Sümerlerde teokratik sosyalizmin yıkılışı

Aralarında bu denli uzun bir zaman dilimi olmasına ve ideolojisi bambaşka şartlarda ve felsefi gerekçelerle ortaya çıkmasına rağmen Sümer teokratik sosyalizminin çözülüşü ile Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çöküşü arasında inanılmaz benzerlikler vardır. İkisinde de sistemi kuranlar, sistemi yıkmışlardır.

KAAN POLATLAR

Tarih tekerrürden (tekrarlardan) ibarettir” sözü, gerçek anlamda bilimsel, teknolojik ve felsefi yeniliklerin yaşanmadığı uzun Orta Çağ boyunca insan bilincinde yer etmiş bir tarih anlayışıdır. Bu uzun süre boyunca hemen hemen bütün tartışmalar din alanı içine hapsolmuş, felsefi ekoller mezhepleşmiş, imparatorlukların fetih seferleri, topraktan başka geçim aracı olmayan büyük çoğunluğun refahında ya da yaşam koşullarında gözle görülür bir iyileşmeye yol açmamıştır. Bugünün askeri galibinin yarının mağlubu olabildiği ama halkın geniş kesimlerinin olup bitenden yeterince haberdar olmadıkları bir dünyada, tarihin sürekli döngü yarattığı algısının yerleşmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Sarayların resmi vakanüvislerinin yanı sıra köylülerin de belki ancak yüzyıl öncesine gidebilen kolektif hafızalarında; büyük sellere, yangınlara, kuraklıklara ilişkin anıları vardır ve muhtemelen bunlar bir sonraki kuşakta yeniden tekrarlandığı için tarihin döngüsel hareket ettiği algısı zihinlerde tamamen kökleşmiştir.

Tarihin yolu doğrusal mı, helezonik mi

Tarihin bu döngüsel (çembersel) gidiş eğilimine karşılık özellikle sosyalizmin dünyada zaferler kazandığı bir dönemde Sovyet tarihçileri, insanlığın tamamen doğrusal ilerlediğini; her devrin, miadını doldurduktan sonra bir daha geri gelmemek üzere tarih sayfalarındaki yerini aldığını ileri sürdüler. Onlara göre insanlık, ilkel komünal toplumdan başlayarak, köleci, feodal, kapitalist ve en nihayetinde de sosyalist aşamaya kadar sürekli gelişme ve ilerleme hattı üzerinde hareket etmektedir. Dolayısıyla da tarihin yönü doğrusaldır. Tarihin bu doğrusal hat üzerinde gittiği tezi 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle sorgulanmaya açık hale geldi. Sovyet tarihçileri, Marx ve Engels’in tarih konusundaki görüşlerini hayli kolay anlaşılabilir kavramlara çevirerek genel siyasi propagandanın bir unsuru haline getirmeye çalışmışlardı. Buradaki asıl amaç, tarih konusunda ne bilgisi ne de öğrenme niyeti olan insanlara kolay anlaşılabilecek bir argüman sunmaktı.

Yeni, çarpıcı ve ayrıntılı bir fikir kitlelere mal olmaya başladıkça kaçınılmaz kader başına geliyor ve basitleştirilip yavanlaştırılıyordu. Sovyet tarihçilere göre Sovyetler Birliği’nin yıkılıp yerine yeniden kapitalizmi inşa etmek düşünülemezdi bile. Bu durum tarihin doğrusal ilerleyişine tamamen aykırı bir durum olurdu.

Aslında tarihin döngüsel (çembersel) ve doğrusal iki modelin dışında bir üçüncü yönde ilerlediğine ilişkin fikirler de vardır. Doğrusu tarih, gerçekten de bir daha Taş Devrine dönülmemek üzere ileriye doğru gitmektedir ama bu ileri gidiş, sanıldığı kadar düz bir hat üzerinde değildir. Daha önce kat ettiği döngülere benzer bir biçimde eski döngünün iz düşümüne yeniden geldiği, eskiye benzer yolları kat ettiği izlenimi vererek, ama başka bir uzamsal boyutta ilerleyerek yoluna devam eder. Kısacası tarihin yolu helezoniktir. Aslında Marx’ın tarih anlayışı da helezoniktir. En önemli eserlerinden biri olan “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”ne şu sözlerle başlar: “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak.”[1]

Marx elbette, şimdi bizim yapacağımız gibi, binlerce yıl aralıkla gerçekleşmiş iki olaydan söz etmiyordu. Amca ve yeğen Bonaparte’ların Fransa tahtına talip oluşları gibi yakın tarihlerde gerçekleşen iki olaydan bahsediyordu ve onlardan biri, yani amcanınki trajediyse, yeğenin iktidara çıkışı da komediden başka bir şey değildi.

Bizim bahsedeceğimiz iki olayda, eğer komedi unsurunu arıyorsak, hiç kuşkusuz bu Sovyetler Birliği’nin çöküşüdür. Çünkü hiçbir ayaklanma çıkmadan, hiçbir zorlama olmadan, neredeyse göz açıp kapayıncaya dek, rejimin koruyucusu olan parti rejimi ilga etmişti. Şimdilik bu konu yazının dışındadır. Aslında Sovyetler Birliği’nden önceki ilk çöküşü, ilk trajediyi kavramak için çok çok gerilere, Mezopotamya’daki Sümerlere gitmemiz gerekecek.

Mezopotamya’nın teokratik sosyalizmi

 M.Ö. 4. binyıllarda Güney Mezopotamya’da Sümerlerin ilk izleri fark edilmeye başlanır. Fakat Sümerlerin Güney Mezopotamya’ya ne zaman yerleştikleri ve nereden geldikleri hâlâ çözümlenmemiş bir muammadır. Arkeologların fikir birliğine vardığı tarih M.Ö. 4. binyılın başıdır.

Sümer tarihinin önemi, ilk şehir uygarlığının başlangıcı, sınıflı toplumun ortaya çıkışı ve daha da önemlisi, devlet kurumunun meydana gelmesine sebep olan şartları kavrayabilmeyle ilişkilidir. Gerçi bütün bunları daha sonraki pek çok toplumda da tekrar tekrar görmek mümkündür ama diğer bütün kavimler, büyük oranda ilk kez Mezopotamya’da Sümerler döneminde ortaya çıkan kültür öğelerini alıp kendilerine uyarlamışlardır. O halde bu ilk kaynağa gitmek gerekir. Fakat ilk kaynak, sırlarını ifşa etmeye pek niyetli değildir. Çünkü Sümerlerin bulduğu yazının hikâyesi bile bu işin hiç de kolay olmadığının bir kanıtıdır. İlk kez M.Ö. 3200’lerde ortaya çıkan yazı şekilleri, edebi ya da tarihsel bir metni ifade edebilecek kadar geliştiğinde, yani ancak M.Ö. 2500’lerde, Sümerlerin arkaik geçmişi çoktan sisler ardında kalmıştı. Dolayısıyla bütün tespitler büyük ölçüde muhakemeye dayanmak zorunda kalacaktır.

Sümerler Mezopotamya’ya muhtemelen kabile kimliğini bireysel kimliğinden önde tutan, dünyayı birey olarak değil, kabile kültlerinin öğretileri doğrultusunda gören küçük gruplar halinde göç ettiler. Bu kabileler, muhtemelen kabile kolektivizmine uygun şekilde önlerindeki en büyük sorunlardan biri olan verimli ama tehlikelerle dolu güney Mezopotamya bataklıklarını ıslah etmekle işe başladılar. Örgütlü ve kolektif emek çok geçmeden semeresini verdi ve iki ırmağın suları, geniş kanalların yardımıyla bereketli ovaları sulamaya başladı. Tarımsal üretimdeki patlama aynı zamanda nüfus patlamasını da beraberinde getirdi ve ilk şehirler kurulmaya başladı. Fakat bundan daha da önce, ortak emeğin anıtları olan ilk tapınaklar şehrin merkezinde yükselmekteydi. Mezopotamya’daki ilk anıtsal yapılar, tapınak yapılarıdır. Basit konutlarla karıştırılmayacak kadar büyük bu binalar, aynı zamanda kolektif emeğin de anıtları gibidir. Çünkü bataklıkları kanallarla kurutan ve tarla haline getiren, daha sonra da yine bu kanallar yardımıyla tarlaları sulayıp o güne kadar bir benzerinin ancak Mısır’da görüldüğü büyük bir üretim patlaması yaratan kolektif emek, bu anıtsal binaları da yine hep beraber dikmiş ve ilk tanrı kültlerini oluşturmuştur. Ama tapınaklar, sadece dini ritüellerin yapılması için inşa edilen büyük binalar değildir, aslında bataklık alanlardan tarıma kazandırılan kolektif tarım arazilerinin idaresi için inşa edilmişlerdir. Arkeolog Helmut Uhlig, pek çok dönemdaşı gibi Mezopotamya’daki bu kültürel patlamanın sosyo-ekonomik niteliğini teokratik sosyalizm olarak adlandırır. Fakat bu kavram sadece ona da ait değildir, bir dönem hayli benimsenmiştir çünkü aynısını Henri Frankfort da kullanır.[2]

Bu tapınaklar sadece birer kült merkezi değillerdi, belki daha da önemlisi ilk vergi kaydının tutulduğu iktisadi binalardı. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla üretilen ürünlerin bir kısmı silolarda depolanarak, kıtlık, kuraklık ya da savaş yıllarının felaketlerine karşı tedbir amacıyla muhafaza ediliyordu. Bu işlevi bile dünya tarihine ufuk açacak en önemli yeniliklerden birinin yapılmasına yol açtı: alınan ürünlerin kayıtlarını tutmak, ilk yazı işaretlerinin kullanılmasına neden oldu. Bu ilk yazı örnekleri, henüz konuşma dilinin bütün sözcüklerini kayda geçirecek kadar bir işlerlik kazanmamıştı, sadece iktisadi amaçlı birtakım bilgileri not etmeye ancak izin veriyordu ama yüzlerce yıl içinde gelişerek edebiyat dilini kaydedecek yeterliliğe ulaştı. Bu gelişimin yaklaşık 6-7 yüzyıl sürmüş olması bile gerçekte yazının ancak o sırada dünyanın en büyük tarım merkezinde, iktisadi temeller üzerinde ortaya çıkabileceğini göstermektedir.

Halkı tanrıların yeryüzünü düzenleme kurgusuna inandıran tapınak düzeni

Tapınakların birinci yan ürünü, dünya kültürlerine yazı olgusunu armağan etmekse ikinci yan ürünü hiç kuşkusuz zanaatkârları gündelik tarımsal faaliyetlerden kurtarıp tapınakta toplanan artı-ürünle istihdam edebilmesidir. Bu şekilde heykel, marangozluk, maden işlemeciliği ve mimari gelişmiştir ama özellikle çömlekçilikte, tekerin ilk kez çömlekçi çarkında kullanılmasıyla ortaya çıkan standartlaşma ve kalitenin artması önemlidir. Çömlekçi diskinin icadı, daha sonra araba tekerleği olarak kullanılmasının yolunu da açmıştır. Bu teknolojik yenilikler aynı zamanda o dönemin bilimine de katkı yapmıştır. Toplanan vergilerin muhasebesini yapmak matematiğin gelişmesine ve o da dini ritüellerin zamanında yapılabilmesi için astronomik gözlemlerde kullanılmasına yol açmıştır. Dolayısıyla bugünün astronomi biliminin ve onun üvey kardeşi astrolojinin kökenleri de bu tapınak örgütlenmesidir. Zaman içinde tanrıların yeryüzünü düzenleme kurgusunu halka inandırmak ya da insani merakları tatmin etmek için yazılan en güzel mitolojik metinler ve şiirler de burada kaleme alınmışlardır. Bugünün dünyasında da bir benzeri görülen mesleklerin hemen hemen tamamı tapınak organizasyonu içerisinde ortaya çıkmıştır. Öğretmenlik mesleğini bunlar arasında sayabiliriz. Çünkü tapınak yazıcıları, yazı ve özellikle geometri gibi tarla alanlarının, mimari yapıların hesaplanmasında gerekli matematiği, tapınak bürokrasisinde yer almayan ailelerin çocuklarına da öğretecek okullar açmış ve ilk öğretmenler olmuşlardır. Tabii ki bu hizmetlerinin karşılığında geçimlerini temin edecek tarımsal ürünü ya da gümüşü bu çocukların ailelerinden alıyorlardı. Dolayısıyla tapınak, hem tarım dışı bir meslek grubunu daha yaratmış oluyordu hem de öğretmene ödenen ücretin bir kısmını kendine alıkoyuyordu, bu şekilde gelir kalemlerine bir yenisini daha eklemiş oluyordu.

Tapınak bünyesinde çıkan bir diğer meslek grubu da tüccarlardı. Başlangıçta bunlar tamamen tapınak görevlisi durumundaki kişilerdi. Güney Mezopotamya’nın alüvyonlu toprakları, Dicle ve Fırat’ın sularıyla sulanmak kaydıyla, bol miktarda hububattan başka hemen hemen hiçbir zenginlik sağlamıyordu. Dolayısıyla her türlü kereste, maden ve hatta yarı-değerli taş bile dışarıdan getirilmek zorundaydı. Sümer ihracatı buğday, arpa, hurma, susam yağı, sığır derisi, yün ve yünlü kumaşlarla sınırlıydı. Buna karşılık sedir ağacı kütükleri Fırat üzerinde yüzdürülerek Lübnan’dan, servi Ermenistan’dan, şimşir ve abanoz ağacı da Namibya’dan getiriliyordu. Bakır, Elam ve Anadolu’dan; gümüş, Toroslardan; altın Mısır, Anadolu ve Hindistan’dan; Sümerlerin pek sevdiği ve her türlü tasvirli sanat eserlerinde kullandığı lapis taşı da Afganistan’dan ithal ediliyordu.[3] Ticaret bağlantılarının ulaştığı coğrafyanın genişliği göz önünde bulundurulursa, bu bir tür dünya ticaret ağı anlamına geliyordu.  Ticaretin gelişmesiyle ölçü birimleri standartlaştı ve bugünkü para sisteminin bir benzeri olarak bütün metalar gümüş miktarıyla ölçülmeye başlandı. Bugünkü gibi darphanede basılmış, belli biçimlere sahip ve devlet güvenceli paralar henüz ortaya çıkmamıştı ama zaten gümüş tamamen dışarıdan geldiği ve ticaret tekeli önceleri tapınakların, daha sonraları sarayın olduğu için buna gerek yoktu.

Tapınak hiyerarşisinin sonu: Mülkiyet ve miras     

Dolayısıyla bütün bu zenginlik, tapınak hiyerarşisini çatırdatmakta gecikmedi. Tapınak, elde ettiği gücü adil paylaştırma görevini yerine getiremiyordu. Tapınak bünyesindeki kontrol mekanizmasından çıkarak özerkliğini ilan eden ilk bürokrat, bizzat kralın kendisidir. Kral, aslında şehrin tapınağının ya da tapınaklarının da başrahibi olmakla birlikte bu görevinden ziyade seküler tarafı daha ağır basan bir görevi üstlenmeye başladı. Aslında onu ortaya çıkaran sebepler Erken Hanedanlar Dönemi denilen yaklaşık M.Ö 2500-2350 yıllarını kapsayan dönemdeki Sümer şehir devletlerinin kendi aralarındaki ilk siyasi ve peşi sıra gelen askeri çekişmelerinin bir sonucudur. Tapınak bürokrasisi içerisinde en gözü kara, en cesur ve liderlik vasfına sahip olan rahipler, şehirler arasındaki arazi anlaşmazlıkları sırasında muhtemelen şehrin genç gönüllü erkeklerine kumanda ederken, seferin kazancı olan fethedilen arazileri ve savaş ganimetlerini tapınağa bırakmakta pek istekli olmamış gibidirler. Bu yeni arazinin gelirleri ve savaşmaya istekli gönüllüler çetesi, muhtemelen önce tapınaklarla yarışacak büyüklükte saray binalarının yapımına vesile olmuş ve daha da önemlisi, bunları tapınak bünyesine kazandırmakta ısrarcı gelenekçi tapınak rahiplerinin gözlerini korkutmaya yeterli gelmiş olabilirler. Her nasıl olduysa tapınak kontrolünden çıkan ilk kurum krallık ve saray kompleksidir. Saray, kurum olarak ayrı bir bina ve ayrı arazi mülkiyetiyle bir kez ortaya çıktı mı bunun babadan oğula miras kalması da kaçınılmaz olmaktadır. Fakat bu aşamada bile saray, tapınak rahiplerinin etki ve gücünden yakasını tam olarak kurtarabilmiş değildir. Erken Hanedanlar Dönemi’nin sonlarına doğru siyasi bir olay ilginç bir seyir izler. Sümer kent-devletlerinden en önemlilerinden biri olan Lagaş’ta, geleneksel mülkiyet ilişkilerini istismar edip eski dengeleri bozan bir kral, rahipler tarafından tahtından indirilerek, yerine başka bir rahip, kral olarak saraya atanır. Eski rahip ve şimdiki yeni kral Lugalanda, bozulan mülkiyet ilişkilerini düzeltmek bir yana, kendine ayrıcalıklar edinmek için yetkilerini kötüye kullanır. Yazılı belgelerden çıkan sonuca göre geleneksel hukuka aykırı olarak el koyma yoluyla 650 morgenlik bir araziyi özel mülkiyetine geçirir. Karısı, kraliçe Baranamtarra’nın da 250 morgenlik başka bir tarım arazisi vardır.[4]

Teokratik sosyalizmin sonsuza kadar yok oluşu

Kuşkusuz beklenen adalet yine tecelli etmemiştir ama bu türden adaletsizliğe göz yummak için belli ki tapınakların başrahipleri de birtakım ayrıcalıklar elde ediyorlardı. Yoksa daha önce yaptıkları gibi Lugalanda’yı da saraydan kovmaları gerekirdi. Bu adaletsiz yönetim gerçek bir adalet reformuyla son buldu. Lugalanda tahttan indirildi ve yerine bir reformcu olan Urukagina geçti. Onun saray maiyetinden mi yoksa rahiplerden biri mi olduğu anlaşılamamıştır. Muhtemelen bu işte rahiplerin parmağı vardır ve Urukagina rahiplerden biridir. Çünkü onun zamanında çıkarılan tarihin en eski yasa metninde adaleti sağlamak için şehrin baş tanrısı Ningirsu’nun ona bizzat emir verdiğinden bahsedilir. Böylece tarih boyunca çıkarılacak bütün yasa metinlerinin ilk prototipi yaratılmış olur. Adalet kavramını ilahi bir güce dayandırmak ve onun talimatıyla kurmak görevini üstlendiğini ilan etme geleneği Urukagina ile başlamış olur. Vergi tahsildarlarının halktan aldıkları haksız vergileri ve rüşvetleri yasaklar. Tapınak topraklarının ve tapınağa ait hayvanların kralın şahsi geliri için kullanılmasını engeller. Rahiplerin adeta ölü soygunculuğu yaparak ölenin gömülmesi için gerekli törenleri icra etmek adına ölenin yakınlarını adeta soyup soğana çevirmesini men eder. Fakat bu adaletli günler bir daha geri dönülmemek üzere bozulmak üzeredir. Çünkü komşu şehir Umma’da, öteki bütün Sümer kentlerini işgal edecek yeni bir kral başa geçmiştir. Lugalzagesi adındaki bu adam ilk önce Urukagina’nın reformlarıyla biraz nefes almaya başlamış Lagaş’ı yerle bir edecek ve daha sonra diğer Sümer şehirlerini fethedecektir. Çok geçmeden onu da alaşağı edecek Akad kralı Sargon tarih sahnesine (MÖ. 2350) çıkacaktır. Bundan sonrası artık bizim ilgi alanımıza girmez. Çünkü Sümerlerde ve onlardan sonra da tüm Mezopotamya tarihinde (Babil ve Asur’da) tapınakların başrolünü oynadığı teokratik sosyalizm sonsuza kadar yok olacaktır. Zaten Urukagina’ya gelene kadar, Sümer şehir devletlerinde ilk saray binaları ortaya çıktığı andan itibaren tapınak topraklarının adil dağıtılmamaya başladığı ortadadır. Sadece krallar değil, muhtemelen saray bürokrasisinde yer alan üst düzey rahipler de hakkı olan miktardan çok daha geniş toprakları kiralamaya başlamışlardır. Hatta belki tapınak bürokrasisi içinde yer almayanlar dahi bunu yapabiliyorlardı.  Çünkü kral ve rahipler zengin bir üst tabaka için tapınak arazilerinin üçte biri kadarını kiralamaya başladılar. Kiraların altıda biri gümüşle, geri kalanı, hasadın üçte biriyle ödeniyordu.[5] Bu dönemde toprağın alınıp satılması gibi özel mülkiyetin olmazsa olmaz koşulu henüz ortaya çıkmamıştı ama eskiden uygulandığı varsayılan tapınak arazilerinin ailelere ancak işleyebilecekleri miktarını kiralama zorunluluğu da ortadan kalkmıştı. Zira bir insanın daha fazla toprağı kiralayabilecek gümüşü olsa da kalabalık bir ailenin bile işleyebileceği arazi miktarı sınırlıdır. Bir ailenin işleyebileceğinden büyük arazileri kiralayabilmesi için aile bireylerinden çok daha fazla insan gücüne ihtiyaç vardır. İşte o insan gücü kölelerden ve işçilerden sağlanmaktadır.

İki çöküş arasındaki inanılmaz benzerlik

Yazılı belgelerin ışıttığı bu dönemin Sümer kent halkı, artık Mezopotamya’ya ilk geldikleri zaman bataklıklardan tarım arazisi yaratmaya çalışan atalarından çok farklıdır. Nüfus artmış, topraklar genişlemekle birlikte artık herkese eşit miktarda dağıtılabilecek kadar yeterli değildir. İşçiler, artık hiçbir arazisi olmayan ya da ailesini geçindirmeye yetmeyecek kadar küçük bir arazinin sahipleri olarak kölelikten ancak bir adım uzakta yaşayan insanlardır. Zaten geçimlerini sağlamak için giderek borçlanmaları ve borcunu ödeyemediği zaman da köleliğe düşmeleri mukadderdir. İster işçi olsun ister köle, bütün gün ancak bir kiloya yakın buğday veya arpa tayını alabilecek kadar düşük bir bedelle çalıştıkları için artık tapınak topraklarından büyük araziler kiralanması hiç sorun değildir. Hatta geniş arazileri kiralayanların bu arazilerde bilfiil çalışmasına bile gerek yoktur. Bu denli çarpık bir gelir paylaşımının olduğu bir toplumda elbette hem iç ayaklanmaları engelleyecek hem de ayaklanma potansiyeli taşıyanlara yeni topraklar vadedebilmek için askeri bir kurum olarak krallığın giderek artan otoritesine hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. Dolayısıyla savaşlar ve fetihler Mezopotamya tarihinin ayrılmaz parçası haline geldikçe Mezopotamya kültürü giderek ayrıcalıklı ve öncü rolünü kaybetti.

Aralarında bu denli uzun bir zaman dilimi olmasına ve ideolojisi bambaşka şartlarda ve felsefi gerekçelerle ortaya çıkmasına rağmen Sümer teokratik sosyalizminin çözülüşü ile Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çöküşü arasında inanılmaz benzerlikler vardır. İkisinde de sistemi kuranlar, sistemi yıkmışlardır. İkisinde de ekonomik gelişime bağlı olarak artan zenginlik, bu zenginliği yönetmek durumundaki bürokrasinin iştahını kabartarak yozlaştırmış ve adil bölüşüm yerine imtiyaz peşinde koşmak, kanıksanır bir durum olmuştur. Sonuçta ikisini de artan zenginliği kapma yarışına giren kendi bürokrasileri yıkmıştır.


[1] Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Yayınları, s. 13.

[2] Henri Frankfort, Uygarlığın Doğuşu, V Yayınları, s. 102.

[3] Helmut Uhlig, Sümerler, Totem Yayınları, s. 164-165.

[4] A.g.y., s. 189

[5] A.g.y., s. 158 

 

paylaşmak için