“Ben o yaralanmış hayatları anlatırken toplumsal bütünü verebildim mi? Bunu duyurabildim, sezdirebildim mi? Yaşamın her anının güzel olmadığı ama yaşamın bütünsellik içinde güzel olduğunu söyleyebildim mi? Bunları bilemiyorum. Ama bildiğim tek şey var; ben bu romanı hiçbir romanımda gerçekleştiremediğim kadar yetkin bir dille yazmaya çalıştım… İsterseniz kendini övüyor diyin. Ben bu romanı içimin bütün genişliğiyle yazmaya çalıştım ve böylesine yazdım. Sanki Türkçenin yüreğinden, iliklerinden öptüm.”
ŞENAY ÖZÇELİK KOCA
– Merhaba İrfan Bey, Sonsuz Dönüş Mitosunda ben sizinle söyleşmeyi seçtim, sizce sakıncası var mı, kabul eder misiniz?
– Güzel olur, söyleşelim…
– Sizce edebiyatın anlamı nedir, sanatçının topluma karşı bir görevi, sorumluluğu var mıdır?
Bir gerçeği nitelikli bir dil aracılığıyla duyusal, duygusal olarak yansıtan sanatsal yapıtlar topluluğudur edebiyat bence. Sanat nitelikli içerik, nitelikli biçimle oluşur. Örneğin böyle bir romanı ya da öyküyü okuduktan sonra bir bayram sevinci kaplar adeta içimizi, eski yerimizde değilizdir artık, daha üstün bir yerdeyizdir. Topluma vereceği de budur bence.
– Nitelikli sanatçı çok okunan sanatçı mıdır? Her okurun anlayacağı düzeyde yazmak olası mıdır? Nitelikli sanatçı ortalama kişinin gördüğü gerçekliği mi görüp anlatır?
– Hayır, bence değil… Benim Fransız edebiyatında en beğendiğim yazar olan Stendhal, yaşadığı zamanda pek ilgi görmemiş ama Balzac onu çok övmüş, onun yüz elli yıl sonra anlaşılacağını söylemiştir.
– Doğum ile ölüm arasındaki herhangi bir yaşam öyküsünü roman yapan nedir?
– Roman, bir gerçeğin duyusal, duygusal yansısı değil mi? Bunu düşleriyle, görgüsüyle, bilgisiyle yapar romancı…
– Son Bahçeler’in öz ve biçimindeki diyalektik uyum dikkat çekiyor. Öz ve biçimdeki uyumun yapıta katkısı ne?
– Adnan Benk, Kemal Bilbaşar’ın bir öyküsünü eleştirirken. diyor ki, kızı topal olarak betimlemiş, fakat kızın topallığının hiç bir işlevi yok öyküde. Peki bu kızı niçin topal gösterdin, bu zavallı, topallığı nedeniyle evde kalmış olsa ya da başka bir sonucu olsa topallığın ama böyle bir sonuç da doğurmuyor ayağın topal oluşu. Olmaz, yok, boşu boşuna zavallı kızı topal bırakmışsın, diyor.
Roman hayatı baltalanmış, hayatı bozulmuş insanı anlatmalı.
– Son Bahçeler’i yapısalcı anlayışla mı yazdınız?
– Kullanılan her söz, seçilen mekan, kişi, onunla aktarılan olay ve durum amaca yarayışlıysa ve anlatımda fazlalıklar yoksa evet yapısalcılık anlayışına uygun diyebiliriz.
– Siz Yapısalcı Anlayış hakkında ne düşünüyorsunuz?
– Bu noktada kendi düşüncemi söyleyeyim sana. Ben Yapısalcılığı belirli bir yere kadar kabul ederim. Onun adı da ne, şu; yani her tür kendi yasalarına göre incelenmelidir. Yapısalcılık bunu bize sağlar. Bu roman mı, değil mi; yapısalcılık bunu belirler.
– Her gün yeni kitaplar çıkıyor sayfa sayısına bakıp türü roman diyorlar ve yazarından kısa ömürlü oluyor, çoğu okunmadan unutulup gidiyor. Bir yaşantı romana nasıl dönüşür?
– Biri diyor ki ben 12 Eylül’ü yazdım. Tamam ama bu onun işi değil bırak 12 Eylül’ü tarihçiler yazsın.12 Eylül romana nasıl aktarılabilir? Bu nasıl olur? 12 Eylül’deki kıyımla oradaki insanları anlatabilirsin. Roman insan dünyasını anlatır. Hayatı baltalanmış, hayatı bozulmuş insanı anlatmalı. Bunu yaparken dil ve diğer nitelikler de seçkin olmalı. Ben yazdım, budur, demek olası değil. Zaman en adil yargıç.
– Son Bahçeler’de Stoacı felsefeden yararlanıyorsunuz? Bunun gerekçeleri neler?
– Bu romanda Stoacıları yalnızca hayata bakış açısı yönünden ele aldım ve onların sarsılmaz denilen Stoacı özelliğini Yahya Kemal, Rindlerin Hayatı şiirinde şöyle dillendiriyor:
“Bazen kader, gelen bora halinde zorludur;
Dağlar nasıl bakarsa siyah ufka öyle bak.”
Yani Stoacıların en ağır doğa koşulları altında, toplumsal koşullar altında hiçbir zaman sarsılmayacaklarını ve bunu yaşam sürelerinde bir idman, bir egzersiz sayesinde kazandıklarını ve eski çağ Yunan Felsefesinin en önemli akımlarından biri olarak düşünerek Stoacıların bu yaşamlarını burada dillendirmeyi adeta bir görev bildim.
– Son Bahçeler’de kişi adlandırmaları oldukça etkileyici; bu adlandırmaların kullanılması hangi amaçları taşır?
– Adlara gelince bu roman kişilerinden Albay’ın yaşamı adlandırışı. Adları Albay koyar. Albay, muzip biri ama acı dolu, bitmeyen acılar içinde yaşayan ama bunları biraz uçukluğu sayesinde aşıyor görünen ve hayatın her anında oğlu Eylül’ün acısını çeken bir bilinç yansıması.
Sartre insanın kendi yok oluşuna odaklanamadığını söyler. Bilinç bu gerçeği kabullenmez.
– Yaşam nedir sizce? Yaşamın bir anlamı var mıdır?
– Doğumla başlayan süreç, aynı zamanda ölüme evrilen süreç bir bakıma. Yaşam, bir organizmanın ölüme karşı savaşı mı? Bu bazen çok erken bitiyor doğada. Düşün ki Mayıs sinekleri birkaç saat yaşıyor ve ölüyorlar. Bunlar döllenmeyle ilişkili olarak geliyorlar, üremeyi yapıyorlar ve fonksiyonlarını bitiriyorlar. Kelebekler birkaç gün daha uzunu bir hafta yaşıyor, ölüyorlar. Doğadaki bütün organizmaların en önemli işlevi üreme… Üreme bittikten sonra ölebilirler ama tıp bilimi insan için bu süreyi çok uzatıyor. Bugün üretim güçlerinin büyümesi, tıp biliminin gelişmesi sonucunda yüz yaşına ve ötesine dinç ve pek çok açıdan üretken olarak ulaşabiliyor günümüz insanı… Burada, romanda toplanan bu insanlar, aşağı yukarı benzer nedenlerle bir aradalar. Birbirlerinin acılarını ve sevinçlerini bütünlerken yine de birbirlerine her an ölecekmiş gibi bakıyorlar. Yaşamın tadı bitmiyor. Öyle ki kimileri ölümden sonrayı da güzelleştirerek, dinsel metinlerden etkilenerek yok ülkesini içlerinde çok büyütüyor, kimi zaman biricik gerçek olan bu yaşamı kıyıda bırakıp düşlerine dalıyor, bağlanıyorlar bütün varlıklarıyla. Bunu yapmayan tek kişi Yazar’ın annesi. O, evrende her şeyin madde olduğu, zamana ve mekana bağlı bu maddenin gerçeğini eğitimiyle kavramış. Beş duyumuzla algıladığımız şeylerden hiçbirinin gerçekte var olmadığını söylüyor. Temel yasalardan sayılan Entropi Yasası, evrende her nesnenin kendini minimum enerjiye ve maksimum belirsizliğe doğru çektiği ve her nesnenin hatta evrenin de zaman içinde yok olabileceğini söylüyor. Bu tek yönlü süreçler insan için de yaşlanma ve sonun işaretidir. Bu ısı değişimiyle anlatılırsa sıcak bir bardak suyun ısısını dışarı vererek soğuduğu ama dışarıya yayılan bu ısının yeniden bardağa dolmadığını veya kapağını açtığımız parfümün kokusunun uçup çevreye yayıldığını ve dışarı çıkan gazın özel bir işlem olmadan şişeye geri dönmediğini, maddenin ayrıştığını gözlemleyebiliyoruz.
-Roman kişiniz, yazarın annesi, yaşamın anlamını hangi yetkesiyle bu kadar iyi kavramıştır?
– Felsefe biliminin disiplinleri onu en bilinçli kişi yapar. Sorgulamayı öğrenmiştir. Yaşama sorular sorarak bakar. Felsefe Öğretmeni olan Yazar’ın annesi aydınlık bir bilinçtir ama annenin de sonu her son gibi kötü oluyor.
– Romanda anne kendindeki değişimi çatlayan ve suyunu sızdıran toprak saksının durumuna benzetir? Bu imgeyi biraz açabilir misiniz?
– Sartre insanın kendi yok oluşuna odaklanamadığını söyler. Bilinç bu gerçeği kabullenmez. Felsefe öğretmeni anne kendi gücündeki yitmeleri sezinler… Biz buna tıpta alzheimer diyoruz. Düşün ki en iyi bildiği şeyi artık anımsamıyor ve yapamıyor; unutabiliyor kendi adını bile… Tıpkı toprak testideki suyun ince bir çatlaktan sıza sıza testiyi boşaltması gibi bedensel, zihinsel eksilmeler böyle böyle yaşanır…
Bütün umutlarımızın bittiği yerde, yaşama dayanamadığımız anlarda önümüzde ölüm gibi tutunacak bir dal var.
– Yaşamda da yazında da incelikler arayan, sorgulayan, seçen bir yapınız var. Her yapıtınız dil, konu, biçemiyle eskimeze ulaşmış bir işçilik eseri. Beğeni sınırlarınızı az çok biliyorum. Bu yapıtınız için “evet, yazabildim!” diyebiliyor musunuz?
– Bu romanı yazarken birtakım düşündüklerim vardı: konu ve izlek dışında… Acaba ben bunu nasıl yazarım diye? Bu “nasıl” olması gerektiği sorunu kadar “nasıl” oldu bilinmezliğini de barındırır. Bilmiyorum, sağlam bir perspektifim olabildi mi? Doğru bir bilincim olabildi mi? Ben hep o yaralı kişileri tek tek anlatırken yani yaralanmış hayatları anlatırken toplumsal bütünü verebildim mi? Bunu duyurabildim, sezdirebildim mi? Yaşamın her anının güzel olmadığı ama yaşamın bütünsellik içinde güzel olduğunu söyleyebildim mi? Bunları bilemiyorum. Bu sorular, gelecekte bulacak yanıtını.
– Ölüm nedir?
– Bütün umutlarımızın bittiği yerde, yani yaşama dayanamadığımız anlarda ya da o büyük süreçte önümüzde ölüm gibi tutunacak bir dal var. Eğer çok sıkılmışsak, dayanamıyorsak ölüme gidebiliriz. Yaşamdan bıkmış, anlamsızlıklarda boğuluyor, yaşamak istemiyor ama ölüm yok! Bu daha dayanılmaz bir acı olabilirdi. Böylesine büyük bir ıstırap, böylesine büyük bir acı olabilir mi? Ama doğamızda ölüm gerçeği var. Doğa, ölüm diye bir kural getirmiş. Yaşamın antitezi…
– Bu bir çeşit umutsuzluktan umut çıkarmak mı?
– Hayır. Bütün yakınlarımızdan uzaklaşabiliriz. Hiç dostumuz olmayabilir ama kafamızda bir tanrı kavramı var, bu amacımızdır; ona koşabilir ondan yardım isteyebiliriz ve onunla umutlarımızı çoğaltabiliriz.
– Konu seçiminde nelere dikkat edersiniz?
– En büyük depremler yaşamımızda…
– Romanı yazmadan önce bir huzurevine gittiniz mi?
– Hayır… Bu roman belli bir mekanın anlatısı değil ki. Bu romanı okuyan yaşlılar yurdu konusunda bilgilenme beklemez. Romanda metaforlar aracılığıyla insanın varoluş, yaşlanma ve ölüm aşamalarına bakıyorum.
– Duygusal mısınız?
– Yaşamın duygusallığı yok.
– Sevgi nedir?
– Sevgi üstüne uzun bir yazı yazmıştım, artık bir şey söylemeyeceğim…
Son Bahçeler’i hiçbir romanımda gerçekleştiremediğim kadar yetkin bir dille yazmaya çalıştım
– Sizin romanlarınız her okuru dünyasına almıyor. Kimi obur okursa romandan hiç bir şey anlamadım, diyerek okumadan kitabı bırakıyor. Bitirdi diyelim, anlatılan öykünün dış katmanında kalanlar da az değil. Nedir sizi kolay tüketilir olmaktan koruyan? İlk romanlarınız Ölümün Ağzı ve Pansiyon Huzur’un yazıldığı günkü kadar yeni kalmasının, yeni okumalara açık olmasının sırrı ne?
– Evet, benim romanlarım zor romanlar, herkesin anlayacağı gibi değil. Kültürel birikimi olmayan biri romanda sunulan yaşama bakabilir mi? Gündelik dille düşünüp konuşan da edebiyatın bahçesinde gezinirken sıkılıveriyor. İmgeler, romanın dilini şiirin yoğunluğuna yaklaştırırken dildeki bu sakınımlı kullanım romanın sayfa sayısını azaltır, kolay tükenirliğini engeller… Prof. Dr. Mustafa Canpolat “… hazırlıklı olmak lazım İrfan Yalçın’ın romanlarını anlayabilmek için” diyor ve beni övüyordu. Sen de hemen hemen aynı şeyleri söylüyorsun ve doğru yorumluyorsun. Teşekkür…
– Anlatılan şey mi, sözcük seçiminde titizlik mi önemlidir?
– Sözcüklere sığar dünyanın derdi…
– Anlatmak mı göstermek mi daha etkili bir roman tekniğidir? Bu romanda gösterme ve daha incelikli biçimi sezdirerek yansıtma kullanılmış diyebilir miyiz?
– Anlatmaktan çok gösterme sanatının özellikleriyle yüklü, konuşmalar özlü ve kişilerin canlandırılmasında amacına uygun düşmüş mü, okur karar verecek. Evet bu yöntemleri kullanıyorum.
– Kişilerin dinledikleri müzikler onların düşünme biçimlerini yansıtırken kullandıkları sözler de bu anlamda iş görüyor. Bu incelikli uğraş ne kadar zamanda tamamlanıyor?
– Evet uğraş sözcüğü iyi anlatıyor yazma işini. Akşit Gökberk’in kitabının adı Yazma Uğraşı. Okunmasında yarar var. Yazma, uzun ve yorucu bir uğraş. İğneyle kuyu kazmak gibi bir şey. Kimi gün bir söz üzerinde uğraşırken an geliyor o güne kadar yazdıklarımı silip yeniden kuruyorum yazımı. Hepi topu yüz yüz elli sayfalık bir romanı bir yılda tamamlayabiliyorum.
– Türkçe’de böylesine nitelikli bir edebiyat yapıtı okuduğum için kendimi şanslı sayıyorum. Bu romanınıza baktığınızda siz ne düşünüyorsunuz?
– Ben bu romanda duygusaldan kavramsala, bireyselden toplumsala, ulusaldan evrensele, özelden genele, gündelik olandan uzamsala varabildim mi? Bunu bilemem. Bunu zaman gösterir. Ama bildiğim tek şey var; ben bu romanı hiçbir romanımda gerçekleştiremediğim kadar yetkin bir dille yazmaya çalıştım… İsterseniz kendini övüyor diyin. Ben bu romanı içimin bütün genişliğiyle yazmaya çalıştım ve böylesine yazdım. Sanki Türkçenin yüreğinden, iliklerinden öptüm.
– Söyleşimiz yarınlarda başka konularda sürecek; sözleştik. Yazdıklarınız ve söyledikleriniz için teşekkür ederim. Yeniden görüşmek dileğiyle sağlıcakla kalın.