Sanırım Koronaydı?

Uzanmış yatan amcadan bir ses geldi. “Şapkam.” Tam karşısında yatan yaşıtı başka bir amca, “Başında,” dedi. Yıpranmış, beyaz bir promosyon şapka var başında. İnlemeyle konuşmaya hazırlanma arası bir ses çıkarıp, “Yataktan düştüm,” dedi. “Aha bu şapkayı alayım derken düştüm.”

 

 

EMİNE SUPÇİN

Çocukken kızamık geçirmiştim. Bir halsizlik ânı hatırlıyorum. Tuvalete gitmek için ayağa kalkmış ve birkaç adım sonra dinlenmek için olduğum yere yığılıvermişim. Öylesi bir halsizliği bir daha hiç yaşamamıştım, ta ki bir hafta öncesine kadar. Test yapılmadığı için tam emin olamamakla birlikte şüpheli, bay covid denen namussuz gibime geliyor. Çünkü deneyimleyen dostlardan dinlediğim kadarıyla aynı belirtilerle başladı. Yüksek ateş, sıfır iştah, aşırı halsizlik.

Çok sinsi geldi, sol akciğere kümülatif bir sıvı-duman-kitle-pus, elinde ne varsa bıraktı çektirip gitti. Şu an ardında bıraktığı hasarı düzeltmek için o hastane senin, bu doktor benim koşturuyorum. Pardon, koşturamıyorum, ağır çekim yürüyorum, malum halsizim.

Hayatın hakkından hep tek başına gelmeyi öğrenmiş ve tek başınalığı tercihen benimsemiş birinin, Keşke yanımda bari arabayı kullanacak biri olaydı diye iç geçirmesinin, psikolojide yarattığı travma daha çok halsiz bırakıyor, elbette.  Sahi, yanlış anlaşılmasın, hangi arkadaşımdan istesem götürür beni doktora. Bırak arabayı kullanmayı, sırtında taşımaya razı güzel dostlar mevcut. Fakat bir sorun var: Ben kimseden bir şey istemem, isteyemem. Kısaca kendi lanetimde boğuluyorum.

Ağır fiziksel rahatsızlık, ruhsal zayıflamanın kapısını aralar. Kendine acımaya başlarsın. Bir basamak sonrası salya sümük ağlama faslı. Bunu bildiğim için eskiden beri kendi rahatsızlığımla dalga geçmeyi alışkanlık edindim. Fakat bu kez başka yerden vurdu (eşşoğlusu). Malum sorun akciğerde. Tıpta pnömoni, halk arasında zatürre dediklerinden. Her doktor, Bir tane bile sigara içmeyeceksin, diyor. Eyvah eyvah durumları. Günde iki paket tüketen Hecin devesine, çüş ve ıhh demek gibi bir şey bu.

İlaçları düzenli kullanıyorum. Zerre olmayan iştahıma rağmen bir iki lokma zorluyorum filan ama sigarasızlık dellendiriyor. Kendimden gizli arada bir iki tane tüttürüyorum ama vicdan mikrobu sürekli tepemde, ondan kaçmak ne mümkün! Vur tut derken 3 saatte 1 taneye razı ettik kendimizi. Fakat sinirlerimi o denli harap edeceği hiç aklıma gelmemişti. Ben hem pünümünü(!) derdi hem de sigara mücadelesi ile uğraşırken, sevdiğim bir hanım aradı. Nasıl oldun abla, demesine kalmadan, höörrrrrr…. Kuyruğu dik tutmak mı? Kuyruk ne ki? Komik hallerdeyim şu sıralar, biri ah kıyamam dese bildiğin kıymayım, vıcık vıcık. 🙂

Söylenişi bebek eyleme ağzına benzeyen bu hastalık (pünümünü yavrum pünümünü, haydi de pünümünü) öyle iki hap bir şurupla geçmezmiş. İşte asıl zurnanın zart dediği yer. Ben öyle haftalarca bekleyemem ki? Bana göre gözle görülmeyen hastalıklar ilaç kullanmaya başladığın an iyileşmeye yüz tutar. Ya bu? Heç!.. Umuru değil. Gurk tavuk misali, sen ne ilaç alırsan al, o yerini ısıtıp yayılmaya devam edecek şekilde kalçalarını oynatıp kuluçkaya yattığı yeri genişletiyor. Ulan altın yumurtluyor olsan yine keserim seni…

Ama komik bir anıyla bitireyim.

PAÜ (Pamukkale Üniversitesi) Tıp Fakültesi hastanesi acilindeyiz. Perdelerle bölünmüş, klostrofobik triyaj bölümü. Yanımda canlardan bir can, Sevil Gençay. Tetkiklerin sonuçlarını bekliyoruz.

Ambulansla yaşlı bir amca getirdiler. Kalça kırığı deyip bırakıp gittiler. Tüm odanın gözleri ona dikildi, perdeler açıldı. Hepimizin gözlerini ona dikmesinin sebebi bir halk inanışı; 80-90’nından sonra kalçayı kırmışsan mezarını kazmışsındır. Herkes yaşını merak ediyor, ama amcanın bir refakatçisi bile yok.

İntörnler yaşasın denek geldi sevincindeler. Ellerinde şırıngalar, kan almaya hazırlar. Defalarca defalarca delecek ama kan almayı başaramayacaklar. Olsun ama, öğrenecekler! Yaşasın biz gönüllü denekler!

Uzanmış yatan amcadan bir ses geldi. “Şapkam.” Tam karşısında yatan yaşıtı başka bir amca, “Başında,” dedi. Yıpranmış, beyaz bir promosyon şapka var başında. İnlemeyle konuşmaya hazırlanma arası bir ses çıkarıp, “Yataktan düştüm,” dedi. “Aha bu şapkayı alayım derken düştüm.”

Amca zorlanarak doğruldu ve oturdu. Oturdu değil, tünedi. Çimen yeşili gözler, az çizgili yüzü ancak 70’tir dedirtirken, sedyenin kenarlarına tutunan elleri dikkatimi çekti. Çok yaşlıydı o eller. Çok çekmiş, çok yorulmuş eller. (Aha bak yine gözlerim doldu. Sulu zırtlaktan nağmeler!)

Millet başladı soru sormaya. Adın ne, kaç yaşındasın, nerelisin? Sanki nüfuslarına geçirecekler. Sorulan her soruya “Aaah?” diyordu. Kulaklar az duyuyor, kesin. Ve tüm sorulara cevap olacağından emin aynı yanıtı verdi. “Şapkayı alayım derken düştüm.” Pek aklı başında da değildi sanki. Ya düşmenin şoku, ya da kalça kırığı acısı.

Nihayet onu muayene edecek doktor geldi. Doktordur olasılıkla. Çünkü orada kim intörn, kim doktor belli değil. Yine de biz doktor diyelim.

“Düştün mü sen amca?”

“Üşümedim, üşümedim.”

Doktor sesini yükseltiyor.

“Düştün mü, düştün mü?”

“Küsmedim, kimseye küsmedim.”

Sesini son noktaya yükseltiyor doktor.

“Düştün mü diyorum?

“Haaa?”

Doktor, “Refakatçisi nerede bu hastanın?” deyip bölmeden ayrılıyor. Beş dakika geçmeden, ağzında çikletiyle kırk yaşlarında bir kadın giriyor içeri. Hızla etrafa bakıp, bizim amcaya dönüyor ve “Hah! Buradasın Yalçın amca,” diyor. Odadaki herkesin içine su serpiliyor. Oh be, yeğeni varmış en azından. İçimizden geçen o düşünce henüz sahneyi terk etmeden çikletli kadın hepimize dönüp, “Ben onun yeğeni değilim,” diyor. “Ben huzurevi çalışanıyım. Yanında geldim.”

Meraklı grubu cevap verecek birini buldular ya, dururlar mı. “Yaşı kaç?”

Kadın soruya yanıt veriyor:

“Şapkayı alayım derken düşmüş.”

 

paylaşmanız için