Tek başına kaldığında gösterir bıçağını aşk da, acı da

İnsan hiç aklına getirmese de gözle görünmeyen bir düşmana yenik düşme olasılığı ürkütücü. Ama bu olasılığı farklı bir zaman ve yerde bir olanağa çevirme eylemi de –yoksa eylemsizliği mi, teslim oluş mu demeli,- yabana atılır bir karşı koyuş biçimi değil. Güne uygun düşen “Kolera Günlerinde Aşk”tan çok “Venedikte Ölüm” bana kalırsa.

Mecit ÜNAL
mecitunal@gmail.com

19.

Anlaşılan “corona günleri” diyeceğiz 2020 yılının şu bahar günlerine…

Hem daha şimdiden Marquez’den esinle “Corona Günlerinde Aşk” başlıklı yazılar yazılmaya başlandı bile. Sosyal medyada ise komplo teorilerinin bini bir para. Doğruyla yanlış, bilimsel ile hurafe, bilgiyle cehalet karman çorman. Felaket tellallığı yanında bir de “bize bir şey olmaz”, “bizim rakı kor ona” dayılanması var. Virüsten hızlı yayılıyor böyle şeyler.

İncin top oynuyormuş, meydan sokak hayvanlarına kalmış İstanbul’da. Sadece onları beslemek için çıkıyoruz evden, diyor Derya. Marketlerde rafların boşaldığını anlatıyor Deniz de. İtalya’da kuzeyliler panik içinde güneye hücum ederken beraberlerinde götürmüşler ya virüsü, durur muyuz hiç, biz de daha güvenli yazlık bölgelere taşıyoruz korku içinde Ege’ye, Akdeniz sahillerine…

Virüs panikten daha tehlikeli değil aslında…

20.

Evde çay bitmişti, Migros’tan alayım derken tanık oldum; yüzleri maskeli anne ile kız, baba ile oğul raflarda ne buldularsa doldurmuşlardı market arabalarına. Sırada beklerken, dünyada onlardan daha önemli hiç kimse olmadığına inandıklarını gördüm yüzlerinde. İnsandaki kurtulmaya çalıştığımız o hayvani bencillik, böyle günlerde gösteriyor en çok kendisini. Oysa dayanışmak, birbirimizin derdine derman olmaya çalışmak da en çok böyle günlerde gerekli.

Biz biraz daha sakiniz burada. Aşağıda, kasabada, sokaklar eskisi kadar canlı olmasa da gündelik yaşam sürüyor; herkes eni konu işinde gücünde. Yukarda köy, her zamanki sakinliğinin içinde; her sabah motorlu testereler odun kesiyor yine, bacalar tütüyor, tavuklar eşeleniyor, köpekler havlıyor, Recep Amca yine her sabah develerini yoklamaya geliyor… ama son birkaç günde ağırlaştı gibi sanki burda da hava. Cuma namazının ikinci bir duyuruya kadar kaldırıldığı duyuruldu caminin hoparlöründen. İlan edilmemiş bir karantina havası, kâbus gibi çöktü bizim de üstümüze.

21.

Her gün akşam rapor veriyor Sağlık Bakanı… Yapılan test, vaka, yoğun bakımdaki hasta ve ölü sayısı… Rakamlar gün gün yükseliyor. Zihnimizde “makul” bir eşik var, o geçildikten sonra rakamlar hiçbir şey ifade etmeyecek, bunu deneyimlerimizle biliyoruz. Kanıksama bunun adı. Bir adım ötesi alışkanlık kazanma. Sonrasında virüse karşı değil ama sonuçlarına karşı toplumsal bağışıklık kazanacağımız kesin.

22.

İnsan hiç aklına getirmese de gözle görünmeyen bir düşmana yenik düşme olasılığı ürkütücü. Ama bu olasılığı farklı bir zaman ve yerde bir olanağa çevirme eylemi de –yoksa eylemsizliği mi, teslim oluş mu demeli,- yabana atılır bir karşı koyuş biçimi değil. Güne uygun düşen “Kolera Günlerinde Aşk”tan çok “Venedikte Ölüm” bana kalırsa.

Sanatçının güzellik karşısındaki trajik çıkmazı başka nasıl anlatılabilir ölümü işe karıştırmadan? Konuyu, aşk-yaşam-ölüm üçleminde ele alan Thomas Mann, öyküsünü Venedik’te tam da bir kolera salgını sırasında kurar. Tanınmış yazar Aschenbach, dinlenmek, içinde bulunduğu gerilimden kurtulmak ve yitirdiği esin perisini bulmak için geldiği Venedik’te genç Tadzio’nun güzelliği karşısında büyülenir. Ahlak ve erdem temalı klasik tarzda eserler veren yazarı çelişkiye düşürür bu büyülenme hali. Kısa sürede de amansız bir tutkuya dönüşecek, yazarı, hem kendisini hem sanat anlayışını ve hem de yaşam ve ölümü sorgulamaya zorlayacaktır. Aschenbach, başta kabullenemediği bu tutkuya teslim olur ve adım adım yaklaşmakta olan salgına karşın, sadece uzaktan seyretmekle yetindiği Tadzio’yu terk etmeyip koleraya –aslında aşka ve aslında ölüme- yenilmeyi/teslim olmayı kabul eder. Peki ama bu, art metin okumalarını bir yana bırakıp da bakarsak, gerçek anlamda bir yenilme/teslim olma mıdır, ya da yoksa bir karşıt gerçekleşme/direnme/varlaşma biçimi mi?

Ölüm, kişisel hiçbir deneyimimizin olmadığı, ancak gerçekleştiğinde deneyimleyebileceğimiz tek şey. Ama o zaman da…

23.

Ne aradığımı buldum sonunda,

Tek başına kaldığında gösteriyormuş bıçağını

aşk da, acı da…

24.

Tuhaf, başı sonu pek belli olmayan, yarı karanlığın içinde, uykuyla uyanıklık arasında, kendi kendine mırıldanmaya benzer bir anlatım oluşturmayı tasarladığım bir öyküyü düşündüm, söz gelip de “Venedikte Ölüm”e dayanınca. Yıllar önce notlar almıştım. Hatta bir de yazı yazdımdı vaktiyle, öyküyü anlatan.

Bir gemide geçecekti öyküm, geminin bodrumunda. Bunu, havadaki ağır çürüme kokusu ve nem ile hızı zaman zaman şiddetlenen dipten gelen bir vurma sesinden anlayacaktık. Böyle bir sesi ancak geminin duvarlarına çarpan deniz çıkarabilirdi ki, dalgaların sesi anlatımın temel dayanaklarından biri olacaktı. Birkaç kareyi en ince ayrıntısına dek net olarak saptamıştım da. Örneğin içerde, aşağıda, bodrumdaki havasızlığın derecesini, yukarıdaki kapağın, arada bir, günün ya da gecenin önceden bilemeyeceğimiz bir saatinde bir fısıltı gibi açılıp kapanmasıyla oluşan hava akımı gösterecekti.

Bulaşıcı bir hastalıktı anlatmak istediğim. Bugüne kadar varlığı saptanmış hiçbir bulaşıcı hastalığa da benzemiyordu. Belirtileri öyle hemen göze çarpan, hissedilen somut şeyler de değildi. Kulaktan kulağa yayılan bir dedikodu gibi gelişiyordu diyebilirim. Önce oldukça uzun süren bir kuluçka dönemi yaşanıyordu. Ama bu kuluçka döneminde bile, bilgisayarlarda olduğu gibi arka planda çalışan basit bazı programlar vardı ve önceden tasarlanmış altyapıları oluşturuyor, virüse zemin hazırlıyordu. Örneğin, daha önce diyelim ki, sevmediğiniz için kullanmadığınız bir sözcüğü kullanmanızı sağlıyordu. Ya da beş duyudan biri yoluyla bildiğiniz bir şeyin aslında öyle olmayacağına ilişkin varsayımlar üzerinde düşünmenin zihni geliştirdiğini ileri sürerek başlıyordu. Siz bir hamle yapıyordunuz hemen ve genellikle de düşünmeden çıktığınız at, bir daha geri dönmüyordu.

O anda anlayamıyordunuz; ama anlamaya başladığınızda da iş işten çoktan geçtiği için yapılabilecek hiçbir şeyin hemen hemen pek de kalmadığı gibi bir durum çıkıyordu ortaya… Kanser gibi, kesin bir aklı vardı bu virüsün. Ne yaptığını ve ne yapacağını, önce kimden başlayacağını, kimi nasıl ve neresinden ele geçireceğini bilen bir düşmandı bu. Hayır, önce zayıfları değil, en güçlü olanları, en sağlamları zayıflatarak, ele geçirerek başlıyordu işe. Her duruma uygun taktikleri, stratejileri vardı. Sabırlıydı. Geçici duraklamalar, kısmi vazgeçişler, kılık değiştirmeler, psikolojik savaş, metastaz… Kısaca iki düşman ülke, iki ordu arasındaki yıllarca süren bir savaş neyi gerektiriyorsa onu uyguluyordu…

Öykünün anlatıcısının tuttuğu notlardan öğrenecektik ki, bekleneceği gibi, sonunda kimse ölmüyordu bu hastalıktan. Kimse hiçbir bedensel ağrı ve acı da yaşamıyordu hastalık süresince. Hastalık süresince demek de yanlış belki, hastalanmak iyileşme olasılığını da taşır içinde; oysa bu öyle bir hastalık da değil. Hastalanmıyor da, daha çok ele geçiriliyor, dönüştürülüyordunuz ve hastalığın bir özelliğiydi bu da. Uyuşturarak, hatta tatlı bir sarhoşlukla, mayhoş bir zehirle yavaş yavaş -içirerek, zerk ederek, koklatarak- kendinden geçirerek teslim alıyordu girdiği bedenleri birer “mankurt” olarak, gemilerin varış yerinde, galiplerin zafer şölenlerine şarap taşımaları için…

25.

Hep söylüyorum,

Sesimin içinde senin sesin var

Yanıyor bu yüzden konuştukça sözcükler.