İster üretici ister tüketici olsun tüm yurttaşları kapsayan bir bilinçlenme gerekiyor ki bunun karşılığı ciddi anlamda tarımsal bir devrimdir. Bunu yapabilecek devrimci bir siyasi görüşün ülkeyi yönetmesi veya bu devrimi talep edecek bir halk gerekiyor. Önemli olan halkın, gıda güvencesi ve bağımsızlığına sahip olmadığının farkına varması ve bunu talep etmesidir
ALİ HAN EREÖRNEK
Geçen haftaki yazımda, Küba’da uygulanan ekolojik kent tarımı konusunu işlemiştim. Yazıyı da; “Türkiye’de ekolojik kent tarımı uygulanabilir mi?” sorusunu sorarak bitirmiştim. Yanıt aramak için bu hafta kendi kendimle bir söyleşi yaptım. Keyifli okumalar dilerim.
– Türkiye endüstriyel tarımdan vazgeçip doğa ve insan dostu ekolojik kent tarımı yapabilir mi?
Sorunun cevabı, hem evet hem de hayır. Yazımda bahsettiğim gibi Küba, zorunluluklardan ötürü böyle bir üretim biçimine yöneldi. Uyguladığı yöntemle de vatandaşlarının hem gıda güvencesini hem de gıda bağımsızlığını sağladı. Türkiye içinse endüstriyel tarımı terk ettirecek bir zorunluluk yakın zamanda gözükmüyor.
-Bunu başarabilmek için bir zorunluluk bulunması mı gerekiyor?
Kesinlikle gerekmiyor; ancak yurttaşını, doğayı ve ekolojiyi korumak için sahip olunması gereken bilincin çok altındayız. Bizim gibi ülkelerde iş işten geçtikten sonra birtakım önlemler alınmaya çalışılır. Örnek olarak Marmara Denizi’ndeki ‘deniz salyası’ (müsilaj) felaketini verebiliriz. Bu konu bile alınan veya alınabilecek önlemlerin bilimselliği ve yeterliği konusunda hepimizin kafasında soru işaretleri bıraktı. Kısacası uzun dönemli bir koruma ve planlama yapmak yeterliğine sahip politik ve ideolojik eksikliğimiz var.
– Öyleyse ekolojik kent tarımına geçmek için nasıl bir yöntem izlenmeli?
Öncelikle ben konuyu ikiye ayırmak istiyorum. Birincisi ideolojiyi de kapsayan teorik yol, ötekiyse bilimi de kullanarak yapılacak uygulama yolu. Birincisini başarmadan ikincisini yapmak bizim gibi ülkelerde oldukça zor. Teorik yolun içinde ister üretici ister tüketici olsun tüm yurttaşları kapsayan bir bilinçlenme gerekiyor ki bunun karşılığı ciddi anlamda tarımsal bir devrimdir. Bunu yapabilecek devrimci bir siyasi görüşün ülkeyi yönetmesi veya tabandan yukarıya bu devrimi talep edecek bir halk oluşması gerekiyor. Önemli olan halkın, gıda güvencesi ve bağımsızlığına sahip olmadığının farkına varması ve bunu talep etmesidir. Ondan sonraki süreçler de kolay değildir, ancak bunu bir ilk adım olarak düşünürsek çok önemlidir.
– Halk bu bilince sahip olabilir mi?
Genellikle bunu devrimci yönetimler sağlar ki bizim ülkenin siyasi yapısı buna çok uzak. Bizim insanımızda bu konuda yavaş da olsa bir bilinç gelişiyor. Ülkenin hemen her yerinde yetişebilecek yiyecekler, ithal edilip üstelik pahalı da satılıyorsa insanlar tabii ki bilinçlenir. Üstelik bu konuda tepkiler de gün geçtikçe çoğalıyor. Seçimlerde sandık başına gidildiğinde oluşan tepkiyi “atılacak şamar” gibi görmekse sürekli yerinde saymayı beraberinde getiriyor.
Kısaca pek bir şey de değiştirmiyor bu sandık demokrasisi. Bu tepkiyi, umuda taşıyacak bir siyasi bilinç ve istem oluşmuyorsa bu tepkiler de hayal kırıklığı ile sonuçlanır. Yurrtaş şunu kesinkes öğrenmek zorunda ki “gıda güvencesi, bağımsızlığı herkesin hakkıdır.” Bu hak ucuz, besleyici ve çevreyi koruyacak bir yolla sağlanmalıdır.
– Küba’daki tarım modelinin en önemli özelliği nedir?
Aslında bunu, sadece bir özelliğine önem vererek açıklamak yanlış olur. Birkaç başlıkla özetleyeyim: Öncelikle tarımın büyük kentlerin içinde yapılması lojistik açısından önemlidir. Hem ekonomik olarak ucuza gelir hem de fosil yakıtın az kullanılması veya kullanılmaması açısından çevreci bir yoldur. Ayrıca kent içindeki bahçelere kamu sağlığı gerekçesiyle kimyasal gübre veya ilaç atılmadığından daha sağlıklı bir hava ve besin ortaya çıkıyor. Bir diğer avantajı kentteki işsiz nüfus için bir istihdam yaratması ki Küba’daki kent bahçelerinde yüzde yedi civarında bir oran yakalanmış. Ayrıca kooperatifler ve yatay dikey örgütlenmelerle kentliyi karar alma ve üretim süreçlerine dahil ediliyor. İnsanların beslenme gereksinimleri ve üretim kararları aslında hep birlikte alınıyor, bir dayatmaya veya özensizliğe izin verilmemiş oluyor.
– Böyle avantajlı bir tarım sisteminin bizim gibi ülkelerde uygulanmak istenmemesini hâlâ anlayabilmiş değilim. Neler düşünüyorsun?
1950’lerden bu yana birçok hükümet gibi AKP de geleneği devam ettiriyor. IMF ve DB dayatmaları küresel yapıların tarım sahalarına girmesini kolaylaştırdı. Arada istisnalar olsa da hükümetler küçük çiftçiliği bitirmeye ve ithal ikameci yöntemler izlemeye devam etti. Bunun sonucu da ucuzluk olmadı. Bu ithal ikame edici yöntem, iktisat kitaplarındaki safsataların birçoğundan yalnızca biridir. Anadolu’da yetişen mercimeği Kanada’dan alan hükümet ucuzlayacağını öngörür. Kanada çiftçisini kalkındıracağına kendi üreticisine destek vermek işlerine gelmez. Ege sofralarının olmazsa olmazı mis gibi börülce Madagaskar Adası’ndan ithal edilir. Sonuç ucuzluk olarak da cüzdana yansımaz. Kaybeden hem üretici hem tüketici olmakla birlikte siyasi hegemonya çöreklendiği makamdan dakika başı politika değişikliği yapar.
Hatta AKP örneğinden gidersek Sudan ve Nijer ülkelerinden tarımsal araziler kiralar, ortak şirketler kurarlar. Orada üretilecek hayvan yemi ve gıdalar ithal edilecek, şirketler para kazanacaktır. Nakliye için tonla para ödenecek ve üstelik lojistiğe harcanan o yakıtlar sonucu çevresel maliyet de ülkedeki vatandaşa yüklenecektir. Kapitalizmle böyle içli dışlı olan hükümetler vatandaşını düşünmez, çevreyi hiç düşünmez!
– İlk sorumu yanıtlarken umutlu olduğunu söylemiştin, o umut neydi?
Küba tarımı birçok yerde uygulanabilir hatta ülkemizde bile. Tabii ki sistemi bire bir kopyalamaktan söz etmiyoruz. İklim, coğrafi, ürünsel çeşitler ve sosyolojik farklıklara göre kendine özgü olması lazım. Ülkemizde gittikçe daha çok kişi doğal ve organik olarak üretilen besinleri tercih etmeye başladı. Şimdilik maddi alım gücü, görece daha iyi olan insanlar bu konuda daha bilinçli ve istekli. Yine de artan sağlık sorunları da iyi beslenmeye karşı taleplerin ve ihtiyaçların, maddi seviyeye bakmaksızın değişmeye başladığını gösteriyor. Kent bahçelerinde, teras ve balkonlarında hatta saksılarda kendilerine besin üreten insan sayısı artıyor. Buğday Derneği’nin hayata geçirdiği organik pazarlar İstanbul gibi büyük kentlerde gittikçe önem kazanıyor. Bunlar yaygınlaşırsa ve üretim süreçleri kent içlerinde uygulanırsa fiyatlarda da makul düzeye inip ekonomik gücü daha geniş kitleye hitap edebilir. Bu gelişmeler tabii ki gelecekteki gıda arz ve talebi için değişik arayışlar ve benim açımdan umut verici.
– Son olarak neler söylemek istersin?
Köy Enstitüleri ve kooperatifler yıllarca bu ülkede “komünist yapılar” olarak etiketlendi ve kötülendi. Kooperatiflerin bir kısmı hâlâ düzgün iş yapıyor ve oldukça önemliler, ama kanunlarla şirketleşmeleri zorunlu tutulup özerklikleri devletçe ellerinden alınıyor. Ziraat mühendisliği fakültelerinde yıllardır doğayı, insanı ve çevreyi yok eden uygulamalara hâkim endüstriyel tarım metotları öğretiliyor. Birçoğu iyi niyetli bu mühendisler, benim dillendirdiğim bu tarım reformuna katkı sağlayabilir mi şüpheliyim. Doğal ve organik tarım uygulayıcıları gün geçtikçe artıyor. Ziraat eğitimlerinin, biyolojik mücadele yöntemlerinin bu doğrultuda değişmesi gerekiyor. Enerji konusunda nasıl alternatif yöntemler tasarlanıyor ve düşünülüyorsa tarım konusu da bundan nasibini alması gerekiyor. Topraksız ve susuz üretim yöntemleri geliştiriliyor. Belki yakın zamanda tarlalara ve çiftçilere gerek bile kalmayacak. Ancak bu yöntemlerin de sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. Burada esas sorun; toprağı biyolojik olarak zenginleştiren, biyolojik çeşitliliği artıran bir yöntemin daha bilimsel ve sürdürülebilir olması. Aksi takdirde ilerleyen sürecin yeni metabolik yarılmalara yol açacağını düşünmek için kâhin olmaya gerek yok.
Sonuç olarak üretici ve tüketici yurttaşlar olarak omuz omuza vermemiz gerekiyor; bize dayatılan tüketim kültürüne karşı, kendi beslenme kültürümüzle karşı koymamız gerekiyor. Bunu üretecek yöntemleri yüzyıllardır biliyoruz ve uyguluyoruz, hatta şimdiki bilimsel gelişmelerle birlikte yapmanın ve örgütlenmenin tam zamanıdır. Yemek yemek de politik bir iştir artık. Japon mikrobiyoloji ve tarım bilimcisi Massanobu Fukuoka, “Bir ekin sapından bir devrim yaratılabilir” demişti kitabında. Bu devrimi istemenin günü olsun bugün. Gün gıda bağımsızlığına adım atma günü olsun.
PAYLAŞMANIZ İÇİN