“Cafer senin Deniz Gezmiş’i astılar, pişman değilim demiş.”

İlkokul 5. sınıfta öğretmenimiz, okuduğumuz gazete haberlerinden beğendiklerimizi kesip bir zarfa koyup getirmemizi istemişti. Bir ödevdi bu. Öğretmenimizin götürdüğüm zarfı açtıktan sonra, hafif bir gülümseme ile “Çok mu seviyorsun Deniz Gezmiş’i?” dediğini dün gibi anımsıyorum.

CAFER YILDIRIM

 (Bu yazı geçtiğimiz hafta Klaros Yayınları’nca yayımlanan Seçkin Zengin’in hazırladığı “Neden Sosyalist Oldum” adlı, benim dışımda 30 şair ve yazarın cevaplarının bulunduğu kitapta yer almaktadır).

 ARMAĞAN, MİNNET VE TEŞEKKÜR

Benim solculuğum, eş anlamlı olmak üzere sosyalistliğim, içinde yaşadığım koşullardan doğru ekonomik çelişkilerin farkına varılarak ulaşılmış sınıf bilinciyle ilgili değildir.

46 haneli bir köyde dünyaya geldim. Köyümüz şehre 45 kilometre uzaklıkta olmasına rağmen kadınlar ve çocuklar ne ilçeyi ne de şehri bilirlerdi.

Atmosferim 46 hanenin iç içe geçmiş hayatından ibaretti. Fakat arada bir de olsa evimize gazete giriyordu. Radyomuz vardı. Babam çiftçilik yanında kamyonculuk da yapıyordu.

Gazete ve radyo, köyün sınırlarının ötesindeki o büyük dünyanın varlığından haberler iletiyordu. Başka şehirlere gidip gelen babamın anlatımları, dışarıdaki bu dünyanın varlığını sahici bir gerçekliğe dönüştürüyordu.

1971-72 yıllarının gazeteleri devrimcilerle ilgili haberlerle doluydu. Bu gazetelerin sayfalarını devrimcilerin fotoğrafları süslüyordu. Radyolarda günde üç kez, aranan anarşistlerin adları duyuruluyordu.

Deniz Gezmiş’in fotoğrafını ilk kez babamın ilçe ya da şehre her inişinde ceketinin cebinde getirdiği Tercüman gazetesinde gördüm. Yılmaz Güney’in adını ilk kez haberlerde okunan aranan anarşistler listesinden öğrendim.

Bu yıllar benim ilkokul 4 ve 5. sınıfta olduğum yıllardı.

PITIR PITIR AÇAN ÇİÇEKLER GİBİYDİLER

“Apartmanların arasındaki otlu arsalardan, binalar arasındaki küçücük bahçelerden şehre yeni bir nefes üfüren; bankları yavaş yavaş ısınan parklarda, kırların sinesinde, tenha yol kenarlarında, ıssız uçurum kıyılarında birden biten, pıtır pıtır açan çiçekler gibiydiler. Çiçekler ki nasıl bin bir renkleri, yaprakları ve rayihalarıyla yeni bir mevsimin habercisiyse onlar da yepyeni bir dünyanın, yepyeni bir hayatın habercisiydiler.

Birden ortaya çıkmaları, görünür olmaları şaşırtsa da herkesi, o herkes, kısa sürede çok sevdi onları ve kalbinin itibarlı konuklar köşesine oturtmakta hiç gecikmedi. Artık onların estirdiği rüzgâr Anadolu’nun en ücra köylerindeki sığırtmaçlara, en uzak suvatlarındaki çobanlara kadar ulaşmaktaydı.

Ruhlarını devrim ateşiyle tutuşturmuşlardı. Tutkularını, yaktıkları ateşi genişletip sürekli kılmak için her koşulda bir körük olarak kullandılar. Sevdalarıyla tutkuları birbirini besleyen ve kesintisiz işleyen bir maneviyat mucizesiydi.

Şubat ayazında motosikletle yolculuk yaptılar. Sarp dağların geçitlerinden geçtiler. Köy evlerinde, mezralarda, kömlerde yattılar. Yabancı şehirlere, uzak kasabalara kendi mahallelerine gider gibi gittiler. Coşkuları baharın bütün bir tabiata serptiği coşkuya benziyordu. Ve onlar baharın tabiattan aldıklarına benzer biçimde binlerce yıllık insanlık mücadelesinden edindikleri enerjiyi Türkiye topraklarına serpiyorlardı. Kalpleri yeni açmış çiçekler kadar duru ve temizdi. Bütün duyguları duyarlıkla bedellenmişti. Kendilerini tarihle yükümlü saymışlardı ve soluk soluğaydılar.”

2013’te Aydınlık Kitap’ta yazdığım “Adalılar” başlıklı yazımdan aktardım bu bölümü. O günlerin havası tam da böyleydi.

İlkokul 5. sınıfta öğretmenimiz, okuduğumuz gazete haberlerinden beğendiklerimizi kesip bir zarfa koyup getirmemizi istemişti. Bir ödevdi bu. Öğretmenimizin götürdüğüm zarfı açtıktan sonra, hafif bir gülümseme ile “Çok mu seviyorsun Deniz Gezmiş’i?” dediğini dün gibi anımsıyorum. Oysa Tercüman’ın haberlerinde Deniz Gezmiş, devlete başkaldırmış bir anarşist olarak gösteriliyordu. Buna rağmen Deniz, benim çocuk dünyamda bambaşka bir anlam kazanmıştı. Öğretmenime ne cevap verdiğimi anımsamıyorum. Onun zaten gerçek bir soru olmayan bu sorusunu büyük olasılıkla susarak geçiştirdiğimi düşünüyorum.

Bu olaydan birkaç ay sonra Deniz Gezmiş asıldı. Öyle ki ondan ne kadar söz ettiysem, okuldan eve öğle yemeği için geldiğim bir gün annem dedi ki: “Cafer senin Deniz Gezmiş’i astılar. Pişman değilim demiş.”

51 BUÇUK SOLCU

Aynı yıl yatılı okula gittim. Çocuk düşlerimiz ve aile özlemleriyle geçmekteydi günler. Hamasete eğilimliydim. Büyük hayatlar, büyük olaylar beni cezbediyordu. Tarihi seviyordum ve Türk tarihi de benim için büyülü bir evrendi. Türkçe hocam bana değer vermekle kalmıyor, aynı zamanda “Bir Millet Uyanıyor”, “Hücre K.” gibi kitaplar da veriyordu. Türkçe hocamı ben de çok seviyordum. Verdiği sol karşıtı kitapları bir çırpıda okuyordum. Fakat İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerdeki olayların yankıları artık bize kadar ulaşıyordu. Sürekli çatışma haberleri işitiyorduk. Ayrıca diğer yatılı okullardan okulumuza sürgün öğrenciler geliyordu. Bizden de başka okullara gidenler vardı. Şu ağabey solcuymuş, şu sağcıymış sözleri artık günlük sohbetlerimizin bir parçasıydı. Öğretmenler üzerinden de sınıflamalar yapılıyordu öğrenciler arasında.

Nihayetinde 1975-76 öğretim yılında, benim lise birinci sınıfta olduğum yıl, bizim sınıf da ülkücü, akıncı ve devrimci olarak ayrışmaya başladı.

Bu ayrışma sürecinde hiç zorlanmadım. Çünkü Deniz Gezmiş devrimciydi. Onun tarafında ve solcu olan arkadaşlarımın yanında yer aldım. 34 dört kişilik sınıfta 8 kişi olmuştuk. Birkaç arkadaşımız akıncı, kalanlar ise ülkücüydü.

Okulumuz Çifteler Köy Enstitüsü’nün devamı, ilkokuldan sonra 7 yıl öğretim görülüp mezun olunan bir öğretmen okuluydu. CHP-MSP koalisyon iktidarının Milli Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ döneminde öğretmen lisesi haline getirildi.

Okulun yüzlerce dönüm tarlası, meyve bahçeleri, bir sürüsü, inekleri ve harası vardı. Bunlar yanında eğitime dönük donanımı da çok iyiydi. Ne basket ne de futbol sahası eksikti. Her yemeğe gittiğimizde büyük bir çiçek serasının önünden geçerdik. Kütüphanemiz oldukça zengindi. Revir her saat hizmete hazırdı. Her Çarşamba öğleden sonra sosyal ve kültürel etkinlikler düzenlenirdi. Yemekhane her cuma sinema olarak kullanılırdı. Okulumuza İsmail Dümbüllü’nün bile gelmesi bizi hiç şaşırtmamıştı. Yılmaz Güney’in Arkadaş filmini de okul sinemasında izlemiştik.

Anımsadığım kadarıyla benim bulunduğum dönemde 600 küsurdu yatılı öğrencilerin mevcudu. Toplam mevcut gündüzlülerle birlikte 1000’i buluyordu. 1975-76 öğretim yılında başlayan keskin ayrışma sonrasında solcu öğrencilerin yatılı mevcut içindeki sayısı tamı tamına 52’ydi. Bu sayıyı bu denli net anımsamamın nedeni karşı tarafın bizi “elli bir buçuk” olarak anmasındandır. Bir arkadaşımız cüce olduğu için böyle bir ifade oluşturulmuştu.

NÂZIM HİKMET HAİN Mİ DEĞİL Mİ?

Ayrışmadan sonraki iki yılımız oldukça zor geçti. Fiziki saldırılar, sözlü tacizler günlük yaşantımızın bir parçası olmuştu. Biz de birbirimize daha sıkı sarıldık. Birbirimizi gözlemek, gözden ırak tutmamak, aynı yerlerde birlikte olmak artık bizim de yeni yaşam biçimimiz haline geldi.

Bütün etkinliklerde, resmi törenlerde, derslerde ırkçılıkla özdeşleşen bir milliyetçilik propagandası yapılıyordu. Hemen her gün Nâzım Hikmet’in hainliği tekrar ediliyordu. Bazı öğretmenler “Nâzım Hikmet hain mi değil mi?” diye soruyor, net cevaplarlar istiyorlardı bizden. Tabii ki cevap vermiyorduk. Susuyorduk. Çünkü vereceğimiz cevapların okuldan atılmamız ya da sürgün edilmemiz için bir gerekçe olarak kullanılacağını yaşayarak öğrenmiştik. Tarih, sanat tarihi, edebiyat gibi derslerin baş konusu Sovyetlerin pençesinde inleyen Türklerdi. Solcularsa kansız Rus uşaklarıydı…

Ancak 5 Ocak 1978’de Ecevit Hükûmeti’nin kurulmasıyla bu ortamdan kurtulduk. Bizimle aynı zorlu atmosferde bulunan solcu öğretmenlerimiz artık okulun yeni idarecileri olmuştu. Durum birden tersine dönmüştü. Yine çatışmalı bir ortam içindeydik fakat lise son sınıfa geldiğimde artık inisiyatif  bizim elimizdeydi ve sayımız da okulun üçte ikisini kapsayacak bir seviyeye ulaşmıştı.

 

Solcular, devrimciler, sosyalistler ya da komünistler diye anılan aileye ben 14 yaşımda katıldım. Aidiyet duygum her ne sebeple olursa olsun hayatımın hiçbir döneminde örselenmedi; zedelenmedi ve gölgelenmedi. Ait olduğum ailenin hayata bakışı, Türkiye ve dünyadaki olaylar karşısındaki duruşu maneviyat dünyamdaki yankısını ve yansımasını hiçbir dönem yitirmedi. Canları ve kanları pahasına bana gerçeğin yolunu armağan eden öncülere daima minnet duygusu içinde oldum.

Parçası olduğum Türk solunun gelişip büyümesine, bu toprakların insanı için sahici bir seçenek ve sürek bir umut haline gelmesine katkıda bulunan bütün devrimcilere teşekkür ederim.

Her birine ayrı ayrı selam olsun!