Balina kemiklerinden yapılan oyma resimler

İşçi eylemlerinin tüm Türkiye’yi sardığı 89 Baharı’ydı. Dünya da alt üst oluyordu öte yandan. Kapitalist Batı dünyasının “Utanç duvarı” adını taktığı “Berlin Duvarı” yıkılıyordu. Dünyanın beşte birini kölelikten kurtaran Sovyetler Birliği’de dağılacaktı çok geçmeden. 15-16 Haziran’dan sonra işçi sınıfımızın en büyük eylemi büyük madenci yürüyüşü bu koşullarda başlamıştı işte. Aralarında olamasam da orada, Zonguldak’taydım.

MECİT ÜNAL

Zonguldak büyük madenci yürüyüşünün otuzuncu yılı anısına…

 

Karanlık bir mavi. Bu maviyi daha da koyulaştıran ve günlerce gecelerce yağan bir yağmur. Tam “her şey bitti” denilen yerde, dipten, taa derinden, yedi kat yerin dibinden, arzın merkezinden gelen bir ses, sonra bir ses daha… sonra da birbirini izleyen ve binlerce nabızda atan tek bir nabız: “–damarı nerden bulursanız/kazmayı ordan vurursunuz.”

Doğduğunuz şehirler vardır; bir kere doğmuşsunuzdur, içinde yaşamasanız da hayatınızda önemli bir yere sahip olacaktır.

Büyüdüğünüz şehirler vardır; çocukluğunuz, gençliğiniz geçmiştir, siz götürmeseniz de nereye gitseniz arkanızdan gelmeyi hep sürdürecektir.

Sonra, bir nedenle bağlandığınız, sık sık gidip geldiğiniz şehirler vardır. Belli başlı birkaç caddesini, beş on sokağını, tren garı ya da otobüs terminalini, belki bir iki semtini bilirsiniz, o kadar…

Eski Zonguldak.

Bir de bunların dışında, hiçbir bağınızın olmadığı, ama bir kez gitmekle bile kopmaz bağlarla bağlandığınız, hayatına kısa süreliğine girip çıktığınız halde etkisinden günlerce kurtulamadığınız şehirler vardır ki, o kısacık zaman zarfında sarıp sarmalayıp içine almıştır sizi; kendine katmış, kendisinin yapmıştır. Otobüslerini gördüğünüze el sallarsınız artık, oralı biriyle karşılaştığınızda bir akrabanızla karşılaşmış gibi olursunuz. Oralı bir sanatçıya daha bir ilgi duyarsınız. Haber bültenlerinde, hava durumu raporlarında adını duyduğunuzda kulak kesilir, gazete ve dergilerde bir haber ya da bir yazı gördüğünüzde okumaya o sayfadan başlarsınız.

Zonguldağın (yazım kuralını ihlal etmek pahasına) benim yaşamımda nicedir tamtamına böyle bir yeri var nicedir…

Bartın Zonguldağa dahildir

Yaklaşık iki buçuk yılım Bartın’da geçti. 1989’un Mayıs’ında başlayan bu şehirdeki zorunlu konukluğum 1991’in Ağustos’u başında sona erdi. O zamanlar Zonguldağın ilçesiydi Bartın. Kömürü, her bahar ortasından geçtiği şehri taşkınlarıyla sular altında bırakan çayı ve Karadeniz kıyısındaki sayfiyesi Amasra kadar Koşu Rampası eteğindeki kayalık bir yamaca kurulu hapishanesiyle de ünlüdür Bartın. Buna bir de konukseverliğini eklemem gerek. Otelleri, kahvehaneleri, lokantaları ve çarşı pazarıyla Bartın, o yıllarda, kapılarını siyasi tutuklu yakınlarına ardına kadar açmış en hakikatli şehirlerden biridir. 1990’daki büyük madenci yürüyüşünden sonra Zonguldak’tan koparılıp alınmışsa da bütün resmi ve gayri resmi tarihlerde ve şiirde Bartın Zonguldağa dahildir.

Büyük madenci yürüyüşü. 15-16 Haziran’dan sonra işçi sınıfının en büyük eylemi.

İşçi eylemlerinin tüm Türkiye’yi sardığı 89 Baharı’ydı ve Dünya da alt üst oluyordu beri yandan. Kapitalist Batı dünyasının “Utanç duvarı” adını taktığı “Berlin Duvarı” yıkılıyor, Sovyetler Birliği de dağılıyordu çok geçmeden. 15-16 Haziran’dan sonra işçi sınıfının en büyük eylemi büyük madenci yürüyüşünü de unutamam. “Gündoğdu hep uyandık”ı söylediğimizi, “Çankaya’nın Şişmanı”nı protesto telgrafları çektiğimizi, bir gün yemek almadığımızı ve bir de o günlerde hep “birincisıradakininadını” sorduğumu hatırlarım. “Lali Berte’ye Mektuplar”ın büyük bir bölümü bu büyük alt üst oluşların ortasında, Bartın’da yazıldı.

Binlerce nabızda tek nabız

Zonguldağa, havzanın kalbine de ilk kez yine o günlerde gittim. Yolun yalnızca küçük bir bölümünü, o da ancak sıra geldikçe görebildiğim bu yolculuğu tümüyle anlatabilmem olanaksız. Dört tarafı kapalı ring arabasının küçücük penceresinden benim payıma Çaycuma ayrımından birkaç kır görüntüsü -bir yol çeşmesi, orda burda bir iki ev, sarp ve dik yamaçlar- yanında yolun sonraki bölümlerinde Zonguldağa girişteki tünellerin düştüğünü söyleyebilirim. Bir tünelden ötekine geçerken kendimi bir şehre –Zonguldak’a- değil kömür madenine, zonk zonk zonguldayan arzın merkezine iniyormuş gibi hissettiğimi de ayrımsarım: Karanlık bir mavi. Bu maviyi daha da koyulaştıran ve günlerce gecelerce yağan bir yağmur. Tam “her şey bitti” denilen yerde, dipten, taa derinden, yedi kat yerin dibinden, arzın merkezinden gelen bir ses, sonra bir ses daha… sonra da birbirini izleyen ve binlerce nabızda atan tek bir nabız: “–damarı nerden bulursanız/kazmayı ordan vurursunuz.” (“Şafaktan Öğleye Kadar Denizde” adlı şiir ve bu şiirin “Balina kemiklerinden yapılan oyma resimler” başlıklı bölümü, bu izlenimin imgeye dönüştüğü noktada yine Bartın’da yazıldı. (Şiirin tamamı yazının sonunda).

Bir şehri ring arabasının penceresinden görmekle çıplak gözle görmek arasında çok fark var ve Zonguldağa sonraki gidişlerimde başka izlenimler de edindim elbet; ancak, başlangıçtaki bu izlenimim hiç değişmedi.

 

Kömürle yatılıp kömürle kalkılmıştır Zonguldak’ta. Kömürle aç kalınmış, kömürle doyulmuştur. Kömürden hastalanılmış, kömürle iyileşilmiştir. Kömürle doğulmuş ve ölürken kömürle ölünmüştür. Ağıtı da kömür yakar Zonguldak’ta. Şiiri de kömür yazar. Zonguldak’ta ne varsa ve ne yoksa, ne olmuşsa ve ne olmamışsa kömürdendir ve kömürün yüzü suyu hürmetinedir.

 

Bir şehri ring arabasının penceresinden görmekle, evet, çıplak gözle görmek arasında çok fark var ve Zonguldağa çıplak gözle bakmak için, insanda “arzın merkezine seyahat” duygusu yaratan o tünellerden bir kez geçmek yeter. Son tünelden çıkıp düze indiğiniz yerde sizi karşılayan şey, geniş bir yeraltı mağarasının tabanına vardığınız duygusudur. Evet, karanlık bir mavi ve bu maviyi daha da koyulaştıran ve bütün kış, Kasım’da başlayıp Mayıs’ta biten, günlerce, gecelerce yağan kapkara bir yağmur…

Toprağın altında kök salmanın bedeli

Kapalı alan korkunuz varsa, korkunuzun kilometrelerle ölçülebilen bir en-boy-yükseklik kazanacağı bir karanlık içindeki şehirdir Zonguldak. Ne var ki, mağara ve mavi karanlık burada bitmeyecek, mağarayla birlikte korkunuz da, siz bir kez dahi inmemiş bile olsanız, derinlere, daha derinlere, en derinlere, toprağın yüzlerce metre altında tüneller kazan kara karıncanın yanı başına dek inmeyi sürdürecektir.

Kömürle aç kalınmış, kömürle doyulmuştur Zonguldak’ta. Kömürden hastalanılmış, kömürle iyileşilmiştir. Kömürle ağlanmış, kömürle gülünmüş, Kömürle doğulmuş ve kömürle ölünmüştür.

Bir şehrin, günün ve gecenin her vaktinde ve üstelik yüz elli yıl boyunca hiç durmadan bir ağaç gibi toprağın derinliklerine tüneller kazarak kök saldığını düşünmek bile karanlığın kendisi kadar ürperticidir. Ürperticidir, çünkü derinlerde kök salmanın da bir bedeli vardır. Bu bedel, amansız hastalıklara yakalanmakla, göçük altında ölmekle, işsiz kalmakla, dizginsiz sömürülmekle ödenmiş ve ödenmektedir. Zonguldak, toprağın altıyla üstünün bir birine en yakın, neredeyse iç içe olduğu, toprağın altında kök saldıkça toprağın üstünde büyüyen, bunun bedelini de hem yukarda hem aşağıda ödeyen bir şehirdir.

Kömürün yüzü suyu hürmeti

Öyleyse, toprağın üstündeki varlığı ve kaderinin, toprağın altındaki kömürün varlığı ve kaderine bağlı olduğu bir şehirdir Zonguldak. Salt Zonguldak da değil, hemen hemen bütün Batı Karadeniz’in, giderek de uzun yıllar boyunca Türkiye’nin kaderi, önemli ölçüde Zonguldak’a bağlı kalmıştır. Öyle ki, Zonguldak durduğunda Türkiye de durmuş, bu yüzden de kömür işçisi, uzun yıllar boyunca ne sendika, ne grev hakkı, ne de sağlıklı yaşam koşullarına sahip olabilmiştir. Ama yine de kömürle yatılıp kömürle kalkılmıştır Zonguldak’ta. Kömürle aç kalınmış, kömürle doyulmuştur. Kömürden hastalanılmış, kömürle iyileşilmiştir. Kömürle ağlanmış, kömürle gülünmüştür. Kömürle doğulmuş ve ölürken kömürle ölünmüştür.

“Görürsünüz onları yollarda, yüzleri kapkara oyundan dönmüş yaramaz çocuklar gibi başlarında baretleri, ellerinde lambalar.” (İrfan Yalçın).

Ağıtı da kömür yakar Zonguldak’ta. Şiiri de kömür yazar. Hasılı, Zonguldak’ta ne varsa ve ne yoksa, ne olmuşsa ve ne olmamışsa kömürdendir ve kömürün yüzü suyu hürmetinedir. Zonguldağın tarihinden kömürü alın, geriye iki küçük iskele, Tahta İskele ile Sütleğen İskelesi kalır. İki küçük iskeleyi Zonguldak yapan kömürdür ve İrfan Yalçın’ın deyişiyle, “en namuslu en öpülesi ekmek” de bu yüzden, ekmeğini yüz elli yıldır kömürden çıkaran “Zonguldak’ta pişirilir”.

“Başlarında baretleri, ellerinde lambalar”

Bir şehir üzerine yazılmış en güzel yazılardan biri olan “Zonguldak” başlıklı bu yazısında İrfan Yalçın, altıyla üstü iç içe geçmiş şehri “iki katlı hüzün dolu bir ev”e benzetir. Yer yer “Kasımla başlayıp Mayısla biten” bir yağmurun da eşlik ettiği –ki yağmur bile kömür gibi kapkara yağar Zonguldak’ta,- yazının ilgili paragrafı şöyledir:

“Zonguldak iki katlı hüzün dolu bir ev. Alt kattakiler Azrail’in elinden kömürleri kapıp kapıp üst kattakilere sunar. Şöyle yürüyün Çaydamar’a doğru bir. Görürsünüz onları yollarda, yüzleri kapkara oyundan dönmüş yaramaz çocuklar gibi başlarında baretleri, ellerinde lambalar.” (İrfan Yalçın’a Saygı, ZOKEV yayını, Kasım 2006).

Ben de gördüm, başlarında baretleri, ellerinde lambalar. Saydım, karıncalar kadar çokturlar. Tanıdım, karıncalar kadar inatçıydılar. Ve bildim, karıncalar kadar, karıncalardan da çalışkan…

ŞAFAKTAN ÖĞLEYE KADAR DENİZDE

                                         Claude Debussy,
                                                        La Mer/
                                              Trois Esquisses Symphoniques

 

I. Durağanlık

Her kapının ardında koyu bir gölge

(Açılma)

duvarın dibinde duruyor masa aynı masa
bir adam bir kitap iki gazete kesiği bir resim
bir yaşam öyküsü belki birkaç sayfa karalama dokuz yıl
yedi kapı beş pencere iki plastik şişe bir ayna
her pencereye bir gökyüzü silme mavi
plastik şişelere sararmış narenciye
çocuklar yol boyu koparmışlardı gelirken
kaç takvim eskidi yerlerinde kaldılar
gün aşrı sulansa da bir daha yeşermezler
ama koklanabilirler ne zaman istenirse
düşler de katılabilir yanlarına dingin bir öğleye taşınırlar
-zaman da geniş denizler de
istenirse rüzgâr çıkar
iplerde çamaşırlar salıncak
güneş her zamanki yerinde işte
tam
tepede.

 

 II. Yön değiştirme

Zaman da geniş denizler de

(Bindirme)

ama değişiyor dünya
her şey her şeyi değiştiriyor
aynada başka duruyor yüzüm fotoğrafımda başka
alnımda kaşlarımda ağzımda gezdiriyorum elimi, yüzüm elimde başka
önce herkesin tek bir yüzü var diyorum kendi yüzüme bakıp
sonra evet herkesin tek bir yüzü var –yüzsüzlük!
herkes aynı ışığın altında
uzun yolculuklar kuruyorum ne zaman bir rüzgâr çıksa
eski söylenceler bitti artık –ben gidiyorum
eski sözleri de anımsayan yok –zaman da geniş denizler de
kim koyuyor bu kadar çok aynayı bu kadar çok yere
gözleri kör bakıyoruz gözleri kör yüzümüze
hep evet diyoruz arada bir hayır desek bile
herkese kaçacak bir yer var sözcüklerde

yoksa sokağa çıkmayacak kimse

ben gelecek zaman çekimiyle konuşuyorum
oysa rivayette oluyor her şey
yedi katlı ziggurattan yıldızlara bakıyor kil tabletlerde bir bilge
kentin yedi kapısından yedi yöne çıkarılıyor yedi haberci gölge
–kent yıkıldı! kent yıkıldı! yarı yoldan geriye dönüldü!
–tarih bir avuç kül yığını!
ömrüm arşivde kalmış tozlu bir bildirge

 

III. Devinme

Balina kemiklerinden yapılan oyma resimler

(Geçme)

o zaman mühre kazıyorum yüzümü hiçbir şey bitmiş değil
ve hiçbir şey de yeniden başlamıyor deniz yarı dalgalı
deniz yarı dalgalı ve batıp çıkan bir keman
ne ses var
ne de yay
yerin yedi kat dibinde
alnını siliyor mağma

 

(Ara)

bir ses
sonra bir ses daha
sessizlik/kreşendo/kararma

 

–damarı nerden bulursanız
kazmayı ordan vurursunuz.

(1991/Bartın).

 

PAYLAŞMAK İÇİN