Antikçağdan günümüze kaybolan şiirler

Tarih boyunca değişmeyen tek şey, düşünceden ve sanattan korkanların uyguladıkları insanlık dışı uygulamalardan asla vazgeçmemeleridir. Antik çağda Sappho’nun şiirlerini yok eden zihniyetin Nâzım Hikmet’in şiirlerini yasaklayan ve yakan zihniyetten ne farkı var? Aynı durum Enver Gökçe için de söz konusudur.

ALİ EKBER ATAŞ

Şiirde lirizmi doruğa çıkaran adalı şair Sappho, kendi özünü anlatabilen, bir başka deyişle varoluşun özüne inebilen bir döneme izlerini kazımış Akdenizli bir şair. İnsanlığın belki de ilk kadın şairlerinden biri olması yanında, filozoflar çağında yaşamış ve o çağa tarihlenen bir ömür sürmüş olması ayrı bir önem taşımaktadır. 

Çağının kadınları gibi hayatı eviyle sınırlıdır. Daha yakından bakıldığında ise, erkeklere ait olan dışarıdaki hayatın flütçü kızıdır. Çünkü o, köleliğin egemen olduğu zamanların başkaldıran kadın kimliğinin savaşımını veren kararlı biridir.

Antik Yunan yönetimi, Atina ve Isparta şehir devletlerinden oluşmaktadır. İkili bir yaşam egemendir. Bir tarafta olabildiğince otoriteye dayalı, toplu yaşamın egemen olduğu Isparta şehir devleti, öte yanda bireyin, birey yaşamının öne çıktığı, Isparta’ya göre daha özgürlükçü bir yaşamın sürdüğü Atina. Bütün bunlar Sappho’nun şiirini etkileyen nedenlerden bazıları. Henüz, o dönemde kadın, toplumda söz sahibi bile değilken, onun bu muhalif doğası, mevcut düzeni ve siyasileri eleştirmesi, başlı başına bir olay olmuştur ki, çok geçmeden bu başkaldırının bedelini Sicilya’da geçen sürgün günleriyle ödeyecektir.   

Yaşadığı çalkantılı dönem, salt muhalif doğasıyla da sınırlı değil. Yazdığı şiirler ve farklı yaşam tarzıyla da tutuculuğun sözcüsü egemenlerin ve onların peşinde sürüleşen kesimin şimşeklerini üzerine çekmiş, dönemin din adamları ve yönetici sınıfı tarafından sakıncalı bulunan eserleri yakılmıştır. Ne ki, baskıların bu denli ağır olması bile, sürgün dönüşü, tarihteki ilk kadın şiir okulunu kurmasına engel olamamıştır. Burada dersler, salt şiirle sınırlandırılmamış, müzik ve dans dersleri de verilmiştir. Bu da gösteriyor ki, Sappho,  ne düşüncelerinden vazgeçmiş, ne de doğru bildiği yoldan sapmış. Adeta yaşadığı çağa meydan okumuştur.

Sappho’ya yapılanlardan 2600 yıl sonra

Dokuz kitabının bulunduğu söylenen Sappho’dan günümüze, 630 dize kaldığı biliniyor. İnsanlık tarihi boyunca “yasak” hep varolagelmiştir. Düşüncenin yasaklanmasıyla başlayan bu süreç, aynı zaman da suçun da tarihini başlatmıştır. Düşünce yasaksa, suç işleyen birileri mutlaka çıkacaktır. Ama buradaki ince ayrım, suçludan çok, suçlayanların kim olduklarına bakılması gerektiğidir. İşte o zaman asıl, düşüncenin suç olmaktan çıkıp asıl suçluların, düşünceyi yasaklayanlar olduğunu ve onların suç işlediklerini ve suçlu olduklarını söyleyebiliriz.

 

Dayatmacı ve baskıcı yönetimler, kitapları yasaklamak, düşünenleri suçlu göstermek için kullanmışlardır güçlerini hep. Düşünce tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Kitapları yasaklanan, toplatıp yakılan, kendi tarihimizden onlarca yazar, şair adı saymak olanaklı. Özellikle de Sappho’dan tam 2600 yıl sonra yaşamış iki büyük şairimizin Nâzım Hikmet ve Enver Gökçe’nin de aynı yazgının kurbanları olmalarını nasıl yorumlamalı peki? Görünen o ki, insanlık tarihi boyunca baskılar hiç eksilmeden, artarak devam etmiş ve günümüze kadar çeşitlenerek gelebilmiş. Aynı tarihsel yanlışların ve şiddetin sürdürüldüğü, egemen anlayışların, her koşul ve fırsatta, şiire ve şaire karşı çok acımasız olduğu düşündürücü, acı bir gerçektir, ne yazık!

Burada sorun, hep aynı:

Baskıların tarihsel bir süreç izlemesinin yanında, mevcut düzenin korunması adına, baskı altına alınanların başında şairlerin gelmesi ve bunun, neredeyse bir yazgıya dönüştürülmüş olmasıdır.

Kimler tarafından ve ne için?

Sorunun yanıtını hepimiz biliyoruz. Ne ki, bir kez daha sesli düşünmenin tam sırasıdır diyerek, bellek yenilemesine gitmek gerektiğini anımsatmak  içindir bu ve benzeri sorularımız. Bu gerçek, beraberinde dayatmacı yaptırımları da getirmiştir. Öyle ki, şairlere yapılacak en büyük kötülük, onları şiirden koparmak ve ayrı bırakmak olmuştur. Dahası, susturmanın yöntem ve dayatmaları şairlerin yakın çevresine kadar uzanabildiğini, onları da sindirme ve yıldırma yoluna gittiklerini yine hepimiz biliyoruz. Geçmişte yaşanmış sayısız örnekler var. Öyle ya da böyle, uygulanan her baskı yönteminin, çoğunlukla istenileni alıp sonuca vardığını da söylemek gerek. Hellenistik çağda, Akdeniz’de, Sappho’ya yapılanlar, ondan 2600 yıl sonra Anadolu’da Nâzım’a, Gökçe’ye, ve daha bir çoğumuza yapılabiliyor. İşte burada durup, tüm bu olup bitenler karşısında sessizliğini koruyanları suçlamaktan çok, öncelikle olayın canlı tanıklarına “neden başvurulmadığı, niçin dinlenilmedikleri, yazdıklarına neden gereken dikkat ve özen gösterilemediği ve niye önem verilmediği?” sorularını kendi kendimize sormamız gerekmiyor mu?

 

Aphrodite’ye Yakarış

Ey tahtı ışıl ışıl ölümsüz Aphrodite
Ulu Zeus’un düşünce kızı
yalvarırım yüreğimi acılarla
dağlama!

Yardımıma gel gene, hani eskiden
sesimi duyunca nasıl, çıkıp
babanın sarayından kanat çırpan
kuşların
çektiği yaldızlı arabana biner;
yeryüzüne inerdin bulutsuz
mavilikten;
ölümsüz dudağında o aydınlık gülüşle
sorardın,

“Gene nen var?” derdin “nedir gene
deli gönlünü çelen? Tılsımımla kimi
baştan çıkarıp yollamam gerekiyor
koynuna?

Söyle, Sappho, kim seni üzen?
Kaçıyorsa, kaçsın, bırak,
yakında o senin ardına
düşecek,

bugün almıyorsa verdiklerini,
yarın o sana armağanlar verecek,
seni sevmiyorsa, istemese de er geç
sevecek.”

Geleceğin varsa, şimdi gel,
Kurtar beni
Kuşkudan, ne diliyorsa gönlüm
yerine getir, sen de katıl benimle
savaşa.

(Sappho/Türkçesi C. Çapan)

 

Orhan Karaveli’nin anlattıkları

Orhan Karaveli’nin Pergamon yayınlarından çıkan “Tanıdığım Nâzım Hikmet”[1] kitabında anlatılanlar önemli. 15 Ağustos 1960 yılında Moskova’ya giden ve Nâzım Hikmet ile geceli gündüzlü birlikte olan üç gazeteciden yaşayan tek kişi. Hele aynı gün Sovyet Barış Komitesi Merkezi’nde “Türk Heyeti” için düzenlenen toplantıda Genel Sekreter Mihail Kotov’un, “ünlü Türkolog Profesör Miller’le iki Türk gazeteci (Ömer Sami Coşar ve Orhan Karaveli) arasında Kars ve Ardahan, Boğazların birlikte kontrolü üzerine patlak veren şiddetli tartışmaya katılıp, Rus ‘ev sahiplerinin’ gözlerinin içine baka baka söylediği şu sözler” karşısında kimin yüreği yerinden oynamaz?:

“…burada Türkiye’nin toprakları konuşuluyor. Her Türk gibi ben de, her gram Türk toprağının Türklere ait olduğuna kaniim. Vücudumdaki yirmi kilo kanı bir gram Türk toprağı için dökmeye hazırım…” (Age.)

 Nâzım’ın ağzından vasiyetini duyup, Türk halkına duyuran, bu çok değerli gazeteci ve yazar ağabeyimizin yazdıklarına, Nâzım Hikmet adına vakıf ve kültürevi açan yöneticilerden hangi birinin ağzından bu yönde bir laf çıktı? Ya da bir yazının yazıldığına tanık olan var mı? Ben duymadım, okumadım da. Oysa, Moskova’da yazdığı o ünlü şiirini, o gün, Orhan Karaveli, Hikmet Sami Coşar ve Ekber Babayev’in olduğu bir ortamda onlara okuyor. Türk halkına olan hayranlık ve bağlılığını, yürek dolusu sesiyle orada bir kez daha yineliyordu Nâzım:

“…

Yoldaşlar ölürsem o günden önce yani,

öyle gibi de görünüyor,
anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
ve uyarına da gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani…”

 

Peride Celal’in yaktığı Kuvayi Milliye bölümleri

Tarih boyunca değişmeyen tek şey, düşünceden ve sanattan korkanların, bu korkularını bastırmak için uyguladıkları insanlık dışı uygulamalardan asla ve asla vazgeçmedikleridir. Antik çağda Sappho’nun şiirlerini yok eden, sadece şiiri değil, düşünceyi ve düşünerek yaratılmış eserleri de suç sayan zihniyetin, Nâzım’ın düşüncelerinden ve şiirlerinden korkup onları yasaklayan ve yok edilmesine sebep olan zihniyetten ne gibi farkı vardır? 66 bin dizeden oluştuğu bilinen Kuvayi Milliye Destanı’nın, 46 bin dizelik bölümü kaybedilmiştir. Nâzım’ın, Peride Celal’e teslim ettiği şiirleri yaktığını söylemesi, büyük tartışmalara neden olmuştu, geçmişte. Bu konuda Oktay Akbal Cumhuriyet’teki köşesindeki yazısıyla bu tartışmalara katılmıştı. Dileyen o günün tartışma konusu yazı ve belgelere ilgili gazetelerin belgeliklerine ulaşarak ve yaşayan tanıklarına başvurarak bu tartışmanın ayrıntılarını öğrenebilirler.

 

Aynı durum, Enver Gökçe için de söz konusudur. Ahmet Arif ile olan tartışması edebiyat tarihine geçti. Bu iki eski dost, ölene değin küs kaldılar ve son yolculuklarına küs çıktılar. Bundan kim ve ne gibi yarar elde etti, henüz bilen yok. Bilenler var ise de susmayı yeğlediler. Oysa “Mehmet Ergün’ün gereksiz kışkırtmalarıyla çok eski arkadaşı(n) ve yoldaşı(n)” (V. Timuroğlu) birbirine kırılıp küsmeleri, akıl işi değil. Vecihi Timuroğlu, bu durumu Enver Gökçe’nin kendisine söylediğinde, kıkır kıkır gülüp şöyle dediğini yazıyor:

“Yazını kıyısından izleyen birinin kışkırtmalarına nasıl uyduklarına hâlâ şaşarım. Ben, bunları Yazın Dergisi’nde yazdığımda, Enver Gökçe, kıkır kıkır gülmüştü de, ‘Vecihi, gerçekten şaştım. Neyi bölüşememişiz meğer?’ demişti…”[2]

Bilindiği gibi, 30 bölümden oluşan “Yusuf İle Balaban Destanı”ndan elimizde yalnızca, “Başlangıç” bölümü ile “Uy Kirpi Kız Kirpi”, “Bu Balaban’ın Dünyadan Göçtüğüdür” ve “Kirtim Kirt”in aralarında bulunduğu üç parçadan oluşan bölümler kalmıştır.

 

Enver Gökçe’nin, bir türküyü çağlar ve bir masalı dinler gibi söylenen “Başlangıç” şiiri ile Ahmet Arif’in “Anadolu”sundan bir bölümü okuyarak bu yasaklara hayır demenin tam sırasıdır:

“Zaman akar, zaman geçer,
Zaman zından içinde;
Biz mapusta gürül gürül yatardık
Yılan çıyan içinde.
Getirdiler ite kaka bir yiğit,
Ayak çıplak
Ak bir mintan içinde .
Zaman zaman içinde
Işık duman içinde”

(Dost Dost İlle Kavga ve Rubailer)

 

“Beşikler vermişim Nuh’a,
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?

(…)

Nasıl severim bir bilsen,
Köroğlunu,
Karayılanı,
Meçhul askeri…
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz
Bir nice sevda…
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi…”  

(Hasretinden Prangalar Eskittim)

Atinalı Solon’un öğrenip ve ölmek istediği şarkı

Yokedilenin aslında, salt şiir olsa iyi. Hellenist çağdan, insanlığın üçüncü bin yılına dek, kimi zaman kitaplarıyla, kimi zamansa topluca yakılan düşünürler, şairler, yazarlar olmuştur. Madımak hala tütüyor. Havada, genzimizi yakarak dolaşan ise, 35 insanın yanmış et kokuları. Yanan, yakılan düşüncenin aslı, şiirin özüdür.  

Yazımı, Halikarnas Balıkçısı’nın “Anadolu’nun Sesi” adlı kitabından Sappho adlı bölümden yaptığım şu kısa alıntıyla bitirmek istiyorum:

Adı geçen kitapta şunlar yazıyor Sappho için:

“Lesbos, yani Midilli adalı Sappho… Kadınlara türkü dersi veriyordu. Eski çağın en büyük ozanlarındandı. Şiirlerini bir lir eşliğinde söylerdi. Kendi şarkılarını kendi bestelerdi ve adına bugün “sapphic ölçü” denilen ölçüyü kullandı. Birinci tekil şahıs kullanarak yazan ve aşkı ve kaybı birinci tekil şahsın gözünden anlatan ilk şairlerden biriydi.

Sappho’nun şiirleri içinde yaşadığı zamanda eşcinsel ögeler barındırdığı için kötülenmedi ancak daha sonraki eleştirmenler tarafından yerden yere vurulduğu söylenebilir. Ama Sappho çağdaşları tarafından onurlandırıldı. Platon tarafından lirik ozan mertebesinden musalardan biri mertebesinde sayıyordu. Ama şiirlerini kitaplarını yaktılar. Atinalı bir yönetici olan Solon ise, anlatılanlara göre onun şarkılarından birini duyduktan sonra bu şarkıyı öğrenmek ister ve nedeni sorulunca da şöyle der: “Çünkü bunu öğrenmek ve ölmek istiyorum.”

Bugün zamanında dokuz cilt olduğu düşünülen eserlerinden yalnızca iki kısa şiiri ve kendisinden daha sonraki eleştirmenler tarafından alıntılanmış cümleler kalmıştır.  Yazdıklarının çoğunun aşk şiiri ve epigram olduğu bilinmektedir.

Bu eserlerinin bugüne kalmamış olmalarının nedenleri arasında umursanmamaları, doğal afetler ve geri kafalı birtakım kişiler tarafından sansürlenmiş olma ihtimali sayılabilir. Ancak 19. yüzyıl sonlarında Sappho’nun eserlerini içeren birtakım el yazmaları Nil Vadisi’nde ele geçmiştir.”


[1] Orhan Karaveli, Pergamon Yayınları, 5. Baskı. (Daha sonra Doğan Kitap’tan yayımlandı adı geçen yapıt).

[2] Vecihi Timuroğlu, Yazınımızdan Portreler (Başak Yayınları, Ankara 1991) kitabındaki “Enver Gökçe Anadolu acısı” ile “Ahmet Arif” başlıklı yazılara bakabilirler.

 

PAYLAŞMAK İÇİN