Bir okur düşünün; iyi bir çevirmen olsun, metni teşrih edebilsin, derisini soyabilsin, iliğine kadar dilimlesin, her arter ve damarı izlesin ve sonra da tamamen yeni, duyarlı bir varlığı ayakları üstüne kaldırsın ve tahnitçi olmasın.
YAŞAR KARA
“Önce duyalım bakalım” dedi Hampti Dampti.
“Ben icat edilmiş bütün şiirleri açıklayabilirim
– ve henüz icat edilmemiş olanların pek çoğunu da.”
(Aynanın İçinden, 6. Bölüm)
Bir okur düşünün, kelimeler sayfanın üstünde bir araya gelmeden hemen önceki yazar olsun.
Bir okur düşünün, yaratma anından önceki anda var olsun.
Bir okur düşünün, bir hikâyeyi yeniden kurmasın; yeniden yaratsın.
Bir okur düşünün, bir hikâyeyi izlemesin; ona katılsın.
Bir okur düşünün, yazarın yazdıklarıyla ilgilenmesin, yazarın sadece sezdiğini bilsin.
Bir okur düşünün, metni altüst etsin, yazarın söylediğini olduğu gibi kabul etmesin.
Bir okur düşünün, hem cömert, hem açgözlü olsun.
Bir okur düşünün, bir sevginin diğerini dışlamadığını bilsin.
Bir okur düşünün, kitabın sonuna varana kadar okur olduğunu bilmesin.
Bir okur düşünün, cevaplar bulmak için okumasın, o yalnızca soru bulmak için okusun.
Bir okur düşünün, okuduğu her kitap bir dereceye kadar otobiyografi duygusu uyandırsın.
Bir okur düşünün; iyi bir çevirmen olsun, metni teşrih edebilsin, derisini soyabilsin, iliğine kadar dilimlesin, her arter ve damarı izlesin ve sonra da tamamen yeni, duyarlı bir varlığı ayakları üstüne kaldırsın ve tahnitçi olmasın.
“OKUMANIN OKUMASI”NI YAPABİLMEK…
Bu varoluşun içinde, olan biten şeylerin tümünün en insani olanı okumak belki de. Çünkü biz bu dünyada var olduğumuzdan bu yana, her şeyde, ilk önce bir anlam arayışı içine girdik. Zaman içinde durmaksızın yol aldık. Yol ve dil zaman zaman aynı basamakta, aynı sözde, aynı düşüncede tek bir yürüyüşte birleştiler. Dil, varlığın açıklığıydı ve yol her zaman o açıklığa çıkıyordu. Ama sadece bir okur bu açıklığa doğru yürüdü ve bu yolu ve yolda gördüklerini kendine dönüştürerek; onu, yani varlığı yani dili kendine mal etti. Okumak, dili kendine dönüştüren bir mal ediş değil miydi? Varlık, dil sayesinde kendini açığa vuruyor ve görünüşe gelmiyor muydu? Ya hakikat? Bu yüzden öteki yüze geçmek değil miydi? Tabii ki hakikat öteki yüzdü. Okumak ise öteki yüze yapılan sonsuz bir yolculuktu. Her şey kendi çağının içindeki dekadansını kendisi yaratırken, okumak bir su duruluğuydu, bir su kararlılığıydı. Bizim bu çürümenin, bu çöküntünün içinde bulabildiklerimizse, okuyabildiklerimiz oldu. Doğru okuyabildiklerimiz elbette. “Okumanın okuması”nı yapabildiklerimizi diyorum aslında.
Zaman denilen şey, unutuş denilen bir kara deliğin içinden geçebileceğini aklına getirebilir miydi bir gün, öylece akıp giderken? İnsanlar, önce görmenin duyusunu kaybettiler ve dünya doğuştan bir kör olarak doğdu bu sonsuz boşluğun içine. Ardından duymanın dokusunu, sonra dokunmanın. Bütün duyular kaybedildi ve unutuldu insanlar tarafından. Çünkü tanrı kendine yontmuştu her şeyi. Kendinden olan her şey de kendine yonttu var olduğundan beri. Bir kişi tanrıdan olmadı. O kendine yontmadı hiçbir şeyi; tuttu boşluğu yonttu. Bu bir “Boşluk Yontucusu”nun hikayesiydi. Bu hikayeyi bir okur yazdı. Okurun cesareti okumanın cesaretinden doğdu; okumanın cesareti de düşünmenin cesaretinden.
“OKUMAKTAN ÇOK BAKMAK İÇİN”
Bir şairin şiiriyle girişilen her düşünsel diyalog nasıl olmalı? Kim söz sahibi olacak: Okur mu, yazar mı? Düşünür kim olacak peki? Ya üçüncü göz? Hepsinin cevabı çok basit aslında. Ne mi? Cevap aramamak. Zeki Z. Kırmızı: “Daha duygusal bir yaklaşımı yeğledim, şiiri algılarımla yoklamak, somut yaşamımın girdisine dönüştürmek, onu varlığımı kuşatan bir hava olarak taşımak, onunla eğilip kalkmak, uyumak, konuşmak. Çevirilerle geleni değil, çevirilerle gelmeyeni kurcaladım haliyle. Dürüst, doğru her çeviri, getirdikleri denli getirmediklerindendir.” Yazılmış olanı okumak isteyen birisinin görüşleri değil bunlar yazılmamış olanı okumak isteyen biri ancak bunları söyler. Kafka da: “Gerçekten güçlüyüm, belli bir gücüm var ve bunu kısa ve örtük bir biçimde nitelemek istersek, bu benim ezgisel olmayan varlığımdır.” der. Ve ‘varlığını kuşatan’ şeyin,ezgisel olmayan bir yanı olduğunu söyler. Biri Kafka’ydı, biri de Zeki Z. Kırmızı. İkisi de içtendi. Ve ikisinin de içtenliklerinin biçimleri aynıydı. Yani güçleri. Güçlerinin yerindeki önsezileri. Duymak ve görmek için yetenek gerekliydi belki ama okumak için de duymak ve görmek gerekliydi. Görmeyi öğreniyorum demişti Rilke, Rodin’in yanında. Onun, bir nesneye şekil verirken, onlara nasıl anlamlar kattığını gördüğünde. Zeki Z. Kırmızı da “… şiirin tümünü göstermek istedim. Okumaktan çok bakmak için. Rilke sanırım bunu isterdi, bakmamızı ve şiiri görmemizi.”
Bir örümcek nasıl ağını örme sorumluluğu taşıyorsa, bir arı bal yapma ve bir karınca boyundan büyük yiyecekleri yuvasına taşıma; okumanın sorumluluğunu böyle taşıyarak sayfalar çevirmiş ve her sayfasında sanki hayata yeni bir sayfa açarcasına heyecanla, satırların en mahrem yerlerine gire çıka yolculuğuna soluksuz devam etmiştir. Yalnız bir farkla; sayfalar onu nereye götürmek isterse o oraya gitmemiştir. Kendisi nereye gitmek isterse oraya sapmıştır. Yani kendi yansımasından geçtikten ve onun ardında uzanan labirent ülkesini boylu boyunca aştıktan sonra Rilke ormanına varır Zeki Z. Kırmızı. Ve “Dönüp baktığımda onun şairliğinin daha en başından arayışla ilgili olduğunu anlıyorum.” der.
RİLKE ORMANINDA
Alberto Manguel’in, Aşık Veysel’in “Güzeliğin On Par’etmez” şiirini okuduğunu sanmıyorum. Ama, Aşık Veysel bu şiirinde; Kim okurdu kim yazardı/Bu düğümü kim çözerdi/Koyun kurt ile gezerdi/ Fikir başka başk’olmasa dizeleriyle, Managuel’in, “İdeal okur, kelimeler sayfanın üstünde bir araya gelmeden hemen önceki yazardır.“ sözleri soru-cevap gibi olmuş. Aşık Veysel: “Kim okurdu kim yazardı” diye sormuş ve Alberto Manguel de “Okur (ideal), kelimeler sayfanın üstünde bir araya gelmeden önceki yazardır.” diye cevaplamış sanki.
Zeki Z. Kırmızı, Rilke okumaya karar verdiğinde bu okumanın yalnızca ‘okumak’ olmadığını biliyordu. Bu okumanın iki yalnızlıktan kurulu olduğunu; daha doğrusu bir yalnızlığın öteki yalnızlığın içine doğru bir yolculuk olduğunu kesinlikle saptamıştı. İdeal okur, okumaya önce yapıtların yaratıcısından başlar. Sonra da sırasıyla bütün yapıtlarını okur. Ama hep, ilk önce kendinen başlar. Rilke okumak demek, varoluşa ilişkin görüngeyi genişletmek, görü alanınızı tanımsız aralıklara ve onun varlıklarına yöneltmek demekti. Rilke okumak demek, aslında cesaretinden söz etmek, buradayken burada olmama cesaretinden söz etmek, sevmeyi zorundan, şiddetinden kurtarma cesaretinden söz etmek demekti. Rilke okumak demek, en az iki dünyalı bir şiirle karşı karşıyayız ve kendi dünyamız yetmeyecektir diyebilmekti. Rilke okumak demek, Rilke şiirinin bulanıklık katmanı okurun odaklanma derinliğiyle ilgili. Rilke şiirine aynı zamanda ‘bakan’ okur, odağını düşürmek istediği yerden şiirin açımlandığını görecektir. Bir tümceye odaklanan, arkayı, sonsuzu bulanık görecek ya da tersi diyerek okurun okurunu bilinç katına çıkarma çabası demekti. Rilke’ninbütün o yaşanmışlıkları, ölümleri, çelişkileri yalnızlığının bilincinden başka bir şey değildi. Zeki Z. Kırmızı’nın bakışı bu yalnızlığa bir bakıştı. Ama tam anlamıyla bu bakış; “’Odradek’i anıştıran…Yani algımıza güçle çarpan ama asla yakalayamadığımız bir bakış ki: O dabir yalnızlığın, bir başka yalnızlığın içe dalışı demekti.
AVUNTUSUZLUK İHANET KALDIRMAZ
“Rilke’den ve şiirinden söz ederken, aslında cesaretinden söz ettiğimiz anlaşılıyor. Buradayken burada olmama cesareti vardı onun. Sevmeyi zorundan, şiddetinden kurtarma cesareti. İki yerde, iki yürek ve usla iki parça olmak ve yine şiiri yazan el, şair, Rilke kalmak az buz şey değildi. Avuntusuzluğun gücü olur mu? Onda olan şey buydu. Yapıtı boyunca Kafka’da olan şey yani.”
“Avuntusuzluğun gücü olur mu?” Avuntusuzluğun bir gücü olması için ne ve nasıl olması gerekir o avuntusuzluğun? Yoksunlukların erdem yapılması, varoluşunun özünün derinden kavranması, ölümün hayatın öteki yüzü olarak algılanması ve bu algının her nefes alışta hissedilmesi. Ölüm, hayatın öteki yüzü ise avuntusuzluk da güce dönüşebilir belki. Ama bu dönüşüm hangi bedenin hangi ruhu içinde gerçekleşir? Ve bu avuntusuzluk ihanet kaldırmaz. İhanet ettiğin anda seni yutabilir ve senin gücün olmaktan çıkar. Avuntusuzluğa teslim olmak onun ellerinden akıp gitmek ve şiirin esirgeyiciliğine inanmak gerek.
Tıpkı şiirin Rilke’ye inandığı gibi. Tıpkı gerçek bir okumanın, hep haz duyulan bir hazzın gerçekleşmiş hali olması gibi. Haz duyulan an, tam da bir yaratma anına denk gelir. Tıpkı Boşluk Yontucusu’nun, Zeki Z. Kırmızı’nın okumanın sonuna yaptığı yolculuğun ötesinde duyulan hazzın gerçekleşmiş hali olması gibi.
Kaynakça:
1- Okumalar Okuması, Alberto Manguel, YKY Çeviri: Sevin Okyay
2- Boşluk Yontucusu, Zeki Z. Kırmızı, Yazılı Kağıt Yayınları