Almanlar 60 yıldır bize verecek bir ad bulamadılar

Bir ülkede “Yabancılar Yasası” diye bir yasa varsa, o ülkede yabancılar vardır. Önce Misafir İşçi, daha sonra, Yabancı,  Yabancı İşçi, en sonra Migranten denildi ki, sözlüklerde karşılığı bile yok. Bugün ise Yurttaş olmuş vaziyetteyiz! Hem de Yurttaş’ın kuyruklusu: Yabancı Geçmişi Olan Vatandaş!

HALİT ÜNAL

Vakti zamanında bir yaşlı teyze oğlunu, gelinini, torunlarını görmeye İstanbul’a gitmiş. Birkaç gün sonra sıkılmaya başlamış. Öyle ya burası İstanbul. Geçim zor. Her Allahın günü, sabah erkenden oğlu işe, gelini temizliğe, torunları da okula gidiyorlar, teyze evde yalnız kalıyormuş. Günlerden bir gün, “Çocuklar”, demiş, “her biriniz bir tarafa dağılıyorsunuz, ben dört duvar arasında bir başıma kalıyorum, canım daralıyor. Şöyle bir sokağa çıksam da, biraz hava alsam, olmaz mı?”

“Olur ana”, demişler “ama evden fazla uzaklaşma ha, kayıp mayıp olursun!”

“Çocuk muyum ben?” diye çıkışmış anaları.

Ertesi gün oğlunu işe, gelinini temizliğe, torunlarını okula yolladıktan sonra, başını bağlamış, atkısını sırtına atmış evden çıkmış.

Çocukları akşam eve döndüklerinde, bakmışlar ki! Aa, anaları evde yok! “Kim bilir, kiminle lafa daldı, anam biraz konuşkandır, az sonra gelir”, demiş beklemişler; gelmemiş.

Aradan bir saat geçmiş yok, hava kararmış geceye dönmüş; yok! Sabah olmuş, yine yok! Allah Allah ne oldu bu kadına, başına bir iş mi geldi demiş, telaşlanmışlar. Kayboldu her hâlde demiş, çoluk çocuk sokağa dökülmüş, günlerce aramadık sokak, çalmadık kapı bırakmamışlar, nafile; bulamamışlar. Köye tel çekmişler; orada da yok!

Haftalar, aylar-yıllar geçmiş. Çıkış o çıkış, anaları bir daha eve dönmemiş…

İçti kaçtı, yedi kaçtı olmasın

Derken aradan tam yedi sene geçmiş. Oğlu artık umudunu kesmiş, karısına dönmüş “Hanım”, demiş “ben anamdan umudu kestim, dilim varmıyor demeye ama, ölmüştür. Ölüsü de kurda kuşa yem olmuştur. Sen anamın ruhu için bir tava helva yap da, komşulara dağıtalım.”

Gelinceğiz bir tava helva yapmış, o kapı senin bu kapı benim her eve bir tabak helva dağıta dağıta, mahallenin çıkmaz bir sokağında bir evin kapısını çalmış.

Ev sahibi “Hayrola komşu, bir öleniniz mi var?” diye sormuş. Gelinceğiz ne desin! “Kaynanamın ruhu için dağıtıyorum. Yedi sene evvel evden çıktı bir daha dönmedi. Yıllarca aradık bulamadık. Öldüğüne kanaat getirdik artık”, demiş.

“Vah ki vah, Allah kabul etsin bacım. Şey mi, adı neydi rahmetlinin, kaç yaşındaydı?”

“Altmış-yetmişinde vardı, Durkadın derdik.” 

Ev sahibi hanım şöyle bir duraklamış, “Gelin hanım”, demiş “bizim evde altı-yedi seneden beri yaşlı bir teyze oturuyor, onun adı da Durkadın’mış, öyle dedi. Senin kaynanan olmasın sakın? Hele içeri gel de bir bak!”

Gelin içeri girince ne görsün. Sedirin baş köşesine kurulmuş kaynanası oturmuyor mu? “Ocağın yana senin he mi, ne işin var el alemin evinde be kadın” demesiyle çığlığı basması bir olmuş.

“Bundan yedi sene önce bir öğlen üzeri kapımızı yaşlı bir kadın çaldı, bir bardak su istedi.” diye başlamış anlatmaya ev sahibi kadıncağız. “İçeri buyur ettik, Tanrı misafiri dedik, ağırladık-azizledik, çay demledik. Suyunu içti, çayını içti. “İçti kaçtı olmasın, biraz daha oturayım ayıp olmasın”, dedi. Akşam oldu sofrayı kurduk, yemeğimizi yedik. Yemekten sonra “Yedi de kaçtı olmasın, biraz daha oturayım”, dedi. Gece oldu, karanlık bastı -gecenin bir yarısı kapı dışarı edecek değildik ya- bir köşeye yatak serdik yatırdık. Neyse, sabah oldu “Yattı da kaçtı olmasın, biraz daha oturayım” dedi. Uzatmayalım “Yedi kaçtı, içti kaçtı, yattı kaçtı olmasın” diye diye tam yedi senedir beraber yan yana yaşıyoruz. O bize iyice alıştı, ama laf aramızda biz ona bir türlü alışamadık.”

Gelinceğiz şaşırıp kalmış. Kaynanasını alıp götürse mi, götürmese mi diye düşünürken, ev sahibi de koca karıyı yedi seneden sonra evine yollasam mı yollamasam mı diye hâlâ düşünüyorlarmış. (Parabel, Halit Ünal, Almanca olarak yayımlanmıştır, Die Wage-Zeitschrift in Lippe, 1991)   

“Ben duydum, öğretmenim, babam!”

Bir ülkede “Yabancılar Yasası” diye bir yasa varsa, o ülkede yabancılar vardır. Almanya’da “Yabancılar Yasası” var. Bir başka ülkede de var mı, bilmiyorum.

Hangi coğrafyada, hangi ülkede olursa olsun, içinde yaşadığı toplum tarafından yabancı gözüyle görülen herkes yabancı kalmaya hükümlüdür, diyebilirim. Dış görünümleri, inançları, tutum ve davranışları nedeniyle farklı muameleye tabi tutulan her insan çünkü kendini başka gözle görmeye başlar ve zamanla buna alışır.

Savaş sonrasında sözleşmeli olarak davet edilenlere önce Gastarbeiter/Misafir İşçi, daha sonra, sırayla Ausländer/Dışarlıklı, Ausländische Arbeitnehmer/Yabancı Kökenli İşçi, Migranten/Göçmenler denildi.

Şu üç söylemi hiç unutmuyorum:

1) Almanya’da sağlıklı düşünen, demokrat insanlar olmasaydı, bu ülkede tek bir yabancı göremezdik Halitciğim! (Fuat Bultan)

2) Wiesbaden’daki öğretmenlerimizden M. Ali Ünal’dan duymuştum. Sınıfta öğrencilerine sormuş: Almanlar da bizim buraya geldiğimiz gibi Türkiye’ye gelse, sen de orada yaşıyor olsan onlara nasıl davranırsın?

Öğrencinin cevabı şu: “Geberdürüm öğretmenim, yerim onu, çiğ çiğ yerim”. 

3) Bundan tam çeyrek yüz yıl önceydi. Herford yakınlarındaki Löhne kasabasında bir okulun mesleki hazırlık sınıfında yabancılar ile Almanlar arasındaki sosyal ilişkiler hakkında bir sohbet toplantısındaydım. Otuza yakın genç öğrenci vardı. Öğrencilerin yüzde doksanı ya Alman kökenli Rusya göçmeni ya da Gastarbeiter/Yabancı işçi çocuklarıydı.

Sordum: “Gastarbeiter diye bir söz duydunuz mu, Gastarbeiter ne demek, tanıdığınız Gastarbeiter var mı?”

Önce bir suskunluk oldu, kimseden çıt çıkmadı, soran gözlerle birbirlerine baktılar. Ders konusunu hazırlayan, beni referent/konuşmacı olarak davet eden öğretmen hanımla göz göze geldik. Kara kaş-kara göz bir öğrenci çekinerek parmak kaldırdı.

“Ben duydum, öğretmenim”, dedi.

Tanıdığın Gastarbeiter var mı peki, diye sordum.

“Var”, dedi.

Kim diye sordum.

“Babam”, dedi.

Gülesim geldi.

Yirmi birinci yüzyılın, yirminci yıllarındayız. Ne değişti derseniz, ne diyeyim; düşünmemiz lazım!

Uyum tek taraflı gerçekleşti

1980’li yıllarda benim bölgemde, liseye/gymnasium’a giden ilaç için tek bir öğrenci vardı. Bugün Profesörlerimiz, Üniversite hocalarımız var. Dünkü Gastarbeiter’lerin çocukları, torunları bugün Almanya’da fabrikalar kurdular, işyerleri açtılar, işveren oldular Kosovalı, Romanyalı, Bulgaristanlı “Gastarbeiter” çalıştırıyorlar. Politikacılarımız, müzisyenlerimiz, sanatçılarımız, yazar-çizerlerimiz, Alman Devlet televizyonlarının ana haber sunuculuğunu yapan kızlarımız, oğullarımız var.

Arbeit und Leben’in 6 aylık eğitim programının kapakları. Her 6 aylık dönem için bir konu seçiyorduk: 1. kapak konusu: Irkçı Düşünceden Uzak Dur, 2. kapak konusu: Kin ve Şiddete Karşı, 3. kapak konusu: Dün (Geçmiş) Ne kadar Yakın.

Buna karşın!

Yazımın başında yer verdiğim ilk iki söylem bugün olmuş hâlâ kulaklarımda çınlar.

Bizim oralılar Almanları sevemedi, çünkü Almanlar bizimkileri sevmedi. Sevginin, hoşgörünün olmadığı bir toplumda uyumdan söz edilebilir mi?

Bilinen bir şeydir: 1750-1800’lerden başlayarak 1900’lerin ilk çeyreğine kadar Alman ve Avusturya kültürlerinin bel kemiğini, omurgasını oluşturan Heinrich Heine, Ludwig Börner, Kurt Tucholsky, Karl Kraus ve adlarını sayamadığım daha birçok dünya edebiyatının ünlü, Yahudi kökenli Alman yazar ve düşünürleri, Alman toplumu tarafından kabul görebilmek için Hıristiyanlığa geçmelerine karşın, yine de yaranamamışlar anavatanları Almanya’yı terk etmişlerdir. Heinrich Heine Fransa’ya göçmüş ve orada memleket hasretinden ölmüş, Kurt Tucholsky İsveç’te intihar etmiştir.

Burada yaşayan üçüncü kuşağımız, sadece dış görünümü ve babasından, dedesinden kalma aksak Türkçesiyle Türktür. Almanlaşmış Türk de diyebiliriz; dilleri Almanca, rüyaları Türkçedir. Yanlış anlaşılmasın, hiçbir zaman Alman olmayacaklardır, “Kökeni Türk, Federal Almanya Vatandaşı” olacaklardır.

Türkdanış görevlilerinden bir grup. Paderborn bölgesi: Hikmet Aydın. Bielefeld bölgesi: Leyla Varchmin ve Nebahat Pohlreich. Gütersloh bölgesi: Köksal Apak. Düsseldorf bölgesi: Muzaffer Akyeli. Kreis Lippe Detmold bölgesi: Atıf Sevim. Herford ve Minden-Lübbecke bölgesi: Halit Ünal.

Elli- altmış yıldır Alman politikacıların dillerinden düşürmedikleri Integration/Uyum tek taraflı gerçekleşmiştir. Politikacılar vatandaşlarına söz geçirememişlerdir, diyeceğim ama dilim varmıyor çünkü, kabahatin büyüğü onlardadır. Geçmişteki “Judenfrage”/Yahudi Sorunu söylemi bugün “Ausländerfrage”/Yabancılar Sorunu’na dönüşmüştür.

Saçlarımıza ak düştü bize bir ad bulamadılar

Siyasetçi, seçmen oylarıyla beslenir. Federal Almanya siyasetçileri, güttükleri Ausländer/Yabancılar Politikası ile beslenmektedir. On altı eyaletten oluşan bu ülkede her yıl dört seçim yapılır, her seçim öncesi yabancılar konusu gündemdeki değişmez yerini alır.

Ve altmış yıldır burada yaşayan insanları yabancı olarak görmekten vazgeçmeyen bu zihniyet, biz yabancıları nasıl tanımlayacağını, bize hangi adı vereceğini bilememekte ve hâlâ anlaşamamaktadır. Almanya göçmen ülkesi değildir. Doğrudur belki ama, bugün üçüncü kuşağını yaşayan, adına “Göçmen” dememek için direnilen, yabancı kökenli bu insanları hangi adla çağıracağız?

Daktilo kurslarımıza katılan gençlerimize düzenlediğimiz sertifika töreninden: Soldan sağa, kursiyerlerimizden biri, ben, meslekdaşım M. Çolakoğlu ve kurs öğretmenimiz Osman Kuşoğlu.

Sadettin Kaynak’ın şarkısının “Saçlarıma ak düştü, sana ad bulamadım” tam yeridir. Ak, yarım yüzyılı aşkın süredir burada yaşayan bizim saçlarımıza düştü ve bize bir ad bulunamadı; altmış yıldır ad aranıyor…

Hitler faşizmi yıllarında, savaş döneminde istila edilen Polonya, Ukrayna ve Sovyetler Birliğinden silah zoruyla, sığır vagonlarına tıkılarak çalıştırılmak üzere getirilen insanlara Zwangsarbeiter/Sürgün İşçi, deniliyordu. Savaş sonrasının ilk yıllarında İtalya’dan getirilenlere Fremdarbeiter/Yabancı İşçi, 1960’lardan sonra Türkiye, Tunus, Portekiz, İspanya, Yugoslavya ve Yunanistan’dan sözleşmeli olarak davet edilenlere önce Gastarbeiter/Misafir İşçi, daha sonra, siyasi iklime göre, sırayla Ausländer/Dışarlıklı, Ausländische Arbeitnehmer/Yabancı Kökenli İşçi, Migranten/Göçmenler denildi ki, sözlüklerde tam karşılığı yok. Ben, bir elinde bavulu, bir eli yüreğinde sırtındaki yatağıyla her an kovulmayı bekleyen adam diyorum.

Ve bugün ise Bürger/Yurttaş olmuş vaziyetteyiz! Hem de Bürger/Yurttaş’ın kuyruklusu: Bürger mit Migrationshintergrund/Göçmenlik Geçmişi Olan Vatandaşlar, iyi mi?!

Diyeceksiniz ki, ne bu hiddet? Benimkisi sadece bir tespit.

Bir biz Ausländer kaldık

Eski büyükelçilerimizden Onur Öymen Merkel ile yıllar önce yaptıkları bir görüşmeye ilişkin şunları anlatıyordu:

“Merkel muhalefet lideri iken, 17 Şubat 2004 tarihinde Ankara’ya yaptığı ziyaret sırasında, kendisiyle Almanya Büyükelçiliğinde Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda yaptığımız görüşmenin sonunda bana şöyle dedi:

‘Birçok konuda sizi haklı buluyorum ama ben Alman halkının karşısına geçerek Türkiye’nin üyeliğini destekliyorum diyemem’.”

Merkel’in bundan 18 yıl önce sarf ettiği yukarıdaki sözlerinden kendimize pay biçebiliriz.

1960’lardan bugüne yukarıda saydığım ülkelerden getirilen yabancıların (Türkiye hariç) tümü “Ausländer”lıktan çıkmış, AB’ye girerek terfi etmişlerdir. Bir bizim ülkemizin insanları Ausländer kalmıştır.

Diyeceksiniz ki, bizim ülkemiz de AB’ye dahil edilseydi, bir değişiklik olur muydu? Pek sanmıyorum.