Aman avcı vurma beni

Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı arasında karanlık çökmüş gibi bulut vardı. Sessiz ağlayışımdan etkilenmiş olacak ki “Sana har hardan, nar nardan elbise alacağım” dedi. Şiddetli, bir gök gürültüsü üstümüzden geçti. Ben etekleri harlayan gürleyen elbiseyi hayal ederken yavru kekliği unutmuştum. Yaz boyunca babamın ava gittiğini görmedim bir daha. Şimdi ne zaman gök gürlese, harlayıp gürleyen elbisem varmış gibi eteklerimi tutuyorum.

 FATMA ARAS

Facebookta dolaşırken rastladım, bir avcı vurduğu keklikleri bir yamaca dizip poz vermiş. Yumruk gibi bir acı yüreğimin ortasına oturdu.

İlk insanlar avcılık ve bitkilerle hayata tutunmuşlar. İnsanların yaşamlarını sürdürmesi için avcılık yapmaya ihtiyaçları yok ama günümüze kadar gelen bu av hevesi, bir de spor adı altında havada, karada, denizde devam ediyor. Spor denilebilmesi için iki tarafın eşit koşullar altında karşılaşmaları ve bunun bilincinde olmaları gerekir. Bilinçsizce yapılan bu av birçok hayvanın soyunun kuruması tehlikesini de getirdi.

hepimizin yastığı kuş tüyünden

Avı ve avcılığı araştırırken yine çocukluğuma gittim. Beni büyüten coğrafyaya ait bu türkü dilimde, eski bir hüzne yürüyorum.

“Aman avcı vurma beni
Ben bu dağın ay balam maralıyam
Maralıyam, hem yaralı
Avcı vurmuş ay balam, yaralıyam”

Bizim köy yeşilbaş ördeklerin ve yaban kazlarının uğrak yeriydi. Babam, abim ve halamın oğlu Sait abim av meraklısıydı. Üçünün de nişancılıkları köydeki herkes tarafından biliniyordu. Eve eli boş geldiklerini gören olmamış. Hepimizin yastığı kuş tüyünden yapılmıştı.

Denizi olmayan Doğu illerinde yazın yayla dönemi başlardı. Bizim de Ağrı Dağı eteğindeki Serdar Bulağı’nda çadırımız kurulmuştu. Babam her gün küçük Ağrı’nın eteğindeki ormanda avlanıyordu. Bir sabah av için çadırdan çıktığında peşine takıldım. “Beni de götür” diye yalvarır bir sesle elinden tuttum. Beş yaşlarında ya vardım ya yoktum. Küçük Ağrı’nın yamaç tarafından koşarak tepesine kadar çıktım. Galiba kendimi ispat ediyordum, “Bak yorulmadım” demek için. Bir ara babam, “Kızım geçmişte burada savaş oldu yerde siyah bir şey görürsen sakın elleme” dedi. “Savaş nedir?” diye sordum. Bir süre sonra babam, “Yere yat” dedi. Kalabalık bir keklik sürüsü vardı. Bir süre sonra babam tetiğe bastı. Orada ne kadar kuş varsa kanat kanata uçtu gitti. Yerden kalktım, yıldırım hızıyla kuşların uçuştuğu yere koştum…

Henüz kanat çıkarmamış yavru bir keklik yavrusu vurulmuştu. Ellerime aldım. Annemde gördüğüm gibi ölmesin diye ağzına nefes vermeye çalıştım. Ölmüştü. Onu uzun süre elimde tuttum. Sonra bir mezar kazdım. Yarası acımasın diye toprak örtmeden önce çukurun üstüne çerçöp koydum, sonra toprak örttüm köyde gördüğüm gibi bir taşı da mezar taşı yaptım. Babam bir taşın üstüne oturmuş eli alnında kâh bana kâh yere bakıyordu. Babam beni kırmadı kuşa dua da yaptık birlikte. Sonra “Kızım, doğanın kanunu bu, toprak bereketiyle bizi besliyor. Sonra kendi açlığını gidermek için bizden can istiyor.” dedi. Küçücük kafamdan  “O canı biz aldık” diye geçirdim. Ağlıyordum.

Elimi sıkıca tuttu çadıra dönüyorduk. Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı arasında karanlık çökmüş gibi bulut vardı. Sessiz ağlayışımdan etkilenmiş olacak ki “Sana har hardan, nar nardan elbise alacağım” dedi. Şiddetli, bir gök gürültüsü üstümüzden geçti. Ben etekleri harlayan gürleyen elbiseyi hayal ederken yavru kekliği unutmuştum. Yaz boyunca babamın ava gittiğini görmedim bir daha.

Keyvan kovan çiçekleri açmaya başlamıştı. Bu yayladan göç işaretiydi.

şimdi ne zaman gök gürlese

Köyde bir bakkal dükkanımız vardı, bir köşesinde kocaman bir taht, yirmi kişinin çay içip sohbet edeceği şekilde düzenlenmişti. Yastıklar, minderler İran kokuyordu. Zaman zaman köylüler, Çamış Tepesi denilen mevkide yabani kaz, ördek bolluğundan söz ediyordu. Kar kıyamet diz boyu, gaz lambası ışığında sohbetlerini dinlemek benim için bir bilgi kapısı oluyordu… Bu sohbetlerden birinde babama “Galiba gözün ışıktan düştü, avı niye bıraktın?” diye sorduklarına şahit oldum. Nedeni ne olursa olsun babamın artık hayvanları öldürmüyor oluşu benim içime ışık düşürdü.

Yıllar sonra İzmir’e yerleştik ve babamın doksan beş yaşında olduğu günler…

Her insanın yaşamında karanlık bir dönemi var. Ben de öyle bir zaman tünelinden geçiyordum. Bir ağlama nöbeti gelmiş gitmek bilmiyordu.  Bir gün ablamla babamın sohbetini duydum. Babam, “Mihriban kızım, Fatma ağlayınca benim kalbim ağrıyor, benden sonra da onu ağlatmayın” dedi.

İçeri girdim “Baba, bir kalbin var dokuz da çocuğun, sevgiyi nasıl paylaşıyorsun, bak beş parmağın bile boyu farklı” dedim. Duygularını bakışıyla belli eden babam başını kaldırdı, yüzünde tan yerinin ışıltısı vardı. “Kızım, ben parmak boylarına bakmadım, hep yumruğuma baktım. Ben avı senin o çocukluğunda döktüğün gözyaşı için bıraktım” dedi. Ablam da ben de buz kesmiştik. Babamızın avı neden bıraktığını yıllar sonra öğrenmiştik.

Iğdır yöresine ait dilime dolanan bu türküyle, aklımdaki gürültüyle yürüyorum. Sonra şehrin ışıklarına bakıyorum. İzmir’in sıcağı yüzümü yalıyor.

Şimdi ne zaman gök gürlese, harlayıp gürleyen elbisem varmış gibi eteklerimi tutuyorum.

PAYLAŞMAK İÇİN