Sistem Don Kişotlar gibi muhalifler istiyor

Böyle bir kahramanla sistem eleştirisi yapılmışsa, doğrusu dört yüz yıldır sistemin çarklarından kurtulamayan herkes, zavallı Don Kişot gibi tatlı bir kaçık olmayı yeğlediği içindir.

KAAN POLATLAR

Romanın, yeni bir edebiyat türü olarak ilk defa Avrupa’da, üstelik de Don Kişot (Quijote) ile ortaya çıktığına dair bilinen iddialar vardır. Aslında hayali bir kahramanı merkez alarak uzun anlatılar yaratma geleneğinin neredeyse insanoğlunun ilk hasletlerinden birisi olduğu varsayılırsa ve bu isteğin mitoslarla, efsanelerle, destanlarla zaten bin yıllardır tatmin edildiği göz önünde bulundurulursa, elbette edebiyat açısından roman tekniğinin de gerçek bir yenilik olduğunu söylemek zorlaşacaktır. Dolayısıyla romanın bir başlangıcı ve yaratıcısı olduğunu söylemek her ne kadar zor olsa da, bunun Don Kişot’la başlatılıyor olmasının özel bir sebebi vardır. Aslında bu kitabın daha başlarında, eserin başkahramanını da etkisi altına alan şövalye romanlarının çoktadır yazıldığı belirtilir. Yani bu ifadelerden roman türünün epey önce başlamış olduğunu anlıyoruz. Eserin başkahramanı Don Kişot’un, şövalye romanlarının (ve romanslarının) etkisiyle çıldırdığının diğer kahramanlar ağzından ifade edilmesi önemlidir. Bu durumda, incelemekte olduğumuz romanın yazarı Cervantes’in, insanın aklını kaçırmasına neden olan bu geleneksel ürünlerden başka bir tür yaratmaya çalışacağını da anlıyoruz. Böylece Cervantes, insanları çıldırtan, deli saçması bir edebiyat ürünü değil, belki de insanların bu türe karşı uyanık olmasını sağlayacak yeni bir anlatı yöntemi deneyeceğini en başından ilan etmiştir. Romanı günümüze kadar geldiğine göre, Cervantes’in niyeti gerçekten de yeterince anlaşılmış ve diğerlerinden ayrı bir kategoride görülerek, modern romanın kurucusu olma şerefi bahşedilmiştir. 

ESKİYLE ARTIK FARKLILAŞMIŞ OLAN ŞEY 

Roman, aslında bir çağın yavaş yavaş kapanıp, bugün bize aşina gelen ama o zamanın insanı açısından biraz yabansı, tuhaf, ruhsuz ve sıkıcı bir çağın başlamakta olduğunu hissettirerek işe başlar. Senyör Kesada, bir şatoya ve geniş topraklara sahip zengin bir adamken yine de elindekilerle tatmin olmamış, artık eskide kalmış kayıp duyguların peşine düşmüştür. Günümüz okuyucusu için romanın ilk cildinin yazıldığı 1605 yılının, Senyör Kesada’nın özlemini duyduğu Ortaçağ’dan farkını ayırt etmek gerçekten zordur. Çünkü henüz gerçek bir teknoloji devrimi yaşanmamıştır. Dolayısıyla Senyör Kaseda’nın uzak bir atasından kalma zırh ve silahlar aslında çağına göre çok da yabancı kalacak aletler değildir, ama Cervantes, onları bile bir tür hurda olarak göstermeyi tercih eder. O halde eskiyle artık farklılaşmış olan şey nedir? Şüphesiz duygulardır. Belki de her neslin bir öncekini köhne ve modası geçmiş görmesine sebep olan insanın o en eski huyudur asıl sorumlu. Romanda modası geçmiş olana özlemi iliklerimize kadar hissederiz. Çünkü romanın başında Senyör Kesada’nın şövalyeliğe olan tutkusu ve geçmiş günlere özlemi, avuç dolusu parayı şövalye romanlarına yatıran bir meczup haline gelişi, çarpıcı bir şekilde tasvir edilir. Senyör Kesada, tıpkı kozasından çıkmış bir kelebek gibi yepyeni bir isimle (Don Kişot) maceradan maceraya atılmaya hazırlanır. Yeni bir isim alan sadece kendisi değildir, ihtiyarlıktan kemikleri çıkmış sevgili atı da Rocinante ismiyle adeta yeniden doğmuştur. Hatta bu kadar da değil, şatosuna yakın bir köyden platonik aşkı Aldonza adındaki kızın da adını hayalinde değiştirmiş, Dulcinea del Toboso yapmıştır. Çünkü kızın köyünün adı gerçekten de Toboso’dur. Ve bir de tabi sevgili arkadaşı köylü Sancho Panza vardı. Ama onun adı zaten kulağa yeterince hoş geldiği için değiştirmeye gerek yoktur.

Daha romanın ilk bölümlerinde Cervantes’in bize sezdirdiği gibi eskiye ait bütün o edebi türler hak ettiği akıbeti görmelidirler. Nitekim romanın altıncı bölümünde, Don Kişot, ilk başarısız seferinden darbeler alarak şatosuna döndükten sonra daldığı yorgunluk uykusu sırasında, köyün papazı, Don Kişot’un yeğeninden kitaplığının anahtarını istediğinde, kız da bu anahtarı büyük bir memnuniyetle verir. Hatta hizmetçi kız bile bu şeytani kitapların arındırılması için kutsal suyu getirmeye koşar ve bu suyun bütün kitapların üzerine serpilmesini talep eder. Anlaşıldığı gibi bunları şeytan ya da büyücülerin işi olarak görmektedir. Ama papaz her cilde kutsal suyu serpmek için uğraşırsa, bu işin iki günde bitirilemeyeceğini söyleyerek daha kökten bir çözüm önerir. Yazar burada bize bir sürpriz yapar ve eleştirdiği kitapların hemen hemen tam bir listesini odadaki papaz ve berberin ağzından söyletir. Birkaçı hariç, bu listedeki kitapların çoğunu kitaplığın penceresinden şatonun avlusuna attırır. Ortada öyle bir yığın birikir ki, hizmetçi kızın bile içi sızlar. Efendisinin, bütün parasını bu kitaplara harcadığı için hayıflanır. Ama alınan karardan dönülecek değildir elbet. Yakılan kitapların dumanını bütün köy halkı da görür ve şatonun bir yerlerinde yangın çıktığını sanır. Hatta bu da yetmezmiş gibi papaza yardımcı olan berber, bir duvarcı bulup getirerek kitaplığın kapısını ördürtür. Ertesi gün uykusundan uyanan Don Kişot, her zaman yaptığı gibi kitaplık odasına girmek isteyince kapıyı bir türlü bulamaz. En nihayet odanın yerini sorunca da yeğeni ve hizmetçi kız, söz birliği etmişlercesine aynı hikâyeyi anlatırlar. Don Kişot, şatoda bulunmadığı sırada bir şeytan ya da büyücü, ejderhasına binerek bu odaya gelmiştir. Kitaplarına ne olduğunu görmemişlerdir ama çatıdan çıkıp gittikten sonra odanın kapısının olmadığını fark etmişlerdir. Üstelik bu hayali kişinin, kitapların sahibine çok hıncı olduğunu ve o yokken intikam almaya geldiğini bile yalanlarına eklemişlerdir. 

ESKİ ANLATI TÜRÜYLE ARAYA CİDDİ BİR DUVAR

Tüm bu tasvirlerden anlıyoruz ki, romanın yazarı Cervantes, romanı aracılığıyla eski anlatı türüyle arasına ciddi bir duvar örmek ve bu eski türün, kül haline getirinceye kadar kökünü kazımak niyetindedir. Eski edebiyattan bu denli nefret etmesine ve onlardan tamamen kurtulmak istemesine rağmen, seçtiği kahraman da yine eski tür edebiyatın yarattığı ortalama bir başkahraman tipidir. İşte bu noktada Cervartes, kendi yaratımı bu başkahramanı tam bir karikatüre dönüştürür. Tabi böylece Don Kişot aslında bir başkahramandan ziyade anti kahraman tiplemesi olur çıkar. Doğrusu roman da bütün o eski günlerin, eski öykülerin ve eski kahramanların bir karikatürü olmaktan kurtulamaz. Böylece bu eserin, modern Avrupa edebiyatının ilk romanı olmaya neden layık görüldüğünü de anlamaya başlarız. Zira artık masallar çağı kapanmaya başlamıştır. Avrupalı, çocukluk fantezilerini geride bırakmış, erginlik çağına girmiştir. Romantik kahramanların kahramanlıkları yerine, tıpkı bugünkü gibi insan ilişkilerinin temel belirleyicisi para olmaya başlamıştır. Zaten romanın yazıldığı dönem de, burjuvazinin etkinliğini artırmaya başladığı sürecin ilk başlarıdır. Roman boyunca Don Kişot ve arkadaşı Sancho Panza’nın yollarda rastladıkları kişilerin çoğunlukla ticaret erbabı olması da bunu gösterir. Bu durumu Sancho Panza’nın sözleriyle de teyit etmek mümkündür. Don Kişot, kendi hasarlı miğferi yerine yolda karşılaşacağı bir şövalyenin miğferine kılıç zoruyla el koyacağını ifade ettiğinde yol arkadaşı Sancho Panza şunları söyler: İyi düşünün efendim, bakın bu yollarda zırhlı adamlar değil, katırcılarla arabacılar var, miğfer takmadıkları gibi, belki hayatlarında adını bile duymamışlardır.” (1) 

Hancıların, katırcıların, tüccarların yollardaki bu başatlığı, burjuvazinin öncülü olan tüccarların artan etkinliğini kanıtlar niteliktedir. Dolayısıyla Cervantes’in, başkahramanı Don Kişot nezdinde göstermeye çalıştığı gibi eski şövalyelik ülküsü ve değerleri, sırf parasal bir karşılığı olmadığı için bir anlam ifade etmemektedir. Hatta roman boyunca Don Kişot’un yaptığı kapışmalar da bu işleyişi sekteye uğratacak haydutluklar olarak gösterilir. 

Tabi ki savaşçılık ideallerinin gereksiz bir romantizmden öte bir şey olmadığını, Cervantes, kendi öz yaşam öyküsünden de bilmektedir. Çünkü bu romanı yazmadan önce papalığın çağrısıyla bir Haçlı seferine katılmış, İnebahtı Deniz Savaşı’nda Osmanlı Donanması’nı yenilgiye uğratan Haçlı Donanması’nın bir üyesi olmuş ama ülkesine döndüğünde ne doğru düzgün bir iş bulabilmiş ne de ömür boyu yakasını bırakmayacak olan yoksulluktan kurtulabilmiştir. Dolayısıyla para getirmeyen hiç bir kahramanlığın anlamı olmadığını en yakından kendisi tecrübe etmiştir.  Belki de bu yüzden, yaşadığı travmanın hıncını bütün roman boyunca başkahramanı Don Kişot’tan çıkarmış gibidir. Çünkü Don Kişot, çatıştığı herkesle şövalyelik idealleri için dövüştüğünü sanırken, karşı tarafın bütün amacı ya hırsızlık ya parasını tahsil etme ya da çıkarını koruma güdüsü olmuştur. Böylece Don Kişot, anlamadığı iki dünya arasına sıkışmış o günün insanını temsil eder. Ama burjuvazinin bir sınıf olarak ortaya çıkıp bütün ekonomik ilişkileri kendi sınıfsal ilişkileri şeklinde düzenlemeye başladığından beridir ki, sıradan insanın garip paradoksu hiç değişmemiştir. Kısacası sıradan insan hâlâ bu romanı beğenerek okuduğuna göre, bir tarafta kutsal sanılan ülkü ve değerler ama öte yanda da ekonominin reel gerçekleri, değirmen taşı ile yatağı arasında kalmış buğday tanesi gibi bireyi ezip öğütmektedir. 

ÇAĞDAŞ KÜLTÜRÜN TA KENDİSİ

Don Kişot romanıyla özdeşleşen en önemli sahne, hiç kuşkusuz romanın başkahramanının yel değirmenlerine saldırmasıdır. Hatta bu sahne belki de bütün romanın önüne geçmiştir diyebiliriz. Çünkü popüler sanatta pek çok kereler atıfta bulunulmasına, çizgi filmlere konu olmasına, çocuk hikâyelerine uyarlanmasına en büyük etken, bu sahnenin varlığıdır. Oysa romanı okuyan bir okuyucu bilir ki bu en çarpıcı sahne, hiç de öyle romanın finali olacak şekilde, romanın sonlarında değildir. Hatta romanın hemen başlarında (Sekizinci Bölüm’de), neredeyse işin içine hiçbir süsleme katılmadan anlatılıp geçilir. Bu olayı final sahnesi yapan aslında çağdaş kültürün ta kendisidir. O halde biz de bu geleneği bozmayalım ve bu sahneye kadar aslında romanda ne gibi bir atmosfer yaratılmış olduğunu anlamaya çalışalım. 

Tabi ki bu sahne aslında bir önceki dönemin başat edebiyatı olan masal ve destanlarla hesaplaşmadan başka bir şey değildir. Çünkü masallarda bir nesne canlanarak başka bir şeye dönüşebilir. Yani yel değirmenlerinin canlanarak devlere dönüşmesi mümkündür. Ama gerçekte, yani daha materyalist bir bakış açısıyla baktığımızda böyle bir şeyin olması mümkün değildir. Dolayısıyla masallarda mümkün olan şey, romanın başkahramanı Don Kişot için de mümkündür ama okuyucunun gözünde bu sahne tam bir komediye dönüştürülmüştür. Mızrağıyla saldırdığı yel değirmeninin kanadına çarpıp yere düşmesindeki gülünçlük okuyucunun takdirine sunulur. Tabi burada psikolojinin de temel sorunlarından birine girmeye başlıyoruz. Çünkü herkesin kendine ait bir iç dünyası, bu dünyanın da kendine ait simgeleri ve kodları olabilir, ama nesnel dünya bunlara aldırış etmez. Başka bir deyişle nesnel dünyanın kendi işleyişini umursamayan veya bunu anlamaya yanaşmayan birinin başına en hafifinden gülünç düşmekten başka bir şey gelmez. En ağırı ise hepimizin farkında olduğu gibi canından olmaktır. 

Ben, romanın bu en çarpıcı imgesini, aslında günümüz popüler kültürünün en gerçek zaafının ifadesi olarak güncelliyorum. Günümüzün akıl verenleri, artık tam da bunu yaptırmaya uğraşıyorlar. Yani gerçek sorunlarla mücadele etmemiz yerine bizi sürekli yel değirmenleriyle savaşmaya yönlendirmeye çabalıyorlar. Günümüz insanı belki de Don Kişot’tan daha sefil durumdadır. Çünkü Don Kişot’un yanılgısı kendinden ve okuduğu şövalye masallarından kaynaklanıyordu. Ama günümüz insanı, Don Kişot’un durumuna düşmemek için farkına bile varamadığı daha pek çok akıl çeldiricilerle, çok daha inandırıcı hale getirilmiş masallarla uğraşmak zorundadır. Dolayısıyla günümüz insanı da tıpkı Don Kişot gibi gerçekler yerine yel değirmenleriyle mücadele ettiği için, hatırı sayılır büyüklükteki çabasına, öfkesine, ihtirasına rağmen aslında kendinden başka hiçbir şeye zarar veremeyen, sisteme dokunamayan bir zavallı durumundadır. Belki de bu romanın dört yüzyıldır sevilmesinin nedeni budur.    

BAŞKA TÜRDEN ROMANTİK KAÇIKLARIN DA HİKAYELERİ

Öte yandan, romanın yazarı, tam da günümüzün akıl çeldiricilerinin istediği gibi kararsızlık ve ikircim içindedir. Romanın ilerleyen bölümlerinden anlıyoruz ki Cervantes, aslında baştaki kararlılığında samimi değildir. Ne yazık ki romanın başında işaretlerini verdiği niyetini sonuna kadar sürdüremez. Romanın içine başka türden romantik kaçıkların da hikâyeleri, gayet saygı uyandıracak tarzda yerleştirilir. Biricik aşkı kendine yüz vermiyor diye intihar eden Grisostomo ile “iffetinin meyvelerini, güzelliğinin kalıntılarını sadece toprağın tadacağını” söyleyen yalnız yaşamaya niyetli çoban kız Marcela’nın öyküsünü kastediyorum. (2) Tabi bir de biricik aşkının ihanet sandığı davranışı yüzünden, dağlarda yarı çıplak dolaşan meczup Cardenio’yu da burada zikretmek gerekir. Hatta karısının iffetini sınamak için arkadaşı Lotario’dan yardım isteyen Anselmo’yu da bu listeye eklemeliyiz. Bu tür karakterler de en az Don Kişot kadar kaçıktır. Kısacası, romanın başında aklını yitirmiş bir deli olarak takdim edilen Don Kişot, roman ilerledikçe yavaş yavaş bir bilgeye dönüşmektedir. Neden gezgin şövalyelik kurumuna ihtiyaç duyulduğunu şu sözlerle dile getirir:

Eskilerin altın çağ dedikleri çağ ne mutlu bir çağmış, ne mutlu yüzyıllarmış. İşinde bulunduğumuz demir çağda bu kadar değerli olan altın, o talihli çağda kolaylıkla bulunabildiği için değil; o çağda yaşayanlar senin ve benim kelimelerini bilmedikleri için. O kutsal çağda her şey ortaktı.” Bu çağda herkesin tek zahmeti doğanın kendilerine sunduğu meyveleri dalından kopartmaktan ibaretti. “O zamanlar sadece huzur, sadece dostluk, sadece uyum vardı; kıvrık sabanın ağır demiri, henüz ilk anamızın cömert karnını deşmeye cesaret edememişti. (Yani henüz tarım başlamamıştı.) O kendisi, verimli ve geniş göğsünün her yanından, o zamanlar kendisine sahip olan çocuklarını doyuracak, yaşatacak, sevindirecek şeyleri zorlanmadan sunardı. O zamanlar, saf, güzel bakireler vadiden vadiye, tepeden tepeye, başları açık, üstlerinde, namus gereği her zaman örtülmesi gerekenden fazla yerlerini örtecek giysilerden başka şey olmadan gezerlerdi. (…) Gerçeğe ve içtenliğe hile, yalan ve kötülük karışmazdı. Adalet kendi amaçlarını güder, şimdi olduğu gibi çıkar ve iltimas amacıyla bulandırılmaya, lekelenmeye, hırpalanmaya cesaret edilemezdi. (…) O zamanlar yargılanmaya gerek yoktu, yargılanacak kimse yoktu. Bakireler ve namus, söylediğim gibi, istedikleri yerde, tek başlarına, yabancıların arsızlığı ve şehveti tarafından lekelenme korkusu olmadan dolaşırlardı. (…) Oysa şimdi, iğrenç çağımızda hiçbiri emniyette değil. (…) Onların emniyeti için, zaman geçtikçe ve kötülük arttıkça gezgin şövalye tarikatları kuruldu; bakireleri kollamak, dulları korumak, yetim ve muhtaçlara yardım etmek için.” (3) 

Böylece bu idealleri dillendiren kahraman daha sevilesi bir hal alır ve Cervantes de, romanın başında vadettiği eski şövalye romanlarıyla hesaplaşmasını tamamlayamaz. Hatta yazarın baştaki radikal tutumu, yine kendisi tarafından yumuşatılmaya, sulandırılmaya ve masalsı edebiyatın değerleriyle uzlaştırılmaya yüz tutar. Don Kişot bir tür agnostiktir (bilinemezci). Çünkü Sancho Panza tarafından dile getirilen basit gerçekçiliğe karşı Don Kişot’un asıl önermesi, dünyayı kendisinin gibi görmenin yanlışlığını kimin ispatlayabileceğidir. 

Dünyada kaç milyar insan varsa bir o kadar da öznel gerçekliğin olduğu doğrudur, yoksa aynı şartlarda yaşayan insanların birbirlerinden farklı düşünmeleri mümkün olmazdı.  Ama Don Kişot’a hak verirsek, dünyayı yanlış yorumlayıp tımarhaneye kapatılan delilerin durumuna düşmek kaçınılmaz olacaktır. Tımarhanenin parmaklık demirlerinden bakıp delilerden olmadığını düşünen “sağlıklı” insana karşılık, parmaklığın öbür tarafından bakıp dışarıdakini kaçık gören delinin algısına hak vermiş oluruz. Bu durumda, bütün meselenin, dünyanın işleyişini olduğu gibi kabul eden sağduyulu sıradan insandan mı, yoksa romanın başkahramanı Don Kişot’ta mı kaynaklandığını muhakeme etmek zorunda kalırız. Belki de asıl sorun bu çarpık sistemi oluşturan sağduyulu makul insanların kendisindedir? İçine girildikçe, romanın yapmak istediği böyle bir şeydir. 

SİSTEMİN ÇARKLARINDAN KURTULAMAYANLAR

Böyle tahliller her ne kadar hoşa giden bir romantizm ve çarpıcı bir bakış açısı taşısa da şahsen ben bu tür akıl oyunlarından pek hazzetmiyorum. Çünkü böyle bir kahramanla sistem eleştirisi yapılmışsa, doğrusu dört yüz yıldır sistemin çarklarından kurtulamayan herkes, zavallı Don Kişot gibi tatlı bir kaçık olmayı yeğlediği içindir. İşte benim bu romanda hissettiğim hile budur. Aslında sistem, tam da Don Kişot gibi muhalifler istemektedir. Yani, yel değirmenlerine saldırmamızı, bir hiç uğruna bütün mücadele gücümüzü heba etmemizi… Don Kişot’un bütün iyi niyetine rağmen aslında onda bütün gericilerde bulunan temel özellikler mevcuttur: Nesnelliği reddeder, saplantılıdır ve inatçıdır. Dolayısıyla Don Kişot ancak saçmalayıp,  kendini gülünç düşürdüğü ölçüde sevimlidir, ama Cervantes’in ara sıra denediği gibi başkahramanına gereğinden fazla akıllıca sözler söyletmeye başladığında, sadece gericiliğin sözcüsü durumuna düşmektedir. Çünkü nesnellikten uzaklaştığı halde, ona hak verecek bir kitle yakaladığında, o sevimli ve gülünç karakterlerin dünyayı nasıl trajedilere sürüklediğine insanoğlu pek çok kereler şahit olmuştur. 

Yine de Cervantes ölçüyü pek kaçırmamış, başkahramanını gülünç ve komik durumda göstermeye devam etmiştir. Hatta romanın yazılmasında, belli belirsiz bir etken daha gözden kaçırılmamalıdır. Romanın yazarı Cervantes’in, yazarlık yeteneğinin mihenk taşı kabul edilen aşk konusundaki romantik anlatım yeteneğine bir süs olarak bu iki karakteri yaratmış olması da ihtimal dâhilindedir. 

KAYNAKÇA

(1) Miguel de Cervantes Saavedra, Don Quijote I, Yapı Kredi Yayınları, 31. Baskı, s. 98

(2) A.g.y., s. 123-124

(3) A.g.y., s. 101-102