!
“Şimdi sen bana bir liste ver! Kimlere yollayalım bunları?” dedi. Ben bir alay liste verdim. “Yahu sen bunları tanıyor musun?” dedi, “ Niye tanımayayım ki?”
“Vay be!” dedi. Kitapçılara dağıtılacağını söyledi. Ertesi gün ben, bacanağa baldıza, karıma çocuğuma, garsonlara, arkadaşlara: “Gidin, Zaman Satan Dükkan’ı isteyin!” diyorum. “Getirin, paranızı ben vereceğim.” Gidiyorlar. “Yok öyle bir kitap!” diyorlar. “Her gün gidin!” diyorum. O zaman Rumeli Caddesi’ndeki Remzi Kitabevi bana yakın. Gidiyorum soruyorum. “Bunu geçen gün biri daha sordu. Üç tane vardı tükendi.” diyor. Yurtdışındaki bir arkadaşım için alacağımı, isterlerse parasını peşin verebileceğimi söylüyorum. Üç hafta içinde En Çok Satan 10 kitap arasında üçüncüydü. Kenan Kocatürk telefon etti: “Baba sen ne yaptın yahu? Biz bir baskı daha yapacağız.” Yapın! “Bunun anlaşmasını yapmadık seninle…” Yaparız boş ver!
“Para?”
“Para da istemiyorum senden.”
“Bizde kural %10 para, 15 tane de kitap vermek…”
“ Bana para verme, istediğim kadar kitap ver!” Adam yolluyorum, kitap aldırıyorum. Mesela sen geliyorsun, kitaptan bulamadığını söylüyorsun, hemen çıkartıp veriyorum. Böyle böyle, bu tutunca, ertesi sene 2.kitabı da bastılar. (Hoşçakal Prinkipo Bir Rüyaydı Unut Gitsin ) Bu sefer Vedat dedi ki: “Bir daha kitaplarını kimseye verme! Bizde basılacak.” E pekiyi niye şimdi?
“Oğlum, biz seninle içki arkadaşıyız. Ağabeyimden çekindim. Halbuki şimdi sen okunan yazar oldun.”
“Pekiyi söylesene, sana verdiğim notlar ne oldu?”
“N’olacak? Mesut’un(Yar) arabada 1 yıl dolaştı durdu.”
Bir de adanın turistik tanıtımı için yazdıkların var…
Bir gün burada oturuyoruz. Halim Bulutoğlu falan… “Ay Yorgi kitabı yapalım!” dediler. Birisini çağırmışlar. Rehber böyle bir kitap yapacak, “Bize kaça malolur?” dediler. “ 5000 lira verirsiniz…” dedi.
“Halim bunu ben yazacağım. 40 para da istemiyorum.” dedim. İşte bu kitap çıktı. (Ay’ Yorgi Rehberi) Bir de kızım Işık Lisesi’nde okurken öğretmen ödev vermiş; “Okulunuzun ve evin bağlı olduğu ilçelerle ilgili bir kompozisyon hazırlayın.” Bizim ev de Korukent’te. Okul Sarıyer’e, ev Beşiktaş’a bağlı. Dolaştım kitapçıları. İlçemizi Tanıyalım Beşiktaş, İlçemizi Tanıyalım Sarıyer diye iki kitap buldum, verdim kıza. Sonra Halim’e dedim ki: “Ya, böyle bir kitap da Adalar için yapalım mı? Siz basın, bedava dağıtalım!”
“Harika olur.” dedi ve bunu yaptık. ( Adalar İlçemizi Tanıyalım) Kitap kaymakama teslim edildi, o milli eğitim müdürüne verdi, o da ilk orta liselere dağıttırdı. Sonra yolda bir gün giderken, veliler diyor ki bana “Ahmet Bey siz misiniz? Allah razı olsun!” Halim’e: “Bu kitabı genişleterek bir daha basalım!” dedim. Durdu öyle… Ben hazırım.
Bunların hiçbirisinden telif almadın mı?
Hayır.
BU MUTFAK KİMİN
Meze ve içki kültürü başka bir şey. Türkiye’de bunu kimler geliştirdi? Rumlar mı Ermeniler mi?
Sorunun bu şekline de karşı çıkıyorum her zaman. Neden? Sakın kırılma! Çünkü genel olarak baktıkları zaman büyük pencereyi görmüyor hiç kimse! Gördükleri şu: Rum meyhanesi, Rum mezesi diyorlar. Hayır! Rum meyhanesi yok, Rum meyhaneci var. Çünkü Osmanlı döneminde Müslümanların bu mesleği yapması yasak. Ne içki üretebilirsin ne içki satabilirsin. Ama İstanbul’un en büyük kazancı, Sarayın burada olması. Saray buradayken, yerleşik düzene geçtikten sonra, Osmanlı fethettiği her ülkedeki yemeği adamıyla birlikte getirtip yaptırıyor.
Tam bir emperyal mutfak…
Tabii emperyal, imparatorluk mutfağı… Ve bunların hepsi saray mutfağından çıkma İstanbul Mutfağı’dır bana göre. Bunun içinde Yahudi var, Rum var, Ermeni var, Pomak var, Boşnak var, Arnavut var, Gürcü var, Çerkez var… Türk de var. Niye var? Türk göçebelikten gelen biri ve bir tek pastırması var. Onun da asıl adı zaten “bastırma”. Eyerinin altına koyuyor, bastırıyor eti, adı bastırma oluyor. Selçuklular’ın yemek kültürüyle ilgili fazla bir şeye ulaşamadım ben. Mesut Yar ve Murat Sabuncu ile birlikte İz TV için Eskişehir’e gitmiştik. Orada Hititler’le ilgili araştırma yapan bir profesör hanım vardı. Kazı yerlerine götürdü bizi. Milattan önceki bir mutfağın içinde kalmış, yanmış kömürü gösterdi. En çok buğdayı işlemişler. Neden? Yerleşik düzene geçtikten sonra ekip biçmeye başlıyorlar. Bizimkiler at üstünde dolaştıkları ve deniz kıyısına gitmedikleri için göl balıklarını tanıyorlar, deniz balıklarını tanımıyorlar. Fırın denilen şeyi bilmiyorlar. Dolayısıyla şunu söylemek istiyorum; o kadar kozmopolit bir dünyanın içindeyiz ki, birbirimizden al ver var. Mesela kavga ediyorlar; baklava bizim, yok Yunan diye! Hayır, baklava Suriye’nin malı. Rakı bizim değil ki! Irak’ın malı. Şarabı konuş mesela, Anadolu’da ilk baldan yapılan şarap Kürtler’in… Başka bir şey söyleyeceğim: İçki yapan arkadaşlarımız var ya, rakı, votka vs… “Ne koyuyorsunuz içine?”dedim, şeker dediler.
“Oğlum ne şekeri, üzüm suyu koyun, bal koyun!” dedim. Birisi arkamdan manyak mı bu? diye işaret ediyor. Şeker Osmanlı’ya 16.yy’da giriyor. Daha önce pekmez, kuru ve yaş meyve kullanılıyor. Birkaç sene önce burada Brüksel lahanası yapıyordum. İçerisine kuşüzümü ve kayısı parçacıkları atıyordum. Birisi “Bu ne yahu? Aşure mi?” dedi. “Şeker koysan daha iyi değil mi?” Oğlum, şeker zehir ulan!..
ENİŞTE HAYIRLI İŞLER
Adanın orijinal tiplerinden de bahsedelim biraz! Mesela kitabında bahsettiğin, dayı oğlun Rahmi Bey…
Rahmi Ağabey, Allah rahmet eylesin, anne tarafımdan en haylaz evlattı. Cemil dayımın oğlu. Tam tabiriyle serseriydi. Esrar var, sigara var, içki var… Burada bir emniyet amiri vardı. Amirin kilolu bir kızı vardı. Bunlar abayı yakmışlar birbirlerine fakat Rahmi Ağabey’in de vukuatı bol. Bunlar flört ediyorlar. Kızın babası böyle olunca kızı engellemek istiyor, kız da “Yok, seviyorum” diyor. Rahmi Ağabey de polise bulaşıyor. Mesela bir Cumhuriyet Bayramı normal bir geçit töreni yapılır değil mi? Bu, akşamleyin kafayı çekiyor, bayrağı alıyor eline, it kopuk arkadaşlarını da, karakolun önünden bağıra çağıra geçit yapıyor. Emniyet amiri “Alın lan içeri!” diyor, dövüyorlar bırakıyorlar. Sistem bu! Bir gün bu akşamdan kalma… Odunculuk yapardı, kafasında bir sombrero ( Meksika şapkası) üstü çıplak altında bir şort, eşeğe ters binerek çarşıda yavaş yavaş gidiyor. Tam bizim dükkanın önünden geçerken babama “ Enişteee, hayırlı işlerrr…” diyor. Babam bakıyor: “Rezil herif!” diyor. Sabahleyin berbere gidiyor. Berber Jak vardı. Millet de sabah tıraş olup işe giderdi, öyle bir trafik…”Tıraş et beni!” diyor. İçkili…
“Ne istiyorsun?”
“Yanları al!” Tıraş ediyor. “Beğenmedim. Sıfıra vur!” Sıfıra vuruyor.
“Haydi Rahmi, işimiz var!”
“Konuşma lan, usturaya vur!” Adam çıldırıyor tabii… Jak, oğulları Bensiyon ve İzak’la birlikte çalışırdı. Sonra bunlar Osmanbey’de Vepa’nın sokağında dükkan açmışlardı. Neyse, adama “Kaşları al!” diyor. Kaşları da bitiriyor. Olmadı göğüs, koltukaltı derken Jak artık dayanamıyor. “ Yeteerr!” deyip elinde usturayla babamın dükkandan içeri giriyor Jak: “Fahri Allah aşkina şuna bir şey söyle, anami ağlatti, müşteri kaçırıyorum!” diyor. Babam: “Ne yapayım, itin teki!” diyor. Bir bakıyorsun, Rahmi Ağabey tekrar eşeğe ters binmiş, kafa dazlak, vücut kılsız, geçiyor. “Enişteeeee, hayırlı işler! ”
Ve hep böyle yaşadı ha?
Sonra burada ailesinin tasvip etmediği bir kadınla beraber oldu. Adayı terketti.
Adanın delileri kimlerdi başka?
Deli Memduh vardı. Resul’ün büfe var ya şimdi, orada volta atar dururdu. Kimseye zararı yoktu. Bir tane Arnavut manav vardı. Ayağında körüklü çizmeler, leş gibi bir herif. Kızdırırdık. Bizi elinde sopayla kovalardı. Fıstıkçı doktor vardı. Kamil Kaya’nın orada Doktor ile Kamil Kaya donlarını çıkarıp çırılçıplak denize girmişler. Sandaldan görmüşler…“Oraya mı doktor, oraya mı doktor? ” diye kızdırırlardı. “ Eşeoğlueşekler! ” diye kovalardı. Tıp okumuş, sonra kafayı yemiş.
Çat Doktor diye birisinden bahsederler
Adı Feridun’du. Şişman bir adamdı. Adalı değildi, yaz aylarında gelirdi. Tur atardı, koltuğunun altında yabancı gazete ve mecmualar olurdu. Kapri Lokantası’na – eski adı Faraon’du – ya da Selek Lokantası’na – şimdiki Milano’nun olduğu yere – otururdu. Onun ne yiyeceğini bilirlerdi. Eliyle “Çat, çat!” selam verirdi. Mesela onun adını bilmezdim, Niko Ağabey’den öğrendim Feridun olduğunu.
Bir de adadan içeri kolay kolay adam sokmayan bir polisten bahseder eskiler
Polis memuru Hüseyin’di o. 50li, 60lı yıllar… Adamda yarma gibi bir boy vardı. Seyyar iskelenin ucuna gelirdi. Seyyar iskele verilmeden kimse atlayamazdı. Atlayan olursa da, “Gel buraya!” deyip tutardı, yolcu boşaldıktan sonra koyuverirdi. Tipini beğenmediği adama “Kime gidiyorsun?” sorar . Misal, “Cengiz’e gidiyorum.”
“Niye Cengiz’e gidiyorsun?” Doğru cevap verirse karakola gidilir. Cengiz’e haber verilir ve o gelir alırdı. Tatmin edici cevap vermediyse, “Bin vapura defol git!” İkinci olarak, bahriye inzibatları dururdu iskelede. Çünkü askerin adalara çıkması yasaktı. İzinde bile gelsen elinde izin kağıdı varsa girebilirdin. Çok kaçak olurdu. Sivil giyinip gelenleri de saçından anlarlardı.
Günübirlikçiler o zaman da vardı. O zamanın kendi ölçüleri içerisinde yine bu çöp sorunu var mıydı?
Bugün ambalajlı mal satımı çok. Bir de o zaman depozitolu satış vardı. Mesela şişeler, yoğurt kaseleri – ki bunlar toprak, cam ve tenekedendi – paraydı; götürüp geri veriyorduk.
LATERNALAR VARDI
O zamanlar laternalar varmış…
Çoktu. İki türlü laterna vardı: Biri, silindir üstüne çivi çakılarak; öteki karton üzerine deliklerle yapılandı. Arpacı Arif Ağa’nın evinde bir tane vardı. Bir tane Lefter’in meyhanesinde vardı. Şimdiki Liman Lokantası’nın arka mutfak kısmının olduğu yerde, Hristos’ta vardı, Lunapark’ta vardı. Ay Nikola’da Fedon’un babasının işlettiği şaraphanede vardı. Benim bildiklerim bunlar. İstanbul’daki Rumlar bunu imal ederlerdi. Leonidas diye Arnavutköylü bir adam en son temsilcisiydi.
Yetimhanenin yakınındaki yıkıntının hikayesi nedir?
Orası Ligor Façyo’nun lokantasıydı. Daha önce, orasıyla yetimhane arasındaki alanda icra ediyordu işini. 1962 ya da 64’te adaya bir orman bölge şefi geldi. Abdullah Bölük, Mehmet Bölük’ün babası. Bu adam ormana ait yerlerin kaydını çıkardı. Bir baktı ki, ormana ait yerlerin çoğu işgal edilmiş. İşgal edenlerin çoğu da Rum. Bu Ligor da öyle… Adam kimseye bir şey söylemedi. Bir rapor hazırlayıp Ankara’ya gönderdi. Ankara dava açtı. Bu iş 4 sene sürdü. Sonunda gelip hepsine tahliye verdiler. Orman, kendi arazisini kazanmış oldu. Ama bir tane Rum bile kalkıp Abdullah Bey’e “Tu kaka!” demedi. Abdullah Bey’i çok sevdilerdi, çok dürüst bir adamdı.
Yine orada sadece basamakları kalmış bir yer var…
Hıntiryan Köşkü. Ermeni bir tüccarınmış. Rivayete göre, adamın hasta bir kızı varmış, onun için orayı yaptırmış. Sonra da adaya gelenler abuk subuk Perili Köşk dediler. Mesela ilkokula da Taş Mektep diyorlar. Ben bunlara çok karşıyım. Yığma tuğla binanın taş mektebi mi olur?
İnternette orasıyla ilgili, hayalet hikayeleri, vampir hikayeleri geziniyor. Böyle şeyler işittin mi?
Yok ya! Yalnız şöyle bir şey var: Değirmen’in orada bir tane ev var. Oranın da sahibi bir Rum’du. Sarı bir evdi, yıkıldı. Bir ara orada bir postacı otururdu. Evi kiraya vermiş sahipleri yaz için. Fakat normalde yazlıkçılar 29 Ekim’de gider. Bu aile gitmiyor. Rum sahibi düşünüyor ne yapsın! Akşamleyin bir çarşaf geçiriyor üstüne, bahçede dolaşmaya başlıyor. Kiracı kadın korkuyor. Kocasına “ Aman gidelim!” diyor ve evi tahliye ediyorlar.
FAYTONCULAR KENDİ MESLEKLERİNE İHANET ETTİLER
Ahmet Ağabey eski arabacılar nasıldı ve bununla bağlantılı olarak faytonların kaldırılmasına ne diyorsun?
Şu andaki rezil durumdan dolayı kaldırılmasını alkışlıyorum. Çünkü bu adamlar kendi mesleklerine ihanet ettiler. Evvelden bu kadar fazla ahır yoktu. Adamların evlerinin yanında kendi ahırları vardı. Yani kendilerinin, hayvanlarının, arabalarının temizliği önemliydi, ekmek kapılarıydı bunların. Arabacıların çoğu da gayrimüslimdi. Kravatsız adam görmedim. Bunların özel kıyafetleri vardı, başlarında birer tane kahya vardı. Sınıf arkadaşım vardı Nihat Delikanlı, birkaç sene önce vefat etti. Onun babası kahyalarıydı. Adam fötr şapka, takım elbise, kravatla dolaşırdı. Topuğuna basıp yürümek diye bir şey yoktu. Dere içinde – Karanfil’de yani – Çali diye bir adam vardı. Kışın şayak yazın da beyaz ceket giyerlerdi. Arabalar tertemiz. Sağında ve solunda fenerleri vardı, akşamları yakılır… Hayvanlara fazla kamçı atılmaz. Böyle bir nezahat vardı. 84’ten sonra bu işin boku çıktı. Recep Koç’un adaya yaptığı ihanetlerden biridir, ikincisi şuraları doldurması, üçüncüsü de dünya kadar kaçak inşaattır.
Türkiye’deki bütün ilçeler değişimden paylarını aldılar. Adalar da… Sence başka türlü olabilir miydi?
Kanaatime göre 1964’te Rumlar buradan yollanmasaydı, mahalle kültürü aynen muhafaza edilirdi. Kadıköy’de, Moda’da Kurtuluş’ta, Boğaz’daki birkaç yerde olduğu gibi. Çünkü Anadolu’dan buraya gelen adamlar kültür ile mücehhez değil. Onlar para kazanmak için geliyorlar, her türlü değer de ayaklar altına alınıyor. Adın Aleko, evini satıyorsun, yurtdışına gitmek için; ben satın alıyorum, Anadolu’dan gelmişim. Balkon benim neyime yarar, deyip balkonu oda yapıyorum. Var mı böyle bir şey ya? Sonra inşaat furyası başlıyor. Bahçeli yerime yıkıp apartman yapıyorum. Bahçeli nizamdan bitişik nizama geçiliyor. Bunlar hoş şeyler değil! Benim için kırılma noktası 64’tür.
Eskiden ada dışından belediye başkanı seçiliyor muydu? Son üç başkandan önceki dönem yani…Veya ada dışından seçilir ama bir vizyonu olur?
Şimdi bak hocam, sıçan geçmiş yol olmuş. Bundan sonra gelen de bir halt yapamıyor. Öyle görüyorum. Burası evvelden anakente bağlı belediye şube müdürlüğüydü. Nurettin Sözen İstanbul Belediye Başkanı seçilince Mehmet Bölük’ü imar danışmanı yapmıştı. Mehmet de uygunsuz şeye onay vermezdi. Şimdi Cumhuriyet Gazetesi’ni yöneten Alev Coşkun da sekreteriydi. Onun zorlamasıyla Mehmet işini bıraktı, istifa etti gitti. Anlıyor musun? Bu topraktan bu çıkıyor, anlıyor musun? Kargadan bülbül sesi çıkmıyor.
Bundan sonrası için umudun var mı?
Benim umudum gençlerdir. Onlar bozulmadan giderlerse iyi olur. Çünkü Türkiye’de bugün iktidarı belirleyen şey mee kuşağı, hepsi koyun gibi, biliyorsun. Y Kuşağı Z Kuşağı bana göre doğru düşünüyor ama stratejik hamleleri yapamıyor. Şimdiye kadar insana yatırım yapılmamış. En önemli faktör insan.
Söyleşiyi burada noktalıyorum ama şunu da söylemeliyim ki Ahmet Tanrıverdi ile bir de adadaki binaların tarihi, sahipleri, özellikleri üzerine konuşsaydım, bu söyleşi birkaç kat uzardı. Başlıkta belirttiğim gibi kendisi Canlı Büyükada Ansiklopedisi’dir. Unutmadan bir şey daha: Büyükada’nın sevilen simalarından birisi de Doktor Ahmet Tanrıverdi’dir. Hatta geçmiş seçimlerden birinde bu isim benzerliği küçük bir sorun dahi yaşatmış
Rakının terleme anlamına gelen ‘ arak ‘ veya 300 yıl önce ilk kez Irak’ta yapılmış olmasından dolayı ‘ Iraki ‘ olarak anıldığını , anason katılmasının ise İstanbullu bir ‘ barba ‘ tarafından bulunduğunu belirtelim. Dünyanın muhtelif yerlerinde Türk Rakısı’na benzer içeceklerin üretildiğini, ancak bunların lezzet olarak farklı olduklarını da ekleyelim. İstanbul’dan yola çıkan rakı , Yunanistan’ın Girit’inde Çikudia, Makedonya’sında Çipuro, Atina’sında Uzo veya Duziko adını almıştır. Balkanlarda Mastika, İspanya’da Anis, Fransa’da Pastis, Japonya’da Sake bizim rakımıza benzer olarak üretilmeye çalışılmaktadır.
Barba’nın Mezeleri, Haziran 2008, Alfa Yayınları, s.13 |
“ Yedi yaşımda ilkokul talebesiyken mezeyle, on yedi yaşımda üniversiteye giderken rakıyla tanıştım. Babamın bakkal dükkanı, Büyükada çarşısında, ünlü Façyo Lokantası’nın karşısındaydı. Lokantanın mutfak bölümünde uzunca bir bankoda akşam vapurdan çıkan tek-tekçiler bir veya iki tek rakılarını küçük kadehlerinden yudumlarken, çay tabağı kadar ufak porselenlerdeki mezeleri de atıştırırlardı. Çocuk gözümle yakaladığım bu ayrıntıyı eve girince uygulardım. Anneciğimin yaptığı yemeklerden çay tabaklarına koyar, çay bardağına koyduğum suyu da rakı niyetine içerdim. Yedi yaşındaki çocuğun bu garip akşam yemeğini yeme şekli, babamın dayağı ile kısa sürede bitti. Ama imrendiğim bu durum hafızama kaydolmuştu. ”
Barba’nın Mezeleri, Haziran 2008, Alfa Yayınları, s.11 |
KOVULDUK
“ Biz gitmek istemedik ki. Kovdular bizi Ahmet. Hadi ekso dediler. Ne imiş, Yunan tabalı imişiz. Eh o kadar yabancı tabalı varken neden bizi kovdular? Sülalem orada doğdu, orada öldü. Evimiz orada, anamın babamın mezarı orada. Biz ne yaptık? Biz mi öldürdük Kıbrıs’taki Türkler’i? Çok kötü oldu Ahmetimu çok kötü. Benim koca burada yapamadı, üzüntüden öldü. Bir avuç toprak istedim mezarına koyayım diye, yarın öbür gün ben de öleceğim. Kaç kişiden istedim bir avuç Ada toprağı. Kimse getirmedi. Sen getir vre Ahmetimu, se para kalo agorimu. Bizimkiler korkuyorlar. Gümrükte bir şey olur diye. Senden rica ediyorum. Signomi paşakamu. ” Doksan yaşını aşmış, elinde büyüdüğüm, yaşlı Büyükadalı’ya “Nasılsın, beni tanıdın mı?”nın dışında hiçbir şey soramadım. O, bu kadar söyledi ve sustu. İstanbul’dan getirdiğim ahududu likörünün şişesini okşadı, öptü, beraberce birer kadeh içtik. Ada’dan geldiğinden beri siyah entari, siyah gömlek, siyah hırka, siyah başörtüsü, siyah çorap ve siyah terlik kullanan acı dolu kadına ne sorabilirdim ki? Sanki Ada’dan ayrılışının yasını tutuyordu üzerindeki siyah renkle, kocasının yasını değil. Sonra tekrar kalktı koltuğundan, bastonuna dayanarak. Gitti içeride bir odaya, sararmış, solmuş ve yanları kopmuş evlilik fotoğrafını getirdi, bana gösterirken düşündüm de; gençliği Büyükada gibiydi, güzel mi güzel, yaşlılığı ise Atina’ya benziyordu!.. Atina’daki Büyükada, Adalı Yayınları, Eylül 2007 , ikinci baskı, s.147 – 148 |
Rakıya buz koymamanızı , rakıyı ve suyu buzdolabında soğutarak kadehinize doldurup içmenizi öneririm. Bardakta ısınmaması için de rakı kadehi küçük olmalıdır. Bu yüzden yıllardır kullanılan limonata bardağı rakı için hiç de ideal değildir. Çocukluğumda çay bardaklarıyla ve o hacimdeki küçük kadehlerle rakı içildiğine çok şahit oldum.
Evvelden meyhanelere hanımlar gidemezdi. O nedenle hanımların ördüğü zarflar , beylerin rakı kadehlerine ayrı bir zenginlik katardı.Belli saatte zarfı fark eden araknuş (rakı içen) el emeği, göz nuru döküp zarfı ören hanımını düşünür ve evinin yolunu tutardı. Akşam ezanı okunduğunda meyhaneye gidenler, yatsı ezanı okunmadan evin kapısından içeri girerlerdi. İnsan elinin sıcaklığıyla rakı kadehini ısıtmaması için bu zarfların kullanıldığını söyleyenler de vardı. Barba’nın Mezeleri, Haziran 2008, Alfa Yayınları, s.11 |
PAYLAŞMANIZ İÇİN