Filmin türü belli mi? Belli. Bu türün matematiğini yani formülünü anlattık mı? Anlattık! Peki, filmde anlatılanlar ve sunulan görseller bu formüle uyuyor mu? Uyuyor! Yanisi şu ki film, kendisini anlatabilmiş mi? Hem de harfiyen. Geriye ne kalıyor? Senin anlatım veya tür ayrımı bilmediğin, en azından gözetmeyi unutarak izlediğin kalıyor. Kabahat sende kardeşim!
SAMİ GÜNAL
Şu günlerde sinemalarda gösterimde bir Ezel Akay filmi var: Osman Sekiz.
Başrollerini Tim (Timur) Seyfi, Begüm Birgören ve Kemal Uçar paylaşmakta. Senaryoda yine Kemal Uçar’ın imzası var.
Geçen gün, Ezel Akay’la ortak dostumuz olan bir romancı aradı. Filmden söz etti. Eleştirileri Ezel’in sinematografisine pek denk düşüremediğini, daha izlenmeden sosyal medyada sanki yeminli bir cephe salvoları açıldığı kuşkusu içerisinde olduğunu dile getirdikten sonra kendisinin köy yerinde olması dolayısıyla benim izlememi rica etti. Bir de yaz ki güven atfım yerinde mi değil mi onu göreyim, deyince duraksadım? Yaz, deyince yazamamak gibi bir kilitlenme hastalığım (!) var benim. O nedenle gazete editörleri bana konu siparişi vermekten kaçınıp huyumu bildiklerinden dolambaçlı konu hatırlatmalarına girişirlerdi. Ol sebepten alelacele kusurumuz olursa affola!
Daha bitmedi! Bu kadar olumsuz eleştiri varken ben neden beğenecektim ki? Beğenilmeyen bir filme olmaz güzellemeler yapıp da olmayan yazarlık kariyerimi daha da mı sıfırlayayım? Romancımızı bir şekilde atlatmayı kafama koydum. Düz atlatmak ayıp olacaktı. Hiç mi sevmediğim yemek yemedim? Hatır için çiğ et yiyip bu pişmemiş ki, şeklinde kasap dövmeyle yazmayı savuştururum hinliğine yattım.
Hele hele ciddi bir fikir gazetesinin kültür-sanat sayfasındaki sevdiğim bir yazar dostumuzun galaya gidip izledikten sonra, “Ezel Akay keşke Osman Sekiz’i iptal etseymiş” cümlesiyle başlayan aman of ne kötülemeler, hem de öfkeyle karışık “zamanıma yazık oldu”lu yazısını da okuyunca… Tamam artık ne izlerim ne de yazarım, demiştim!
Aklıma, daha önceden yazdığım “Parazit” adlı Güney Kore filmi düştü. Hani şu ödüllü film. Onu öven 22 makale okumuştum, izleyip tersini görmüştüm. Yaşadığım o gerçeklik, gidip Osman Sekiz’i izleme sebebimi körükledi. Linkini şuracığa koyayım ki meraklı okuyucular ne demek istediğimi daha derin incelesinler. https://eskimiyen.com/yakarsa-dunyayi-zenginler-yaksin…/
Evet, Osman Sekiz’i izledim.
İzlemez olaydım! Kafamın tası attı! Şundan attı:
Bir filmin matematiği
Bu yazı klasik bir film eleştirisinden ziyade eleştirmenlerin eleştirisi gibi olacak. Asıl muradım bu. Memleket “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi” olanların yurduna dönüştü.
Bizde eleştiri sanatı oturmamış. Diğer bir deyişle zayıf. Dolayısıyla oturmayan ve zayıf olan bir zeminde eleştiri kültürü oluşamaz. Kafasına gelen dağınık bir şeyler yazar ya da söyler. Eleştiri bir matematik dâhilinde yapılmalıdır. Matematik değişmez gerçeklik demektir. Filmin matematiğini çözmeden eleştiriler yerine oturmaz.
Bu filmin matematiği ne? Ya da denklem ne üzerine kurulu? Yani senaryo!
Fantastik, romantik, eğlenceli!
Burada benim çatışacağım durum nedir?
Kediye kedi denilmeyişi ya da kedinin kedi olduğunun unutuluşudur. Zebraya zürafa demeye başladığınızda yemini, suyunu yanlış verip neden zayıfladığına hayıflanırsınız.
Sinema aynı zamanda edebi bir dildir. Bir anlatımdır. Anlatım sanatı içerisinde bir de fantastik (düşsel) anlatım yolu vardır. Peki, bu filmin temel diline ne demiştik? Fantastik! Şimdi bir kılavuz çizeceğiz.
Nedir fantastik anlatımın özellikleri?
Fantastik dilde “konu” anlatımı olağanüstülüklere ve hayali süslemelere dayalıdır. E hâliyle konular bir “mekân”da geçer değil mi? Mekân illa örgülü yapı demek değildir. Bu, uçuş konusuysa mekân gökyüzüdür. Günlük yaşamda barındığımız ya da gezindiğimiz yapıların dışında düşsel öğelerle bezeli olurlar. Yani yine olağanüstülük var. E bu mekânlarda bu konuları gerçekleyenler, yaşayanlar da gerçek anatomilerden yani bizlerden uzak olağanüstü niteliklere sahip “kişilik”lerdir. Olaylar, bir de “zaman” içinde yaşanır elbet. Fakat fantastik zaman ayarı değişiktir. Gâh belirli gâh belirsiz bir zaman dilimi olabilmektedir. Yani yine olağanüstülük var. Fantastik anlatımlarda hayal, abartma, varsayım gibi olağanüstülükler olabildiği gibi daha da ötesi cansız eşyaları “kişileştirme” gibi unsurlar olur. Diyelim ki kapı duvar ya da abajur konuşur.
Fantastik edebi ürünlerde kahramanlar neler neler olmaz ki?
Vampir olur, melek olur, şeytan olur, canavar olur. Hikâyenin kahramanı, bunlarla konuştuğu, etkileştiği gibi daha başka türden düşsel varlıklarla da etkileşmeler söz konusu olabilir.
Konumuz çerçevesinde kalacak olursak sinema filmlerinden örneklemeler yapalım: E.T, Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi… Bir de bizden Gora.
Diyelim ki zıtların birliği, iddiasıyla bir savaş filmi çekilse sevişme sahneleri de çekilirdi savaş sahnelerinin yanında ama sadece bir cephe filmiyse sırf savaş olacaktır. Siz ne için geldiğinizin farkına varmamışsınız. Konu belli: Agorafobi ve fantastik canavarlar.
Şimdi gelelim eleştirmenlik yapmaya kalkışanlara
Filmin türü belli mi? Belli. Bu türün matematiğini yani formülünü anlattık mı? Anlattık! Peki, filmde anlatılanlar ve sunulan görseller bu formüle uyuyor mu? Uyuyor! Yanisi şu ki film, kendisini anlatabilmiş mi? Hem de harfiyen. Geriye ne kalıyor? Senin anlatım veya tür ayrımı bilmediğin, en azından gözetmeyi unutarak izlediğin kalıyor. Kabahat sende kardeşim!
Bilen bir izleyici olarak yaklaşım şu olacak:
Kendi gerçeğimden gideyim. Bendeniz fantastik filmlerden ve nedense yine bilimkurgu filmlerinden hoşlanmaz, hatta hiç gitmez. Amaan ilgimi çekmeyen bir film, der izlemem.
Ha böyle, hatır ya da görev gereği izlediğimde formülü çıkartır, bilinmeyenleri tek tek yerine koyup denklemi çözdüğümde sonuca itiraz etmem.
Ezcümle film fantastik anlatım ve görselliğin dışına çıkmayan mükemmel bir yapım olmuş.
Mükemmel dedim. Bir filmde gözetilen unsurlar nelerdir? Senaryo, kurgu, yönetim, oyunculuk, görsellik, kostüm, müzik.
Senaryonun mükemmelliği şuradandır ki anlatım, agarofobik bir kişiliğin üzerine kurulu ya işte bu bağlam temelinde bir değişikliğe yol açacak olan emlak satış atraksiyonlarıyla sürdürülür şekilde kurgulanması yerindelik açısından tam isabettir.
Filmin senaryosu, agorafobi (Açık alan korkusu) hastası bir adamın dededen kalma köhnemiş bir köşkte beş fantastik canavar ile beraber yaşarken başına gelen fobik komiklikler üzerine kuruludur.
Ezop, filimdeki anlatılarında bu tür agorafobik adamların yatkın olduğu işlerden birisinin de yazarlık olduğunu söylüyordu. Ne tesadüf ki benim de adını “ıssız sokakların yazarı” diye koyduğum sosyal fobik bir yazar arkadaşım var. Yaşamını şimdi bir dağ eteğinde ormanlık alan içinde sürdürmektedir.
Filmin kahramanı Osman, insanlarla bir araya gelmekten kaçındığı için kapalı devre sürdürdüğü hayatını kullanım kılavuzları yazarak kazanan biridir. Hak edişlerini internetten (EFT) alır, internetten harcar. Siparişlerini dahi köşkün kapısına açtığı küçük pencereden yüzünü göstermeden teslim alır.
Haylaz mı haylaz canavarlardan illallah eden Osman onlardan kurtulup daha huzurlu bir yaşam için köşkü satıp taşınmaya karar verir. İlanı verir vermesine de… Peki, insan kaçkını Osman, insan emlakçılarla nasıl bir araya gelecektir? İşte serüven bundan sonra başlamaktadır.
Sahibinden
Bilirsiniz, “sahibinden” diye de ilan verseniz alıcılardan önce emlakçılar çalar kapınızı. Efendim, sizi hırlısıyla hırsızıyla muhatap kılmadan tereyağından kıl çeker gibi hem de daha çok ederine satmaya talibiz, diye bunaltmaya başlamazlar mı? Agorafobik Osman matematiksel hesapla sonsuz kat bunalır. Sebebi artık biliyorsunuz.
İşte Osman’ın bu özelliğini kavrayan alımlı mı alımlı, çalımlı mı çalımlı ama hanımefendiliğinin sınırından taşmayan o narin edasıyla çıkagelen emlakçı Nazlı, kadınsı bir sağaltıcılıkla (İyileştirme etkisi) Osman’ın hanesine girmeyi başarır. Aslında niyet Osman’ı ketenpereye getirmekken önce şefkate sonra da… Sonrası filmde…
Yönetmen, anlatım alanında markalaştığı daha önceki çalışmalarından tescillenen Ezel Akay (Ezop) bu filme has özel karakter içinde oynadığı rolle de kendini ayrıca hissettirmiş. Anlatıcılığın dışında az da olsa araya girmekten hoşlanıyor filmlerinde.
Kostüm ve renk uyumuna denk düşen ışıklandırmalar ve benim kişisel yetenek açısından hayal dahi edemeyeceğim konsantrasyonlar içerisinde büyülendim, desem yeridir. (Üzerinize afiyet kostüm ve renk alanında kombinasyon fakirliğim var. Ama harici olarak baktığımda yerindeliği kavrayabilmekteyim.)
Canavarlara gelince. Gerçek değil ki var olan bir şekil üzerine görsel değerlendirmeler yapasınız! Sonuçta “ayy bu ne çocuksuluklar” diyemezsiniz. Kimine iğrenç, kimine sevimli gelebilir. Hatta sizler Ezel Akay’dan da iyisini yapabilirsiniz. Benimse fantastik tiplemelere hepten gıcığım var, ona rağmen rahatsız olmadım.
Kadı kızı kontenjanından eksikler de bulayım. Adamın aslında hangi kimlikte olduğu daha belirgin hissettirilmeliydi. Ama sanırım sürprizli son tercihi etken olmuş. Zamane terimiyle “ters köşe final”.
Canavarlar çok çok sevimli. Kızın korku duyumları ve dostluğa evirilen alışma süreci daha dramatik olabilirdi.
Aşk buharı daha koyu bir tonlama içerisinde tüttürülseydi derim.
Müzikler hoş! Sonunda filme özel bir beste bulacaksınız. Yalnız jenerikteki bu müzik Ezop’un anlatımın boğmuş pek de anlaşılmaz hâle getirmiştir.
Tim’in ve Birgül’ün oyunculuğuna gelince; zaten filmin genel aurası içerisinde duruşları birbirlerini tamamlamışken, uyumları harika. O nedenle bu ikilinin bir başka filimde tekrar bir araya getirilmesini arzuluyorum.
Yazıyı daha da uzatmamak için yanlış dil uzatılan iki başlığa değinmekle yetineceğim. Efendim, bilmem kaçıncı dakikada gülebilmişlermiş. Gülmek demek illaki bağırarak ses çıkartmak demek değildir. Efendim, tek mekânda geçiyormuş. Evet, sıkmadan başarıyla iki saate yakın zamanı tek mekânda geçirtebilme başarısı gösterilmiştir. Film zaten dışarı çıkamayan bir adamın hikâyesidir. Onu çarşıda nasıl gezdireceksiniz?
Olur olmaz yazmak herkesin hakkıysa ben de bu hakkı bilim ve isabet diliyle kullandım. Dimağınızdaki bu kılavuzla illaki bu filmi izleyin, derim. Evinize içinizdeki gülümsemeyle döneceksiniz.
paylaşmanız için