Üzere

İşte hepsi yerine oturuyor. Bu küçük eli, dedenin avucu kavrıyor. Babaannenin eli, dedenin omzunda. Çırağın eli çay tepsisini çevirmek üzere çengelinde. Yeşil kepli kunduracı amca, neydi adı, eli dizinde ötekisi yumruk olmuş. Bakkalın eli havada, belli ki bir tanıdığa selam vermek üzere sallanmakta.

GİZEM PINAR KARABOĞA

H.G’ye kara kargalarla

Eminim: Her parça burada, masanın üzerinde. Sadece bir yığıntı gibi görünüyor ama hayır; yalnızca hatırlamam gerek. Her birini kendi boşluğuna yerleştirmeliyim, hepsi

Terzi bugün kendine bir tulum dikmeye karar verdi. Bebek uyku tulumları gibi. Onu sıcak tutacak, sağlam bir kumaş olsun istiyordu evvela. Şardonlu yün kumaşta karar kıldı. Dolabını kurcalayıp en alttaki çekmeceyi açtı, en derindeki taş rengi kumaşı çekti. Masaya atıp katlarını açarken desensiz, tüylü yüzünü okşadı. Belki bir başlık da yapardı kendine. Tulumunun şapkasını başına geçirir tek kişilik koltuğunda,

Yorgunluk. Kumaşı çift kat yayıp üzerine yarım kalıbı serdi. Artık gözü alışıktı, öyle kalıbı iğnelemeye, sabunla çevresini çizmeye ihtiyaç duymuyordu. Yuvarlak bıçaklı kesim motorunu alıp kumaşın üzerinden geçti. Bazı yerlerine ustalıkla kesikler attı, cepler oydu, beli için kuşak biçti. Katladı, böldü yaydı ve sonunda kumaşı açtığında,

Fakat anlamıyorum kaç kişi var bu fotoğrafta? Her köşeden eller çıkıyor. Uzanan, tutan, sarkan, büyük küçük eller. Kime ait bunlar? Bunca uzvu nasıl

Pencere açıktı. İklimler dakikalarca değişiyordu. Az evvel, yani terzi biçkiye kalkıştığında, mevsim yazdı. Güneş tam on iki dakikadır bir bulutun ardına saklanmamıştı, gökyüzü açıktı. Şimdi ise karanlık; yağmur bulutlarıyla kasvetli. Bunda şaşılacak bir şey yok doğrusu. Karayel, olanca kudretiyle odaya daldı ve hafiflemiş şeyleri havalandırdı. Kırpılmış kumaşları uçurdu, suyu içilmiş sürahiyi devirdi sonra da avuçlarındaki fotoğraf parçacıklarına bakan terziyi sarstı. Böylece tüm kırıntılar paramparça, her yana

Pekiyi en başta bu fotoğrafın kumaşın arasında ne işi vardı? Farkında bile değildim onu bunca yıl sakladığımın, farkında bile değildim onu parçaladığımın. Şu kırpık, çizgili viskon bir gömleğe benziyor, işte başının yırtığından ayrılmış bir kep, bölünmüş suratlar, masanın tek bacağı ve sokaklara doğranmış cadde…

Rüzgâr misyonunu tamamlamış, yerini usul usul yağan kara bırakmıştı. Terzi titreyerek pencereleri kapamaya koştu. Etrafında şöyle bir dönüp odaya savrulmuş fotoğraf parçalarını aramaya girişti. Cam kırıkları, kâğıt kesikleri, makaslar, toplu iğneler, devrilip ipleri karışmış bobinler, işte birkaç zerre! Odayı didik didik arayıp kırıntıları ceplerine doldurdu. Kumaşların arasına, dolabının kuytusuna, çukurlara, oyuklara baktı. Hep,

Güneş yakıcı dilinde kar tanelerini çoktan eritmiş, bulutları yırtıp gökyüzüne yerleşmişti. Dakikalarca kavuracak, işkence edecekti ve ardından yağmur bastıracaktı. Şehrin her yerinde dev binaların iskelelerinde çalışan işçiler hızlandı. On iki dakika içinde bir iş yerinin daha çatısı örülmeliydi. Dozerlerin kontağı çevrildi, toz gürültüyle kalktı; bir küçük yapı daha yıkıl

Önce köşeleri bulmalıyım. Ardından aynı renkten olanları bir araya getireceğim. Şimdi sadece ayırmalıyım. Fakat her renk öyle bir sepya içinde eriyip kaynaşmış ki. Ve köşeler… onlar zamanın şekerleme yaptığı devirlerde nazikçe kıvrılıp yumuşamayı bilmiş. Hiç köşe yok, kenar yok. Sanki parçaların hangisini merkeze koysam tüm fotoğraf bu çekirdekten yeniden büyüyecek gibi

Toz dinip çöktüğünde, pencere pervazında gördü onu: Fotoğrafın bir parçası daha! Aralarında sadece, terzinin az önce üzerine kapadığı cam. Ardında bir sonraki rüzgâra meyilli, bir daha ele geçmemek üzere temkinli parça, ardında yıkılmak üzere boşaltılmış bodur binalar, ardında kapanmak üzere ve açılmak üzere kiralık tabelası indirilip kaldırılan dükkanlar, devrilmek üzere ağaç, rüzgâr çıkmak üzere

Nezaketsizce pencere kulpuna asılıp anının üzerine atıldı. Bir parça elinin ayasında ezilirken birkaç kırıntı ise düşmeye başladı. Nasıl da parçalandın bu kadar, diye düşündü terzi arkalarından bakarken. Arkalarında kalan terzi gittikçe küçülüyordu. Neredeyse

Hepsi de benim değil bu parçaların. Bazısı yalnızca atık! Kopmuş, bölünmüş, ayrılmış ne varsa dışarıda, içeri almışım. Akıl alır gibi değil; hangisi gerçek, hangisi çöp

Fırladı peşlerinden. Yeni dökülmüş asfalta yapışmıştı biri, kapkara erimekteydi. Birkaçı, sökülmek üzere aralanmış Arnavut kaldırım taşları arasına yuvalanmıştı. Her birini ceplerine doldurdu. Birkaç kırıntı titreşerek havalanıp karşıki metruk binanın içine savruldu. Yağmurlardan evvel yakalamalıydı hepsini. Ve fotoğraf tastamam bir bütün ettiğinde, terzi bundan böyle belki de hep baharları

Belki de tüm parçaları, olduğu gibi vermeliydim çocuğa. Ceplerimi göstermeliydim ona. “Bak işte sadece bunlar var; kırıntılar yalnız” Belki o, pislikleri ayıklar, aslını birleştirir, bir bütün ederdi. Hayır, yapamazdı. Ona yapıştırabileceği hiçbir şey veremezdim ki. Bir yara bandı bile

Kapı boşluğundan apartmana girdi. Loş, dar bir koridorda, köşede bitkisi çürümüş, saksısı çatlamış bir kütle, duvarlarında dip dibe boyanmış, birbirinin içine geçmiş resimler: Bir papatya dalı, aynı zamanda sertleşmiş bir penis gövdesiydi. Çiçeğin göbeğinden, gülen suratlar fışkırıyordu. Suratların gözleri meme ucuna benziyor, kesik çizgilerle belirtilen bakışlarından mermiler fırlıyordu. Tüm mermiler duvarlar boyunca ilerledikçe kanatlanıp birer sineğe, ardından da sadece karalamaya dönüşüyordu.

Basamakları çatlamış merdivenin dibinde kırıntıları görüp cebine attı. Eve dönmek için acele ediyordu. İleride şimşeklerin korkunç ışıklarını görmüştü terzi. Az sonra sesi de gelecekti.

“Abla! Abla!”

Metruk binalardan, pencerelerden, çatılardan sıçrayarak kediler gibi terzinin arkasında birikmişti çocuklar. Ona sesleneni önde, diğerleri arkada bekleşiyordu.

“Para var mı?” dedi nihayet. “Açım abla, paran var mı?”

Çocuklar hep esmer mi doğar diye aklından geçti terzinin, böylece yağmur,

İşte hepsi yerine oturuyor. Bu küçük eli, dedenin avucu kavrıyor. Babaannenin eli, dedenin omzunda. Çırağın eli çay tepsisini çevirmek üzere çengelinde. Yeşil kepli kunduracı amca, neydi adı, eli dizinde ötekisi yumruk olmuş. Bakkalın eli havada, belli ki bir tanıdığa selam vermek üzere sallanmakta. Kıraathanenin muşamba tentesi birden şişip havalanmakta. “Salla ulan” diyor dede “haydi Kirkor Efendi” Yumruğu açılıyor zarlar çarpışıyor tavlada. Çırak iki kez çeviriyor tepsisini. Babaannem dedemin omzuna vurup altın dişlerini örtüyor gülerken. “Hassiktir ulan” dediğinden dedem, kırık taşlarını toplarken. Kirkor amca sesleniyor, keyfi yerinde “Hemido, oğlum çay!” Bakkal içeri girip radyoyu açıyor. Koşuveriyorum peşinden dedemin avuçlarından sıyrılıp ‘bir tane Yaz- buz amca!” Cebimde bozukluklar

“Yok” dedi terzi ona. Yok ama nasıl bir yağmur başladı birden.

“Hiç mi yok” dedi çocuk küskün, terzinin şişkin ceplerine bakıyordu. Başıyla arkasındakileri işaret etti, öfkeli:

“Ben bunlar gibi mülteci değilim abla, buranın sokak çocuğuyum!”

Yağmur sokaklarda aktı, köpürdü. Kediler, köpekler ve çocuklar çil yavrusu gibi dağıldı. Birkaç dakika içinde hepsi, çıktıkları oyuklara geri döndü. Terzi evine girip ceplerindeki kırıntıları,

Ben oradaydım. Onlar benimleydi. Biz

Oturdu birleştirdi. Güneş gittikçe yükselirken kar taneleri de birer ikişer dökülmeye başladı. Terlerken içi titredi terzinin. Masasına şöyle bir göz attı: Şeffaf tulum kalıbı ile, büyük kumaştan kestiği iki kollu iki bacaklı iki boyutlu beden buradaydı. Suç mahallinde iki ölü

Terzi bu gece kendine bir elbise dikecekti. Taş rengi, şardonlu yün kumaşı kaldırıp üzerine sardı. Kozasından başını uzatıp fotoğrafa bir kez daha baktı. Babaannesinin beyaz elbisesi için poplin kumaşa ihtiyacı vardı. Dolabını kurcalayıp

En baştan

Başladı.