Mehmet Âkif’ten Nâzım Hikmet’e İstanbul’un gerçek portresi

Mehmet Âkif, gerçekliğin merceğinden bakar ve toplumsal sorumluluk duygusuyla yaklaşırken Faruk Nafiz Çamlıbel bireysel duyguları üzerinden eğilir İstanbul’a. Tevfik Fikret’le Mehmet Âkif’in toplum odaklı İstanbul anlatımı Nâzım’la birlikte, sınıfsal bir boyut kazanarak yeni bir gerçeklik aşamasına kavuşur.

CAFER YILDIRIM

Yahya Kemal’in gerçekliğine inandığı “pırıl pırıl ve berrak” şehir Mehmet Âkif’in ancak hülyalarında var olabilmektedir. Mehmet Âkif’in hülyalarındaki İstanbul tasavvuru abartılı betimlemelerden uzaktır. Şair, Safahat’ın ikinci kitabında yer alan Süleymaniye Kürsüsü’nde hayatın sıcaklığı içinde, toplumun günlük ihtiyaçlarına cevap veren, fabrikaları işleyen, okulları açık, üreten ve sürekli bir gelişme içinde bulunan sahici bir şehir portresi çizer:

“Bu ne müthiş azamettir, ne müthiş dârât!
Sayısız mektep açılmış; kadın, erkek okuyor;
İşliyor fabrikalar, yerli kumaşlar dokuyor.
Gece gündüz basıyor millete nâfi’âsâr;
Âdetâ matbaalar bir uyumaz hizmetkâr.
Mülkü baştanbaşa i’mâr edecek şirketler;
Halkın irşâdına hâdim yeni cem’iyetler,
Durmayıp iş buluyor, gösteriyor, uğraşıyor;
Gemiler sâhile boydan boya servet taşıyor…”

 Ne var ki sayısız mektebin bulunduğu, kadın ve erkekleri okuyan, fabrikaları işleyen, insanları çalışan bu şehir betiminin insanî bir duyarlıkla kurulmuş ideal bir hayalden, bir hülyadan öte karşılığı yoktur. Şairin idealindeki şehir tasavvuru ile gerçeğin katılığından yansıyan şehir kimliği arasında kocaman bir uçurum vardır:

Bir zamanlar yine İstanbul’a gelmiştim ben
                  Ne felâket, ne rezâletti o devrin hali!
Başta bir kukla, bütün milletin istikbâli
İki üç kuklacının eline mahkûm olmuş:
Bir siyâset ki didiklerdi, eminim Karakuş!
Nerde bir maskara sivrilse, hayâsızlara pîr,
Haydi Mabey-i Hümayûna!.. Ya bâlâ ya vezir!
Ümmetin haline baktım ki: Yürekler yarası!
Ne bir ekmek yedirir iş, ne de ekmek parası.
Kışla yok, dâire yok, medrese yok, mektep yok;
Ne kılıç var ne kalem… Her ne sorarsan hep yok!” 

İstanbul’un yoksul semtlerine tutulmuş birer projektör

Şair idealindeki İstanbul’u anlatırken ne denli idealist ise tanığı olduğu İstibdat yıllarının İstanbul’unu anlatırken de o denli sahicidir. Yönetim mekanizmasının bozulduğu, ekonominin işlemediği, ahlakî değer yargılarının geçersiz kaldığı, halkın açlık ve yoksulluk içinde çırpındığı bir şehrin anlatımıdır bu. Karşı durdukları İstanbul gerçekliği bakımından olduğu kadar bu gerçekliğe ilişkin tasvirleri ve hisleriyle de Fikret ile Âkif paralellik arz eder.

Âkif Küfe ve Seyfi Baba şiirlerinde kendisine ıstırap veren, hülyalarının uzağındaki İstanbul’un gündelik yaşamına eğilir. Çalışarak geçinen insanların sosyal yapılarından ekonomik durumlarına, komşuluk ilişkilerinden ahlak değerlerine, bu insanların yaşadığı kenar mahallelerin fizikî özelliklerinden mangal başında dillendirilen gelecek kaygılarına dek birçok ayrıntı aktarır. Küfe ve Seyfi Baba İstanbul’un yoksul semtlerine tutulmuş birer projektör vasfındadır.

Âkif’in İstanbul anlatımı gerçekçi İstanbul algısının oluşması bakımından edebiyatımızda ileri bir aşamadır. Âkif’in İstanbul’a bakışının odağında toplum vardır. Toplumsal gerçekler onu hangi duygulara götürüyor, hangi duygularla buluşturuyorsa şehir için o duyguları taşır. Anlatımı toplum ve toplumsal düzenle ilgili kaygılarının ve sorumluluk duygusunun ürünüdür. Gücünü somutluktan alır. Gözleme dayalıdır ve duygusal yaklaşımların gizlediği tuzaklara düşmez.

Mehmet Âkif, gerçekliğin merceğinden bakar ve toplumsal sorumluluk duygusuyla yaklaşırken Faruk Nafiz Çamlıbel bireysel duyguları üzerinden eğilir İstanbul’a ve şehri hayalin aynasındaki haliyle yansıtır:

“Gönlüm ne zaman Göksu’da isterse dolaşmak,
Kaplar hemen etrafı hayâlimdeki bahçe:”

Korularda İbrahim Paşa döneminin şiirini söyleyen bülbüllerin, ishakların sesini duyar şair. Mavi sularda üç çifte piyadeyle giden dönemin şen şairi Nedim’i görür. Hayali güçlendikçe daha bir bütünleşir şehirle:

“Bahçem sarışın Göksu, evim pembe Hisar’dır…”

Ne var ki bütün bunların hayalden öteye geçen bir anlamı yoktur. Hakikat ise şairin ömründe acı tadını hissettirmeye devam etmektedir. İstanbul, gerçekte Faruk Nafiz’de bu acı tadın karşılığı ve unutulamayan bir güzelliğin karşılığıdır:

“Zehrolduğu günden beri ömrümde hakikat
Yalnız bana âlemde hayâlin tadı vardır!..”
(Göksu şiirinden)

Birbirinin içine geçmiş, birçok hayat fotoğrafı

Nâzım da İstanbul’la ilgili şiirlerinde Mehmet Âkif gibi daima yaşanan, var olan somutluktan hareket eder.

Türk şiirinde toplumcu gerçekçi sanat anlayışının ilk örneklerini veren Nâzım Hikmet, İstanbul’a da bu sanat felsefesinin penceresinden bakar. Türk şiir tekniğinin ve temasal akışının zenginleşmesinde önemli bir şahsiyet olan Nâzım, İstanbul anlatımlarında da bu edebiyat anlayışının ilk örneklerini verir. Tevfik Fikret’le Mehmet Âkif’in toplum odaklı İstanbul anlatımı Nâzım’la birlikte, sınıfsal bir boyut kazanarak yeni bir gerçeklik aşamasına kavuşur. Nâzım Hikmet’in İstanbul’u birbirinin içine geçmiş, birbirine karşı durmuş, eğri-doğru, yenik-muzaffer, elemli ve mutlu,  özgeci ve bencil birçok hayat çizgisinden, birçok hayat fotoğrafından oluşur. Nâzım da İstanbul’la ilgili şiirlerinde Mehmet Âkif gibi daima yaşanan, var olan somutluktan hareket eder. İdeolojik perspektiften akışını sürdüren somutun anlatımı, gerçekliğin yeni sanatı olarak ortaya çıkar:

“Biz ki İstanbul şehriyiz
Seferberliği görmüşüz:
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
Vagon ticareti, tifüs, ve İspanyol nezlesi”

“Millî Mücadele Destanı”nın “İstanbul’un Durumu” bölümünde Nâzım, 1919-20 yıllarının İstanbul’unu anlatır. Şehrin ağzından yapılan betimlemede işgalciler, işbirlikçiler, halkın yoksulluğu, savaş gerçeğinin yalınlığı ve küller altından ışıyan kurtuluş umutları ana çizgiler olarak verilir. İstanbul ağzından konuşansa gerçekte bütün bir halktır. Yaratılan anlatım tekniği İstanbul’la halkı bir bütünlük içinde yansıtır. Bütünlüğün dışında kalanlar geleceklerini işgalcilerle anlaşmakta görenler, manda taraftarları, savaş ortamını kendi zenginliği için kullanan tacirlerdir. Nâzım, yaşanan sınıfsal ve sınıfsal özlü ulusal çelişkiyi sergilerken birçok şaire tuzak olan Anadolu-İstanbul aykırılığına da gerçekçi ve mantıki bir cepheden yaklaşmış olur. İstanbul’la Anadolu arasındaki ayrım bölgesel bir farklılığın ötesinde, İstanbul’un ayrıcalıklı, etkili elit kesimiyle Anadolu’nun yoksul, yorgun fakat kurtuluş çabalarına omuz veren büyük halk kitlesi arasındadır. Ayrıcalıklı kesimse Nâzım’ın halkla bütünleştirmiş olduğu İstanbul kimliğinin dışında bırakılmıştır:

“Biz ki İstanbul şehriyiz,
Fransız, İngiliz, İtalya, Amerika
          ve bir de Yunan,
bir de zavallı Afrika zencileri
          yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz:
                 Vahdettin Sultan,
                 ve damadı Ferit
                 ve İngiliz muhipleri
                 ve Mandacılar.”

Nâzım’ın İstanbul’una ait bir başka fotoğraf bir hapishane mukayyidi tarafından çekilmiştir. “Şaban Oğlu Selim ile Kitabı” şiirinde Nâzım İstanbul’un bir başka cephesini hapishane mukayyidi aracılığıyla anlatır. Bu şiirde dikkat çekici olan İstanbul’un “bir hâyı huy” şehri olarak değerlendirilmiş olmasıdır. Mukayyit şöyle konuşur kendi kendine:

      “-Ruhum,
‘havada yaprağa döndürdü rüzigâr beni…’
Muallim Naci merhum…
Bu hâyı huy
             bu hâyı huy neden?
Ve insanlar neden dolayı
         şu tabakta yatan uskumru gibi mahzun?”

İşçilerin, fırsatçı tacirlerin, pansiyoncu kadınların yaşadığı gerçek bir şehir portresi

Mukayyit, Balıkpazarı’nda bir meyhanede düşünmektedir bunları. Aklına asılmış adamlar gelmektedir. Çuvala konup Sarayburnu’ndan denize atılan tıbbiye öğrencileri… Mukayyidin hapishanenin günlük kayıt defterinden aktardıklarında Şaban oğlu Selim diye birinden söz edilir:

“Bir misafir daha var,
         onu da kaydedelim:
1328,
1328 doğumlu
Şaban oğlu…
Mirim,
ben yazarken
sen pencereden bir nazar et:
böyle akşam ışığında
durur
durur taştan değil
renkli camdan yapılmış gibi Sultanahmet…
… 1328
1328 doğumlu
Şaban oğlu
Şaban oğlu Selim…
Ayaklarının üstüne basamıyor
                    ve sol gözü kan içinde…
Esbabını bilirim…
Mirim,
         bu hâyı huy,
bu hâyı huy neden bu beldede?”

İstanbul’un “hâyı huy beldesi” olarak tanımlanması metrapollüğüne yönelik ilk sezgisel yaklaşımdır. Bir dönem Beykoz’daki cam fabrikasında işçilik de yapmış olan Selim, sınıf bilinci edinmiş bir devrimcidir. Düşüncelerini çevresindekilere yaymakta, olayları sınıfsal temelde açıklamaktadır. Selim’in işkence görmesinin ve hapishaneye tıkılmasının gerçek nedeni devrimci düşüncelerini yayma mücadelesidir. Şiirin “Raşel’in Rüyası” bölümü İstanbul’un sınıfsal çelişkilerinin aktarıldığı ve aynı zamanda bu çelişkilerin artık bilince çıkmaya başladığını gösteren bir bölümdür: 

“_ Hasan Ustayı çıkarmışlar işinden.
Çocukları var:
şu kadar şu kadar…
Laz fırıncı dükkânını kapatmış,
Ve Doktor Moiz
dün vurdu kendini…
         Seni dinledim dinleyeli, Selim,
korkulu rüyalar görüyorum:
Şişman adamlar, kolları alabildiğine uzun,
tırnaklarında kan
omuzlarında altın çuvalları
              rap rap yürüyorlar…
Ne çok insan öldürüyorlar, Selim,
                    ne çok insan öldürüyorlar…”

 “Millî Mücadele Destanı”nda olsun, “Selim’in Kitabı”nda olsun Nâzım’ın İstanbul anlatımı toplumcu gerçekçi bir bakışın ürünüdür. Nâzım; toptancı, yüzeysel yaklaşımların uzağında, şehri kendi somutluğu içinde ele alır. Ustaların, işçilerin, devrimcilerin, karşı devrimcilerin, aydınların, esnafın, fırsatçı tacirlerin, pansiyoncu kadınların vb. yaşadığı gerçek bir şehir portresi çizer.

İstanbul özleminin arka planındaki şairin ülkeye, geçmişe duyduğu kavuşma isteği

Nâzım’ın konusu doğrudan İstanbul olan şiiri “Bir Şehir Rehberi”dir ki bu şiirde şair aristokrasinin eğlence tarzını ve ahlak çöküntüsünü yergici bir dille sergiler.

 

“ Bu şehrin
               basılır hep aynı şekilde
                   coğrafya kitaplarında resmi.
Dört çeşit yazılır fakat
                    bu resmin altına ismi:
KOSTANTANİYYE,  KOSTANTİNOPL
DERSAADET,  İSTANBUL…
Çalsın Maksimbar’ın cazbant kolu,
çal bre köpoğlu,
anlatayım Kostantinopol’u:
Yüzük, bilezik, gerdanlık, küpe
Muslin, krepdöşin, tül
                                       İpek…
-Şu herif de karıma sersemce kur yapıyor pek!
Pudra, lavanta, lavanta, pudra, kozmatik,
                                                                        frak…
-Kocam bakıyor beni bırak…
Haniya
             şampanya?
-Kuzum kızım bir daha iç!..”

Nâzım’ın birçok şiirinde ise İstanbul sevenlerinden ve anılarından kopmuş bir insanın hasretini çektiği bir yurt-şehir kimliğiyle yansır. “Karlı Gece Ormanında, Vapur, Sofya’dan, Tuna Üstüne Söylenmiştir, Bor Oteli” şiirlerinde İstanbul hasretlik temasıyla sarmalanır. Bu şiirlerde dile dökülen İstanbul özleminin arka planında şairin bütün bir ülkeye, yaşanan bütün bir geçmişe duyduğu özlem ve kavuşma isteği vardır: 

      “Sofya şehri büyük mü?
şehirler gülüm, caddeleriyle değil,
Anıtını diktiği şairleriyle büyük oluyor,
                           Sofya büyük şehir…
Burda akşam olunca dökülüyor sokağa millet,
çoluğu çocuğu, genci ihtiyarı
           Bir gülüşme, bir uğultu, bir gürültü, bir kıyamet,
                     bir aşağı, bir yukarı,
                    yanyana, kolkola, elele…
İstanbul’da da Şehzadebaşı’nda ramazan geceleri
-Sen o devre yetişmedin Münevver-
                                 piyasa edilirdi tıpkı böyle.
Yok… geçti o geceler…
Şimdi İstanbul’da olsam
                aklıma mı gelirdi onları anmak!
Ama İstanbul’dan uzak
                   her şeyini arıyorum.
Üsküdar cezaevinin görüşme yerini bile…
Sofya’ya bir bahar günü girdim, şekerim.
Ihlamur kokuyordu doğduğun şehir.
Bilmediğin gibi ağırladı beni hemşehrilerin.
Doğduğun şehir kardeş evim bugün.
Ama kendi evin kardeş evinde bile unutulmuyor.

 Şu gurbetlik zor zanaat zor…”