Suyu taşırmayan gül yaprağına her zaman yer vardır

Kapıyı açan Budist, tapınakta kalmak isteyen yabancıya ağzına kadar suyla dolu bir kap uzattı. Bu “Yeni bir aracıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz” demekti. Yabancı, tapınağın bahçesinden aldığı bir gül yaprağını suyun üzerine bıraktı. Yaprak suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı. Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeri aldı. 

ALİ EKBER ATAŞ

[“Dostlarım olmasa ben bir hiçtim, onlar beni adam ettiler ve kişiliğimi buldurdular…” VEDAT GÜNYOL]

[Mehmet Zaman Saçlıoğlu’na: Düşündüğüm ama yapmaya fırsat bulamadığım kitapların yazılış öyküleri ile böylesi güzel çalışmayı başlattığı ve cesaretlendirdiği için sonsuzca saygımla…]

Paul Lafargue ile bir anı…

Vedat Günyol ile yollarımın kesişmesini ve onunla tanışmamı, Marks’ın (d. 5 Mayıs 1818, Trier Almanya – ö. 14 Mart 1883, Londra) damadı Paul Lafargue (d. 15 Ocak 1842 – ö. 26 Kasım 1911) sağlamıştır.

Lafargue ile tanışmamızdan başlamalıyım ilkin, kitapların hikâyesine.

Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki son sınıfımı bir dönem uzatmak zorunda kalmıştım. O sıralar, Namık Kemal’in ve arkadaşlarının toplaşıp Osmanlı’nın gidişatı ve Batı’daki gelişmelerden etkilenen fikirlerini Osmanlı’da nasıl hayata geçireceklerinin tartışmalarını yaptıkları, o günkü adıyla “Fikir Tepe”sinde oturuyordum. Okulum, evime taş çatlasın yürüme mesafesi yirmi dakika. Bilemediniz yarım saat.

Birden, çok tanıdık bir ses çalındı kulağıma. Sesin geldiği yöne döndüm. Fotoğraflarından anımsıyordum. Bu Lafargue’ın ta kendisiydi

1990’lı yıllar. İstanbul henüz inşaat mezarlığına dönüştürülmekten çok uzaktır. Ne ki, Bedreddin Dalan’ın “İstanbul’u Beyrut yapacağım” Tanzimatçı kafasının hayaletinin aramızda dolaştığı yıllar. Fikirtepe’nin en eğlenceli yerindeyim. Roman vatandaşlarımız ile kapı bir komşuyduk. Her hafta sonu pazar günleri Kadıköy’e yürüyerek giderdim. Giderken de bu neşeli insanlarımızın, en mutsuz anınızda bile sizi kendinize getiren ve en mutsuz anlarında bile hayatı seven, sevdiren, anımsattıran ve çok değerli olduğunu duyumsatan, insanı gülmekten kırıp geçiren ağız dalaş(ma)larını, “karı koca” (Bilinçli olarak ayrı yazdım. Bu deyimin dilimize nasıl evliliği betimleyen bir hal aldığının hikâyesi bir başka yazı konusu) atışmalarını duya duya, kahkahalarımı içime gömerek geçip giderdim, Kurbağalıdere’nin dibindeki derme çatma evlerinin önünden. Çünkü pazar günleri benim için Kadıköy sahaflarıyla buluşma günlerimdi. O kitap kokularının içinde saatlerce dolaşıp, raflarda duran kitaplara el sürmenin mutluluğu, onların hayat hikâyelerini teker teker, dinlemekle geçirirdim. Yaşıtlarıma, kuşakdaşlarıma göre şiire geç kalmıştım. Ama şiir üzerine kitapları, kil testideki serin su ile giderdiğim susamışlığım gibi içtiğim dönemimdir bu dönem, kitaplara olan açlığım. Arada bir, raflarda dikkatimi çeken kitapları alır, sayfalarını şöyle bir hızlıca karıştırır, koklar, ön ve arka kapağını okşayarak sessiz konuşmalarımıza başlardık. Yerine koymadan da bir iyice koklar öyle bırakırdım. Tapınakta kutsanmışçasına çıkar giderdim, alacaklarımı aldıktan sonra.

İşte öyle bir pazar gününde, hangi sahaftaydım anımsamıyorum, yukarda fotoğrafını gördüğünüz eskimiş, ama hâlâ sımsıcak haliyle raftan bana göz kırpan Lafargue’ın “Tembellik Hakkı”yla karşılaştım. Sözsüz konuşmalarımız başladı. Buralara gelip kitapların dünyasına karışmak, kitapların sayfalarında bir hayat sürmek istediğimi anlattım. Gerçek dünyanın zorbalıklarının beni daha fazla kirletmesini istemediğimi de, bu sessiz ve sözsüz konuşmamızda. Bana Fransız inceliği yüklü gülümsemeleriyle beraber, liseden az buçuk, kırık dökük aldığım ve belleğimde yer etmiş, kulağımın da Fransızca’ya yabancı olmadığı Fransız ağzıyla anlatmaya başladı kendi macerasını, Lafargue’nin dilinden.

Birden, çok tanıdık bir ses çalındı kulağıma. Sesin geldiği yöne döndüm. Fotoğraflarından anımsıyordum. Bu Lafargue’ın ta kendisiydi. Ama bu ses çok iyi bildiğim, kendisini uzun zamandır tanıdığım, hazırladığım kültür sanat, şiir, edebiyat vb. etkinlik ve konferanslarda müzikleriyle bizi coşturan, Ruhi Su geleneğinin en güzel seslerinden, güzel insanlarından can dostum Opera sanatçısı Ufuk Karakoç’un sesine o derece yakındı ki. Gülümseyerek baktım sesin geldiği yöne. Gülümseyerek bakıyordu, bu dünyanın en güzel Marksist devrimcisi bana. Onun hikâyesi de apayrı bir yazı konusu. Dram mı demeli, trajedi mi yoksa bilinçli iki aklın ölüme meydan okuması mı, bilemiyorum ama, bana ikincisi daha akla yatkın: Ölüme meydan okumak, korkmamak ölümden!..

Kırklı yaşlara yakın fotoğrafındaki hali ile ölümünden kısa bir süre öncesinde çekilmiş, belki de son fotoğrafıdır Lafargue’ın

Hemen bizim 951 Tevkifatı’nın Prometelerini (167 kişi) çağrıştırdı bana, Lafargue ile sevgili eşi ve Marks’ın kızı, Laura’nın ölüme meydan okuyuşları. Enver Gökçe’nin “Ölüm adın kalleş olsun!” dizesini düşünmeden edemedim. Laura ve Paul Lafargeu ikilisinin bu kararlı ölüme yürüyüşlerinden esinli olabilir miydi?

Neden olmasındı! 61 yıllık ömrünün 42 yılını komünizm davasına adamış bir şairin, bu ölüme meydan okuyan dizesinin kaynağı olabilme olasılığı çok yüksek bence. Enver Gökçe de mutlak ki, Laura ve Paul Lafargue ikilisinin birlikte karar verip bu ölüme yürüyüşlerinden haberdardı. Bu dize belki de, bu trajik ölümlere isyanın bayraktarı, sesi olarak yankısını, Erzincan’ın yoksul bir köyünden ulusala ve evrensele dalga dalga…

Lafargue’a dönüyorum…

Gençlik fotoğraflarında olduğu gibi yaşlılık fotoğraflarında da kayınpederi Marks’tan “el aldığı” (*) ve onu öykündüğü öylesine açık ki. Başında özensiz duran kabarık saçları “sarkıt” bıyıkları, hayal meyal Marks’ı çağrıştırıyor. Kırklı yaşlara yakın fotoğrafındaki hali ile ölümünden kısa bir süre öncesinde çekilmiş, belki de son fotoğrafıdır Lafargue’ın, bir bulut kümesini andıran bembeyaz saçları, birer sarkıt gibi duran bıyıkları da öyle. Elimdeki kitabını “nasıl bulduğumu” soruyor bana.

Gözlerine bakarak, konuşmadan, gözlerimden okuduğu şu sözlerimi dinliyor:

“Eşin Laura ve senin kararlıklarınız her tür övgüye değer. Buna şapka çıkarılır ve çıkardık biz devrimciler olarak. Peki, dünyanın dört bir yanında, daha benim gibi milyonlarca genç insana vereceğin on şey varken, ölümü seçmiş olmanız aptalca değil mi?

Paul Lafargue.

“Anamalcı (kapitalist) düzenin canavarlığını kayın pederinden, senden çok iyi öğrendik. Biz de mücadelemizi sizin yazdıklarınız üzerine temellendirerek, kendi coğrafyalarımızda, ilkelerimizde, insanlarımıza anlatıp onları uyandırmaya çalışırken çok devrimcimizi toprağa verdik. Ve sizler onca deneyim, onlarca yılın birikimini dersdest edip, toplayıp gitmenize, ‘sevgili Laura Abla, değerli Lafargue usta çok haklısınız, sizleri ölüme meydan okuyan bu cesaretinizi” dememizden ötürü alkışlıyoruz dememizi mi bekliyorsunuz?

Boşuna bekleme Lafargue usta, boşuna bekleme! Biz seni affetmiyoruz. Lakin, kavganı da kavgamız belleyip, sizlerden öğrenerek “el aldığımız” bu davayı da kuşaktan kuşağa taşıyacağız elbet” diyorum…

Kişi yalnız bir tek kimseyi seviyorsa, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa sevgisi sevgi değil, genişletilmiş bencilliktir

Öfkeli sesimin yangınına bir gülümseme bıraktı. Sarkıt bıyıkları bu gülümsemeyle beraber sanki bütün yüzüne kapladı. Ağzı büyüdü, gözleri ışıldadı, sesinde “bas-bariton” tonuyla, “Haklısın genç adam, çok haklısın. Ama olup bitenleri değiştirme şansımız yok. Fakat senin için bir umut olabilir mi bilmiyorum, ama, sana bir Uzakdoğu hikâyesini anlatıp gideyim, sen de kaldığın yerden yazarına hazırladığın kitabının hikâyesine dön:

“Uzakdoğu’da bir Budist tapınağında geçmiş bir olayı anımsadım. Bu tapınak bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu ve burada geçerli olan incelik, anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, kapıda tokmak ya da çan, zil türünden ses çıkaran bir gereç yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki “bilgelik arayıcısı” kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı.

“Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.

İçerdeki bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve kabı yabancıya uzattı. Bu “Yeni bir aracıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz” demekti.

Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını dolu kabın içindeki suyun üzerine bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.

“İçerdeki Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.         

“Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardır.

Bu sevgiydi ve sevgiye her zaman yer bulunurdu.”    

“İşte böyle delikanlı. Bir de Marks babamın sevgiye dair söyledikleri vardı, unutmadan onları da sana anlatayım, sen de, senden sonrakilere anlatırsın belki:”

“İnsan ilişkilerini de, insani ilişkiler olarak kabul ederseniz, sevgiyi yalnızca sevgiyle, güveni yalnız güvenle vb., değiş tokuş edebilirsiniz. Sanatın tadına varmak istiyorsanız, sanat kültürü almış biri olmalısınız. Başkalarını etkilemek istiyorsanız, gerçekten başkalarını canlandıran ve yüreklendiren biri olmalısınız. İnsanla ve doğayla ilişkilerinizin her biri gerçek bireysel hayatınızın belirli bir şekilde dışavurumu olmalı. İradenizin nesnesine uygun olmalıdır.

“Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız, yani sevgi olarak sevginiz karşılıklı sevgi yaratmıyorsa, seven bir kişi olarak dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür, bir talihsizliktir.

Lafargue ve Laura.

Sevgi yalnız bir insana bağlılık değildir. Bu bir tutumdur. Kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil, bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır. Kişi yalnız bir tek kimseyi seviyorsa, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa sevgisi sevgi değil, genişletilmiş bencilliktir.” (Karl Marx, “1844 İktisadi Felsefe El Yazmaları”).

Bir baktım evin önündeyim. Ne zaman geldim, bunca yolu nasıl yürüdüm, ne kadar zaman geçti farkında olmamışım.

İçimdeki öfke selinin önüne öyle bir baraj yaptı ki Paul Lafargue (Demirel’inkiler halt etmiş bunun yanında), bu saatten sonra ona değil öfke duymak, bu yetmişine varmamış yaşamında yapıp ettikleri bile hayat boyu insanlığa yeterdi. Başkaları sözleri, dilleri, insanları, dünyayı, kültürleri kirletirken Lafargue, Marksist mücadele ve çalışma hayatına tuttuğu ışıkla bizimle olacak hep…

Kitabı, masanın üstüne bırakıp, sahafa, borcumun ne kadar olduğunu sordum. Benim kitaplarla sözsüz konuşarak onlarla anlaşmam dikkatini çekmiş olmalı ki, sahafın sahibi şunları söylemişti o gün bana:

“Eğer siz de kabule derseniz, bu kitap bizim armağanımız olsun size. Bu ara, şu rastlantıya bakın ki sizin şansınıza dükkân da çok sakindi. Gelip giden de olmadı çok. Ben de dinlenmiş oldum sizin sayenizde. Hem iyi de oldu. Sizin gibi gelip böyle kitaplarla sessiz, sözsüz konuşmalara dalan kitapseverler o kadar azaldı ki, sizi keyifle izledim. Deminden beri gözlerim üstünüzdeydi, sizi izliyorum sürekli. Kitapla konuşmaya dalmış, uzun uzun sohbet ediyordunuz. Anladığım için, aranıza girmek ve kitapla kurduğunuz bu çok özel sohbetinizi kesmek istemedim. Hayırlı olsun, güle güle okuyun. Arada bir uğrayıp çayımızı da için lütfen…”

Teşekkür edip ayrıldım sahaftan. Gerçekten de bugün Kadıköy sakin. Her zaman ki harala gürele hali yok. Çok kalabalık olmasa da sokaklarda neşeyle birbirlerine takılarak yürüyen kızlı oğlanlı gençler cıvıl cıvıl, üstleri başları rengârenk. Kahkahaları boşlukta çınlıyor. Anlaşılan birileri ya erenlerden birinin ya da Fadime ile Temel’den, İdris’ten fıkralar patlatıyor…

Bir baktım evin önündeyim. Ne zaman geldim, bunca yolu nasıl yürüdüm, ne kadar zaman geçti farkında olmamışım. Kitabı bitirdiğimde, oturduğum apartmanın dış kapısındaydım. Aklıma, yıllar önce Kadıköy’den yine böyle kitapları yüklenmiş, biri elimde açık okuyarak giderken bir arkadaşımla karşılaşmıştım, bana seslendiğini duyduğumda.  Unutamadığım, ama her anımsadığımda beni mutlu eden söylediği şu sözleri geldi:

“Ali, seninle ne zaman, nerede karşılaşsam; bir yerde yemek yerken ya da çay içerken, belediye otobüsünde, hatta yolda yürürken ellerinde kitap açık, okuyorken buluyorum seni. Nasıl başarıyorsun bunu, kestirmedim, ama anlıyorum nasıl bir şey olduğunu…”

Yüzümde koca bir gülümsemeyle girdim evime…

SÜRECEK