Seçkin, dürüst eleştiri gibi görünen şeyin imana kapaklanması.

Ömer Erdem İslam sularında hakikat arayanlardan. İslamın da hakikatle derdi var diyen, yeni zamanlarda parlatılan bir yaklaşım var. Son birkaç kitabını okumuştum, dikkatimi çekmişti. Ama bu kitabı nedense kuşkuyla karşıladım okudukça. Kendini bir şey sanma ve sunmanın yazık ki tipik örneklerinden. Sahici şiir şimdi, buradan başlıyor sanki. Döktürülmüş gevezeliklerin arasında düşülmüş güzel dizeler okuru umutla umutsuzluğun sınırına taşıyor. Şiiri düşüncenin sürüklüyor olması güzel ama düşünce kendine hayranlıkla ilerliyorsa koyuver gitsin.

ZEKİ Z. KIRMIZI

 

Ömer Erdem, Kireç.

 

ÖMER ERDEM ŞİİRİNE BİR BAKIŞ’a ekler…

EK I[1]:
Uzağa gitmeye ne gerek, Tuğrul Keskin’den, “Kanda’har”dan daha fazla ne söylediğine bakalım.

İlk kez bir kitap beni duraklattı. Belki okumam yüzeyseldi. Not almamıştım. Yazarın güdülenimleri, kaynakları hakkında bilgisizdim. Her ne ise, sonuçta başvurduğum kaynaklar, Erdem’in bolca orda burada konuşmaları bile kafamda özgün bir nokta, üzerinde yazabileceğim bir düşünce uyandıramadı. Yazarın kişisel ırası (karakter) yabana atılır gibi değilken üstelik. Öfkeli, ama açıklamaktan da geri kalmıyor. Beni dizginleyen belki de budur. Neden şiiri açıklama gerektiriyor yazarınca. Medyanın baskısından kaynaklansa da bu türden çabalar, kitap ortaya gelmişken, açıkçası pek hoş karşılamıyorum.

Şairimizin birazcık daha olgunlaşması gerek. Şunu anlıyorum ki, ortamını buluyorsan, seçmenin orada alkışlamaya hazırsa, yaptığın her şeyi açıklayabiliyorsun. Her şeyin hazırda, geçerli bir özrü, sağlamca görünen bir dayanağı, vb. var. Sanırım hepimiz yaptığımız her şeyden ötürü her zaman haklıyız (!).

Soyadıyla uyumlu biçimde Ömer Erdem’in okuduğum şiir kitabının bir erdemi var ve bu yanı dikkati üzerine çekiyor doğal olarak. Sanki gizliden böyle bir beklenti oluşmuş, sanki yılmışız ve hakikate susamışız… Genç ve öfkeli bir şair işte çıkıyor, Bağdat’ı anlatıyor ve ‘Aman Tanrım, hakikat ilk kez su yüzüne çıktı, göründü’, diyebiliyoruz. Geçmişin hakikat tasarılarını yok ettiğimizi ayrımsamadan, bu büyük haksızlığa göz yumarak… Peki, bu (Kireç[2]) hakikat tasarısını öncekilerle bir karşılaştıralım, özgünlüğünü ortaya çıkaralım bakalım hele bir… Uzağa gitmeye ne gerek, Tuğrul Keskin’den (Kanda’har, 2009) daha fazla ne söylediğine bakalım. Önemli olan bu.

Duyarlık mı? İnanç mı? Cesaret mi? Dil (t)aşımı mı? Biçem mi?

Bu ve benzeri başlıklarda küçümsenemeyecek gerçeklerle dolu olsa da Ömer Erdem’in şiirinin daha kat edilmesi gereken çok yolu olduğu kanısına vardım. Kimse bana amacı bilip de mi böyle konuşuyorsun demesin. Bilmediğim için söylüyorum, okur olarak…

Öyleyse şairin değil ama sıradan bir okur olarak benim sorunum nedir Kireç’le ilgili?

Öfkesindeki tıkanıklık olabilir mi? Aldatıcı militanlığından hoşnutsuzluk olabilir mi? Bastırılmış şiirsel benin gümleyişini duyan kulaklarımdaki tırmalanmaya ne demeli? Ya yalanı yüzlerken, yalanla hesaplaşırken bir ileri iki geri yürüyüşüne tanıklık yapmak zorunda kalmak?..

Yani Ömer Erdem’in aradığı bir şey var, arayışını görüyorum ama bu arayışın tamamlanmış, kendi üzerine yoğalmış şiirini (Tek şiir değil kitap düzeyinde bakıyorum.) göremiyorum. Öyleyse, iyi ya, açık uçlu metinler bunlar, denebilir. Şair de bunu, yarım bırakılmışlığı, yapısal bir öğe olarak değerlendirmiş olmalı. Hatta şiirin en zorlu uğraşı, yavan(laşmış) imgeden kurtuluşun olanağı da dile böyle yansımaz mı? Yeni imge, yeni duyarlıklar, yeni yanıtlar… Çoğulluk.

Yukarıdaki nedenlerle tüm bunlardan kuşkuluyum, yazık ki. Önlemli, sakınımlıyım, yargı vermek, seçim yapmak istemiyorum. Çünkü şair henüz kendine gelecek şiirle buluşmuş gibi görünmedi bana. Bunun için de şiiri aşan daha kapsamlı çalışmalar yapması gerekiyor sanki. Gözlemi, tanıklıkları, geçici duyguları aşan daha derin sorgulamalar…

Tuğrul Keskin, Kanda’har, 2009.

 

Oysa dışa verdiği izlenim tam da benim söylediklerimin tersi. Diyecek bir şeyim yok. Beni kendi üzerine yazmaya zorlayamadı Kireç. Herhalde ondaki şiiri görmeyi beceremedim. Şairin çarpıcı imgelere dayalı belirsizliği okurluğumu da belirsizleştirdi sonuçta.

9.Taş şiirinden bir bölümü alıyorum aşağıya:

…..
beni bir ağır taş gibi boynuna astın
bir tel ipekte bin kelebek düşünen ben
bir harfle her şeyi söyleyen ben
bir atın köpüğünden kırbacın yükünü tartan ben
bir kararlı adımdan yolların tozunu yutan ben
bir azarlanan çocukla kanayan ben
beni bir ağır taş gibi boynuna astın
beni bir ağır taş gibi boynuna astın
bunu bilir miyim bilebilir miyim bunu be
…. 

*

her şey

 ölüp gidiyor sonunda çok çalışan da
en hızlı bayrak çeken de ölüp gidiyor
payına gökten üç elma düşen de
uzarken düşünde cin saçlarından
elmaların kurdu da ölüyor dağların kurdu da

 şehir şehir yar diye yanan ölüyor
gümüş kaselerde ölümsüzlük tadan da
çöl kumuna saklanmış fırtına
bir kat temiz çamaşır kadar saf
ölüyor yeminlerin en yakıcısını dizen dudaklar da

 ölüp gidiyor işte tavşanın kuyruğu
omuzları ölüp gidiyor çiftçilerin
luilerin köpekleri ölüp gidiyor
sular ölüp gidiyor kardeşim, şiir
gelen ölüyor giden ölüp gidiyor sonunda 

EK II.
Günümüz şiiri üzerine küçük bir gözlem ve ‘Pas’[3]

 Günümüz Türkçe şiiriyle derdim var. Şiirle derdi varsa birinin kuram ve uygulamaya ilişkin birçok konu artık geride kalmış demektir. Dert oralardan gelmez. Dert dilin ve yaratılmış geleneğin nasıl taşındığıyla ilgilidir. Son iki yıldan (2014-15) on, on beş kitap seçtim. Bugüne değin hep tek kitaba odaklı yazdım. Yukarıdaki şairlerin bir bölümünün önceki kitaplarından okumuşluğum ve hakkında yazmışlığım da vardır. Ama geriye dönüp ne yazdığıma da bakmayacağım (Merak eden bulur okur.) Öte yandan tek tek kitaplarla da uğraşmayacağım. Belki her birine geçerken bir nedenle dokunabilirim. Yapabileceğim şey ise şiirimiz hakkında bu kitaplar üzerinden kısa ve oldukça genel bir sorgulama. İyi de bu kitaplar günümüzde yazılan şiiri ne ölçüde yankılar. Çokça yankılamadığını biliyorum. Günün şiirini iyi izleyen biri değilim. Dergilerden kopalı yıllar ve yıllar oldu. Her yıl binlerce şiir yazılıp yayınlandığını, bir yılda yayınlanan şiir kitaplarının sayısının 200’leri (yanılmıyorsam) bulduğunu da biliyorum. Nicel bir patlama uzun süredir yaşanıyor. Sanki şiir toplumsal bukağılarından kurtulup gevşedi, ölçütlerini yitirdi de en iyi (?) en kötüyle (?) yan yana gelebilir oldu. (Ne demokrasi ama!) Şunu da söylemeli, şiir üzerine yayınlar da arttı. Bunların çoğunun yazarı da yine şairler… Hem şiir yazıyor hem şiir üzerine düşünüyorlar. İzlenimim; betim, döküm (akademik çalışmalar), izlek düzeyinde kalındığı, şiirin dışarıdan (özellikle felsefeden) desteklendiği, eleştirel-karşılaştırmalı-tarihsel, şiirbilimsel bir yapıçözüme gidilmediği, şiirimizin dille ilişkisinin yeterince irdelenmediği yönünde. Bu yargıları sonuçtan (elde var birden) çıkarıyorum biraz da. Kısaca derdimi somutlaştırayım önce.

En büyük derdim, genel olarak şiirin dille ilişkisinin giderek zayıfladığı. Sanki şiirin bir dil sorunu yok. Sanki şiir dile içeriden omuz atmak değilmiş gibi. 80’lere değin şiirimiz aşağı yukarı tam da buydu.

İkinci derdim, gizli yadsımacılık. Fethi Naci’yi yansılarsak, günümüz şairi de toplumu denli belleksiz. Hatta artık temel niteliğimiz belleksizliğimiz, diyeceğim. O zaman yaygın örnekte, şair şiiri kendisinden pervasızca, sorumsuzca başlatıyor neredeyse. Ha, şu numarayı yutmayalım. Birçoğunun üzerimizde bıraktığı izlenim başka… Türk şiirini yalamış yutmuş bir edaları var. Var da yazdığın şiir ortada be kardeşim. Yokmuş gibicilik, kendinden öncesi yokmuş gibicilik!.. Söyleyin, neyi imler bu tutum… Hey, küçük dağları yaratmış şair(cik, cik!), sözüm sana.

Şiir burayı kuşatmakla kalan yazı değil elbette. Bura derken tüm oralar berilenir. Büyük şairler(imiz)e bakın. Göstermediklerinden dil (ve şiir) gelir. Dertleri örtmek, kapatmak olduğundan değil. Hiç öyle dertleri olmaz. Varlıkla hiçliğin arasından şiir türetirler. (Çıkarırlar mı demeliydim.) Ortaya çıkan imge eşsiz, biriciktir ama daha şiire (v/d)urduğunda eskimiştir ve imge üzerine imge vurulmaz. Sözlüğün sonsuz çapraz ilişkiler (matris) ağı aynı sözcüklerle yaratılacak yeni imgenin gizil olanağıdır.

Bir başka derdim şiirin kuşatıcılığı, bağlamsal yurdu. Şiir genleşeceğine, bağlamını enine-boyuna-dikine öteleyeceğine kendi çukuruna düşe yaza, daraldı. Şiir şiire (ikinci yeni), şiir sonunda şaire (yeni bireycilik, vb.) …

Öte yandan hani siyaset şair dostlar? Siyaset deyince ödünüz kopar oldu. Eski ağızları bırakmanız, şiirin siyasetle ilişkisini, tıpkı toplumun yapması gerektiği gibi yeniden anlamanız gerekiyor. Kuşkusuz önce siyasetin yeni bağlamlar, yapılar içerisindeki gövdelenme biçimini anlamak gerek. Siyasetle ilişkilenemedikçe, dili toplumsal geleceğe ve eşitliğe bağlamadıkça (dili ütopyalamak diyeceğim buna) kusura bakmayın önce insan olunamamış demektir, insan olunamayınca şairlik daha uzak, öyle değil mi? Sakın ola, siyaset sözcüğünü havada kapıp, sosyalist realizm, proletkült, vb. kavramlara sırtınızı dayayıp, geç efendim, dercesine havalara girmeyin. Oralarda değiliz, bilin yeter. Siyasetten muradımız başkadır efem.

Ben’i didiklemekten delik deşik edince geriye Ben diyebileceğimiz bir Ben bırakmadık maşallah! Ben aşkına bu Ben yıkıcılığına ne ad vermeli acep? Gevezelik, unutma-unutturma, sürüleşme… Niye orada rahatız ki? Şiir neye düşman o zaman? Folklora mı?

Ve şiirin tümlüğünü yitirmesi, ayaktalığını ayrıntısına iliştirmesi, buluşu (keşif), bulan anlağı (zekâ) şişirmesi, zorda kalınca kolay alaya (sarkazm, istihsa), karayergiye (ironi) sığınması, bir şiirin adalaşması, ötekiyle sırtlaşması, şiirin kendi dizelerinden, içinden vurulması… Oysa şiir okuyan biriysem şunu söyleyebilirim sakınmasız: Şiir dışarısından çatılır, yükselir. İçerisinden ise olsa olsa yıkılır. İçinde bir yerinden gelmez içeriği. İçerik dışarıdan onu yapılandırır, kurar. Parlak dize iyidir, çekicidir ama şiiri arkadan vurabilir de.

Ömer Erdem, Pas.

Şiirde büyük ses savsözle bulaşır, doğru. Ağı gidericisi (panzehir) küçük ses, pes midir, işte bu tartışılır. Şiirin sesi küçük, kısık, fitili kısa, çünkü Türkçemizin ve insanımızın sesi de küçük, kısık, kısa, güdük. Küçül(tül)müş insana küçül(tül)müş (güdük) şiir… Doğruya doğru. Demek değil ki büyük ses büyük şiir(dir). Ne ilgisi var?

İyi niyet, kahramanlarımız, anılarımız, geçmişe kilitlenmiş, donakalmış devrimciliğimiz, şu kalıp sözler, davranılar, şu salaklıklar hüzün gibi renklenir, resimlenir ya içimizi parçalarcasına, koyuvermeyin gönlünüzü bu türden geçici sersemliklere. Zamanı kaçırmışlığın insanı durduk yerde ağlatacak düşkünlüklerine, beceriksizliklerine, gevelenmelerine… İtekleyin, atın yeni (küresel) kurdun ağzına yem diye onları. Güle oynaya yenilip yutulma ayrıcalıkları var çünkü onların.

Şiir bir seçkinl(er/ik) oyunu değil. Şiir tümümüze, tümümüzce… Dünya kavranılamadan, bu yönde hep yeniden başlamadan, emek harcamadan şiir olmaz. Eleştirisiz şiir olmaz. Her hakiki şiir öncekini geçersizler, böylelikle kardeşlenir. Yok etmez, yanına ilişir, elini tutar en çok. Şiir eşitlik düşüdür. Şiirimizi bugüne dek yazılmış tüm şiiri geçersizleştirecek cesaret ve güçte görmek isterim. Ancak o zaman o büyük şairlerin ve şiirlerin yanına oturma hakkı kazanır. Yunus’tan başlamayan ve onu aşmadan şiir olmaz.

Bunları yazarak kimbilir ne haksızlıklar yaptım, kimlerin ayağına bastım istemeden… (Şiirin en kötüsü bile karşılıksız emek, sungudur. Saygım sonsuzdur yine bu nedenle.) Bu kitaplar ve şairleri, konuyla ilgili düşünmemi sağladılar gerçekte. Şiirleri hakkında verilmiş tartışmasız, acımasız yargılar olduğunu söylemek gerçekten çok ileri gitmek olur.

Soldan kötü şiir çıkar, hem de bolca ama sağdan iyi şiir çıkması tansık olur

48 yaşında Ömer Erdem (Doğ. 1967) İslam sularında hakikat arayanlardan. İslamın da hakikatle derdi var diyen, yeni zamanlarda parlatılan bir yaklaşım var. Son birkaç kitabını okumuştum, dikkatimi çekmişti. Ama bu kitabı nedense kuşkuyla karşıladım okudukça. Kendini bir şey sanma ve sunmanın yazık ki tipik örneklerinden Pas[4]. Sahici şiir şimdi, buradan (Erdem’den) başlıyor sanki. Döktürülmüş gevezeliklerin arasında düşülmüş güzel dizeler okuru umutla umutsuzluğun sınırına taşıyor. (En azından beni.) Şiiri düşüncenin sürüklüyor olması güzel ama düşünce kendine hayranlıkla ilerliyorsa koyuver gitsin[5]. Ele alınan izleklerin çarpıcı büyüklüğü şiiri esinleyebilir elbette. Şair büyük izleklerin egemeni gibi göründüğünde yarı-tanrı havalarına girebilir. Tuzak balon gibi üflene üflene şişirilmektir. Bkz. Kitap-lık Dergisi’nin 180. Sayısında (Temmuz-Ağustos 2015) yer alan Özge Öztekin yazısı (Türk Dili ve Edebiyatı akademisyeni): Ömer Erdem’in Pas Kitabı Üstüne. Şiir Üzerinden Düşünmek: Tarihsel Bağlam, Ontolojik Estetik, Eleştirel Algı. İnsanın ödü hiçbir şeyden kopmasa böyle bir yazıdan kopar. İçinden geçmeyen ağır felsefe ya da düşünür kalmayan bu yazıdan gerçekten sıtkım sıyrıldı. Hakkımda böyle bir yazı diken üzerine oturturdu beni herhalde. Rastgele bir yerinden alıntı: “Şiirlerin içindeki hayretle duraklatan parçalar, insanı derin kuyularına daldırıyor. İlk başta birbirinin çok uzağında duran bir sürü fikir, aralarındaki zengin duygu bağı ile yeniden inşa edilmiş. Bütün iniş çıkışlar, dalgalanmalar o kadar doğal bir akışta ki, yaratıcı zekâyı imleyen vurucu sözler…” ya da “Metafizikten ontolojiye uzanan bağlamda varlık ve hakikat konusunu şiir üzerinden düşündüren temel izleklere sahip. Özellikle ‘Heidegger, Nietzsche, Kierkegaard, Deleuze, İbni Arabi ve Mevlana okumaları’ çerçevesinde, Pas’ın varoluş sorgulamalarına uzanmak mümkün.” Kendimize gelelim hep beraber, n’olur! Bilgi gösterilerinden, hava basmaktan, dünyayı kendinle başlatıp bitirmekten (Erdem’i kastediyorum özellikle), vb. uzak durmanın yararı var. Bu tür sözde iş birliklerinden doğru değil eğri gelir gelse gelse. Benim Ömer Erdem’de özellikle takıldığım ise seçkin, dürüst eleştiri gibi görünen şeyin imana (inanca, gizemciliğe) kapaklanması. Dolayısıyla burada eleştiri ters işlev görüyor. Duyarlığım bu noktaya. Soldan kötü şiir çıkar, hem de bolca ama sağdan iyi şiir çıkması tansık olur.

*

Yukarıdaki kısa değinilerin yüzeysel ve hafif kaçtığını kabul ederim. Savunmam şu: Yarım yamalak da olsa şiir okurluğum, tüm çağdaş şiir tarihimizi elimden geldiğince gözeterek ve karşılaştırmalı, eleştirel bir okurluktur. Yani bu yönde, eğilimdedir. Elimde kalıp, bıçak, saltık doğru değil; iyisi, daha iyisi, belki de olabilecek en iyisi (Elbette düştür, ütopyadır bu.) var. Birini ötekinin yanına koymadan şiir okumam, okumadım. Bu durumda bir dağoluştan (orojenez) değil, bir çukurlaşmadan (jeosenklinal) söz edebiliriz, Türk Şiiri derken. Bu Türkçe şiirin daha da doruklaşamayacağı anlamına da alınmamalı. Karşılaştırma görelidir (rölatif).


[1] Bu yazı 2011 yılında yazılmıştır.
[2] Erdem, Ömer; Kireç (2010), Everest Yayınları, Birinci Basım, Mart 2010, İstanbul, 92 s.
[3] Bu yazı 2015 yılında yazılmıştır.
[4] Erdem, Ömer; Pas (2015), Everest Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2015, İstanbul, 108 s.
[5] Üstelik Ömer Erdem şiiri düşünceyle karşıtlayan bir şairimiz. Tuhaf bir durum!

 

PAYLAŞMANIZ İÇİN