Uyruktan yurttaşa nasıl okuduk?

Muhasaraya alınan ve sonra nefesi kısılan hayat tarzı ve anlayışı Türklerin İslamlık öncesi tarihine ilişkindi. Bu tarihte tahtadan yapılma matbaa harfleri ile metinler basılıyordu. Basılan metinler türlü tekniklerle ciltleniyordu. Yazıtlar ve anıt yazıtlar yamaçlardan, ırmak kıyılarından, kentlerden hayatı kucaklıyor ve güzelleştiriyordu.

CAFER YILDIRIM

Bizim yazılı tarihimiz 5. yüzyıla dek uzanıyor. 8. yüzyıla ait anıt yazıtlarda (Köktürk Yazıtları) Türkçeyi edebi bir anlatım düzeyinde buluyoruz. Kısa cümlelerle kurulmuş metinler duygulu, içtenlikli bir anlatıma sahiptir. Duygu ve içtenliğin bütünleştiği düzlemde yükselen bu anıt yazıtlarla aramızda tam on iki yüzyıllık bir zaman tüneli var. Bu süreçte Asya içlerinden yurt yurt, iklim iklim uzaklaşarak Anadolu’ya geldik. Birçok kültür ve uygarlığın birbirine karıştığı bu kavimler coğrafyasına kendi damgamızı vurmakta gecikmedik. Aldığımız kadarını olsun Anadolu’ya verebildik mi? Selçukludan Osmanlıya, Osmanlıdan Cumhuriyet’e ulanan, uyruktan yurttaşa evrilen kimlik serüvenimizde borcumuzun ne kadarını ödedik acaba bu topraklara?

Diyeyim ki 1071’den 2021’e değin aldığımızdan daha fazlasını verdik mi bu coğrafyaya?

Soruların cevap kapsamı hiç kuşkusuz kitapla geliştirdiğimiz ilişki düzeyiyle sınırlı değil fakat anahtar cevabın bu ilişkide saklı olduğu da bir gerçektir.

FİKRİ HÜR, VİCDANI HÜR, İRFANI HÜR” NESİLLER

Kitap, okuma ve bu anlamda kültür ve toplum ilişkisine baktığımızda devlet olgusuyla yüz yüze geliyoruz. Gerçekte, temelde kitap-toplum ilişkisini yönlendiren, biçimlendiren, kısırlaştıran ya da olgunlaştıran kurum devlet oluyor. Devletin ideolojik ve fiili güç olarak egemen bir konumu var. Türk tarihi devletin kitaba, okumaya, düşünceye yönelik tavrı açısından trajik bir tablo görünümü sunuyor.

Mustafa Kemal’in şiirlerini çok sevdiği Tevfik Fikret’in bir dizesinden uyarladığı sözle Cumhuriyet’i “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesillerle koşulladığı dönemlerde Nâzım Hikmet mahkemelerde idamla yargılanıyordu. Fikirlerini cesaretle ortaya koymanın bedelini yıllarca hapishanelerde kalmakla ödedi. Aynı yazgıdan Nâzım gibi düşünenler, Nâzım’ı okumakta ısrar edenler de kurtulamadı.

Bütün cumhuriyet hükümetleri döneminde demokrasi, özgürlük, demokratikleşme, hukuk reformu en fazla sözü edilen sözcükler oldu. Fakat hiçbir dönem ne bir özgürlük ortamı oluştu ne de aydınlar, gazeteci ve yazarlar hapis cezasını göze almadan düşüncelerini ortaya koyabildiler.

KUTSAL KILIÇ

Düşünce ve kitap Cumhuriyet’ten önce daha sıkı bir denetim altındaydı. Avrupa’nın Rönesans’a hazırlandığı bir dönemde, 16. yüzyılda matbaa bile kurulmamıştı. Yine Avrupa, Yunanca ve Latince eserleri basma aşamasına geldiğinde Osmanlı ülkesine basılı kitabın sokulması yasaktı. Ancak Arapça ve Farsça eserlere, o da padişah fermanı ile kapı açılabiliyordu. Bir kültür gelişiminin önü kesilmiş, bu gelişimi sağlayan anlayış günah karanlığı ile boğulmuştu. Muhasaraya alınan ve sonra nefesi kısılan hayat tarzı ve anlayışı Türklerin İslamlık öncesi tarihine ilişkindi. Bu tarihte tahtadan yapılma matbaa harfleri ile metinler basılıyordu. Basılan metinler türlü tekniklerle ciltleniyordu. Yazıtlar ve anıt yazıtlar yamaçlardan, ırmak kıyılarından, kentlerden hayatı kucaklıyor ve güzelleştiriyordu. İslam‘ın Moğolistan ve Türkistan bozkırlarına gömdüğü işte böylesi bir kültürel anlayıştı. Kuran’dan başka kitap, ibadetten başka düşünme biçimi tanımıyordu İslamiyet. Devlet ideolojisi mevkiinde bir din olarak yönetici ve egemen kesimin varlık alanını yerinde koruyup yerinde genişleten, yeri geldiğinde düzenleyip sistematize eden kutsal bir kılıçtı o.

KESİNTİSİZ DEVRİMLERİN MÜJDECİSİ

Her çağda, her toplumda kitap, okuma kültürü, yeni düşüncelerin ortaya konması devletle olduğu kadar toplumsal dinamiklerle, bu dinamiklerin güç düzeyiyle de bağlantı örgüsü içinde yer aldı. Toplumla devletin girift ilişkiler, eşitsiz ya da ödeşen etkiler ağı içinde düşünce de kendi konumuna ilişkin kazançlar elde etti, zaman zaman kayıplarla karşılaştı. Dünya coğrafyasının bazı bölgelerinde sonunda kazanan düşünce ve kitap oldu. Konfiçyüs’ün (MÖ 551- 479) “kitap dolu bir evle, çiçek dolu bir bahçe” özlemi insanlar için sıradan bir gereklilik halini aldı. Evimizdeki kitaplar kadar başımıza belanın açıldığı ülkemizde kitap-devlet, kitap-toplum ilişkisini uygarlık tarihinin hangi sürecine oturtabiliriz? Bir avuç asalağın büyük mutluluğuna hizmet eden yasakların ardındaki dünyanın güzelliğini sezebiliyor muyuz? Gothe’nin “sanatların en gücü” olarak gördüğü okumayı öğrenmeye yaklaştığımızı söyleyebilir miyiz? İçimizden kaç insan çıkar “istediğim kitapları verin, beni bir hücreye kapatın!” diyebilecek?

Bu soruların çoğunluk ağzından olumlu cevabı adalet isteğinin, sürekli barış özleminin, emekten taraf bilincin toplumsal ifadesidir. İnançlı karşı duruşların, yenilmeyecek başkaldırıların habercisidir. Bu soruların olumlu cevabı devrimin kendisidir ve kesintisiz devrimlerin müjdecisidir.