Sanat kırıcılığının yeni adı: kavramsal sanat…

Kapitalizm, Protestanlığı Batı toplumlarına kabul ettirir ettirmez, insanı değil, parayı merkeze alarak geçmişin merhamet ve yardımlaşma duygusu uyandıran sanat eserlerini vandallık düzeyinde yaklaşık 50 yıl çekiçle balyozla kırdırdı. 80’lerde ise küreselleşen sermaye “kavramsal sanat” adı altında ikonakırıcılık eylemine kaldığı yerden devam etti.

KÖKSAL ÇİFTÇİ

Sanırım 1979 yılıydı. Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nun Dekoratif Resim bölümünde öğrenciydim. Derslerimize ağırlıklı olarak giren eğitimcilerden Cevat Demir ve Hüsamettin Koçan yeni asistan olmuşlardı. Ergin İnan ve Erol Eti ise asıl hocalarımızdı. Bir gün Erol Eti haftanın ilk dersine elinde A3 boyutunda bir sergi kataloğuyla girdi. Hafta sonunu Paris’te geçirmiş, kataloğunu getirdiği sergiyi de gezmiş. Bir masaya oturdu ve bizden de başına toplanmamızı istedi. Toplandık. “Sizinle gezdiğim serginin kritiğini yapacağız” dedi ve kataloğun sayfalarını çevirmeye başladı. Baskısı çok temiz olan kataloğun her sayfasında bir tablonun fotoğrafı vardı. Hoca büyük bir ciddiyetle teknik ve kuramsal bilgiler vererek ilerlerken birden karşımıza A3 boyutunda ve bir elişi kağıdı kadar kusursuz kırmızı bir görüntü çıktı. “Hocam bu ne?” diye sorduk, o da sanat eseri olduğunu söyledi. O yıl reklam ajansları gazetelerin arka sayfalarına geniş zemin içine minik ürün görüntüsü yerleştirerek tam sayfa ilan vermekteydiler. Hemen gittim, bu gazetelerden birinin A4’e yakın zeminli bir bölümünü keserek getirdim, hocanın önüne masaya koydum. “O sanat eseriyse, bu da sanat eseridir!” dedim. Hoca da “O öyle olmuyor.” diyerek kuramsal gerekçeler sıralamaya başladı. İkna olduk mu? Hayır.

Sanat öğrencisiydik, bir de başımızda 68 kuşağının estirdiği kavak yelleri vardı, hümanisttik, sosyalisttik. Hocamızı taciz ederken nereden bilebilirdik 80’lerin son çeyreğinde Ronald Reagan ABD’ye başkan, Margaret Thatcher da İngiltere’ye başbakan olacak, tüm batının kültür ve sanatının denetimini devlet korumasını kaldırarak sınırsızca küresel sermayeye devredecek (Chin-tao Wu, s 18), onlar da kokmuş bir balığa 12 milyon dolar ödemek gibi bir yöntemle kavramsal sanat ekolünü başlatacak ve plastik sanat üretiminin tabutuna son çiviyi çakacak! (Don Thompson, s 10-11)

Peki küresel sermaye hangi amaçla bu ekolü başlatmak için milyon dolarlar harcadı? Bu sorunun yanıtını iki aşamalı vermeye çalışayım.

Damien Hirst, köpekbalığı eserinin önünde gururla poz verirken.

12 MİLYON DOLARLIK ESERİN ÜRETİLME SERÜVENİ,

SATICISI-ALICISI HAKKINDA BİLGİ

Birinci aşama:

Sözü edilen eseri üreten sanatçının adı Damien Hirst.

Motor tamircisi bir babanın ve amatör tiyatro oyuncusu bir annenin oğlu olarak 1965’te Bristol’da doğmuş olan Hirst, büyüyünce Birleşik Krallık’taki pek çok sanat okuluna baş vurmuş, yeteneksiz görüldüğü için tüm kurumlarca reddedilmişti. Ama o sanatçı olmakta ısrarcıydı. O yıllarda bu sanat okulları, küresel sermayenin talebine yanıt vermek için çizim yeteneği gerektirmeyen ama sanat eseri pazarlama becerisi yüksek adaylar için özel bir bölüm açtılar. Damien Hirst de fırsatı kaçırmadı, bu bölüme girdi ve sanat okulu diploması aldı.

Sanat üretemiyordu ama gelecek vadeden bir pazarlama dahisiydi. 1980’de daha öğrenciyken küratörlük yapıp Docklands’de okul arkadaşlarının işlerini sergileyerek dolar milyarderi ve reklam devi Charles Saatchi’nin dikkatini çekmeyi başardı. Saatchi ona 50 bin dolar karşılığında iri bir köpekbalığını 213,4 x 640,1 x 213,4 cm ebatlarındaki bir akvaryumda formaldehit kattığı sıvıya koyarak “sanat eseri” oluşturması talimatını verdi. Daha önce bir cenaze evinde çalışmıştı Hirst, gerekli teknik bilgiye sahipti. Gidip balıkçılardan istenen boyuttaki yeni yakalanmış ölü bir köpekbalığını satın aldı ve uzun uğraşlar sonucunda siparişi tamamladı. Bu kavramsal sanat eseri, izleyenleri dehşete düşürdü, kültür sanat dünyasında görülmemiş boyutta sansasyon yarattı ve Hirst bu sayede uluslararası üne kavuştu.

Sabretmiş, direnmiş, sonunda sanatçı kimliği kazanmıştı.

Gelin görün ki köpekbalığı ancak 14 yıl dayanabildi ve çürümeye başladı. Sanatçı Hirst sorunu aşmak için 6000 sterlinlik bedel ödeyeceğini vadederek köpekbalığı arama ilanı verdi. Sorun şu ki Charles Saatchi, köpekbalığının yenilenmesi halinde eserin orijinalinin bozulacağı, sanat değerini yitireceği inancındaydı. Hirst’ün imdadına bir başka dolar milyarderi olan Steve Cohen yetişti ve çürümekte olan köpekbalığını 12 milyon dolar ödeyerek satın aldı!

Şu soruyu da soralım yeri gelmişken: Steve Cohen nasıl bir gelire sahiptir ki çürümekte ve kokmakta olduğunu gördüğü bir balığa eli titremeden 12 milyon dolar verebilmektedir?

Sorunun yanıtını Sanat Mezat kitabının yazarı Don Thompson’dan okuyalım:

“On iki milyon dolarlık fiyat etiketini bağlamına oturtmak için, zenginlerin gerçekte ne kadar zengin olduklarını anlamak gerekir. Steve Cohen’in yılda 500 milyon dolar vergi öncesi gelirle 4 milyar dolarlık bir net servetinin olduğunu varsayın. Yüzde 10’luk -yönettiği mal varlıklarından fiilen kazandığının çok altında- bir getiri oranıyla bile, toplam geliri haftada 16 milyon doların ya da saatte 90 bin doların üzerindedir. Köpekbalığına ödediği para, Cohen’in beş günlük kazancına eşittir.” (D. Thompson, s 11)

Sezinleniyordur, belli ki milyarder Cohen kaz gelecek yerden tavuk esirgememiştir. Çark nasıl işlemiştir, bu alış-verişten her iki taraf da nasıl kârlı çıkmaktadır, şimdi de ona bakalım.

BU VE BENZERİ GİRİŞİMLERLE KÜRESEL SERMAYENİN SAĞLADIĞI YARARLAR

İkinci aşama:

Konuya girmeden bir soruna açıklık getirelim. Biz de genç olduk ve biz de yaşlılar hakkında şimdiki bazı gençlerle aynı küçümseyici tümceyi kurduk. Dediğimiz aşağı yukarı şuydu: “Dinozor beyinli tutucu bunak, yeni, özgün, çağdaş ne varsa tümüne takoz gibi karşı çıkıyor!” Haklı oldukları kusurlu yanlarımız vardır gençlerin, bilemiyoruz ama sözünü ettiğimiz şeyler kişisel nostaljik duygularımızın dışa vurumu değil, bir tarihi sürecin vardığı son evrenin tahlilidir. Yoksa kişisel görüşüm, aşağıda da ifade edeceğim gibi, insanı merkezde tutmakta direnen sanatçıların soyut, stilize, gerçeküstü vb. çağdaş tarzlarına değer vermekten yanadır.

Küresel sermaye, kapitalizmin ulaşabildiği en üst aşamanın finansal tanımıdır.

Bizim küreselleşme dediğimiz olguya Asyalılar Batılılaşma, Avrupalılar Amerikanlaşma, Amerikalılar da Globalleşme diyorlar (S. Aydın, s 3). Şirketlerin küreselleşmesinin amacı, ülke sınırı tanımaksızın dünya genelinde yarattıkları tek pazar için tek tip tüketici oluşturmaktır. Bu başarıldığı takdirde toplumsal ahlakı, dini inanışı, kültürel alışkanlığı farklı insanlara etkili reklam kampanyasıyla üretilen tek tip ürün, sorunsuzca pazarlanabilecektir. Maruz kaldığımız için hepimiz farkındayız, küresel sermaye, finanse edip yönlendirerek ürettirdiği sinema, müzik gibi popüler kültür ürünlerini televizyon ve internet aracılığıyla en sıradan insanın evine rahatlıkla sokmakta ve “ücretsiz” izlettirmektedir.

“Kavramsal sanat”ın ünlü eseri Marcel Duchamp’ın pisuarı, “Çeşme”.

Peki izlettiriyor da ne oluyor, denebilir. Şu oluyor: Dünyanın hangi kentinde, hangi kasabasında, hatta hangi köyünde hangi gelir düzeyinde yaşıyor olurlarsa olsunlar tüm ev kadınları evlerinde aynı diziyi izliyorlar ve en yakındaki AVM’ye gittiklerinde etkisinde kaldıkları dizi yıldızının iç çamaşırının aynısını satın almaktan kendilerini alamıyorlar. İşte size tek tip ürün, tek tip pazar ve tek tip tüketici örneği…

KÜRESEL SERMAYE MÜZELER, GALERİLER, BİENALLER ARACILIĞIYLA ŞİMDİ YASALAR ÜSTÜ

İç çamaşırı gibi hafif örnek aklınızı çelmesin. Örneğimiz aysbergin görünen şirin, eğlenceli, hatta naif kısmıdır. Asıl tehlike, suyun içindeki görünmeyen kütleden gelmektedir ve şöyledir:

Haftada 16 milyon, saatte 90 bin dolar kazanan bu küresel sermaye devleri, asıl toplumsal baskıyı giysi satışıyla değil, üniversiteler, müzeler, galeriler ve vakıflar aracılığıyla kurmaktadırlar.

Küresel sermaye sahibi şirketler Reagan ve Thatcher sayesinde sanat ve kültür alanındaki devlete ait denetim mekanizmasını devralır almaz gereksinimleri olan kendi özel kurum ve kadrolarını oluşturdular. Bu kurumlar; müzeler, galeriler, bienaller ve benzerleridir. Sahibi oldukları müzeleri, galerileri ve özellikle sanat eğitimi veren eğitim kurumlarını birer şirket statüsüne taşıdılar. Üniversitelerine aldıkları, çizim ve üretim yeteneği olan sanatçı adaylarını kavramsal sanat üretmeleri için yönlendirdiler, çizim ve sanat yeteneği olmayan sanatçı adaylarını da yetenekli olanların ürettiği işleri yüksek bütçeli organizasyonlarla müzelerinde, galerilerinde, bianellerinde sergilemenin eğitimini vererek küratör yaptılar. Şu kadarını da söyleyelim, sanat kuramcıları, küratörleri küresel sermayenin misyonerleri olarak görüyorlar ve onları -bizim açımızdan utanç verici ama- “çağdaş Cizvit papazları” olarak tanımlıyorlar (Jean Dubuffet, Boğucu Kültür).

Söylediklerimizi biraz daha görünür kılalım dilerseniz.

Sanatın özel girişimcilere devredilmesinden birkaç yıl sonra, New York’taki Solomon R. Gugganheim Vakfı, 1988’de New York Gugganheim Müzesi’nin başına Thomas Krens’i getirdi. Çünkü Krens, küresel sermaye için en ideal yöneticiydi. Müzeyi, bir işletme olarak gördü ve şirket yönetir gibi yönetmeye başladı. İlk işi gelirlerini artırmak için Venedik, Berlin ve Bilbao’da müzesinin şubelerini açmak oldu. Küresel sermaye sahiplerinin “kavramsal sanat” adını verdikleri eserlerin abartılı masraflarla organize edilip sergilenmelerine izin verdi. Müze yönetimi artık sanat eserinin kalitesine, estetik ve plastik değerine, kültürel miras yapısına değil, “marka değeri”ne bakar olmuştu. Öyle ki gelir artırmak için Kandinsky, Chagall, Modigliani gibi sanatçıların paha biçilemez eserlerini umursamadan satışa çıkardı.

Bir de küresel sermayenin kendisini yasalar üstünde görmesi var.

Günümüzde şirketlerin sponsorluk bütçesi “Kültürel Sermaye” olarak anılıyor. Dev şirketler bu sermayeyi ekonomik ve politik silah olarak kullanıp kendilerini hukukun üstünde bir yere konumlandırıyorlar. Bunun en tipik örneği ise Philip Morris şirketinin 1994’te çıkarılan sigara kullanma yasağına karşı umursamaz tavır ve devlet, yasa, kural tanımaz tutumu.

Olay özetle şöyle:

Metropolitan Müzesi, “Empresyonizmin Kökenleri” temalı bir sergi düzenliyor. Serginin bir milyon dolarlık hacimle sponsoru ise Philip Morris şirketi. Şirket, sergi açılışında -kasti suç işleyerek- konuklara karton karton sigara dağıtıyor ve kapalı alanda sigara içilmesine izin veriyor. Philip Morris şirketi bu eylemi, kendi sermaye iktidarının diğer tüm iktidarlardan ne kadar üstte olduğunu göstermek için yapıyor, şirket sözcüsü aracılığıyla da “Biz yasaya aykırı bir şey yapmıyoruz, yalnızca yasadan muafız.” diyerek devletin hukukçularına parmak sallıyor, göz dağı veriyor (Chin-tao Wu, s 244).

KÜRESEL SERMAYE ARTİSTİK OLANI DEĞİL, SIRADAN OLANI SANAT OLARAK LANSE EDİYOR

Sanat ortamında şimdi “sıradanın markalaşması her şeydir” sloganı rağbet görüyor. Müzeler, sanat galerileri ve müzayedeler bu yaklaşıma kapı açmakta yarışır olmuşlardır.

Fırsat bulduk, Floransa, Paris, Londra gibi sanat ve kültür başkentlerini gittik gezdik. Yalnız müzelerini değil parklardaki heykellerini izlemekle bile gerçekten insan büyüleniyor, tadı yıllarca damakta kalıyor. Londra’daki sanat müzelerini de hayranlıkla dolaştık. Bellini’nin o ünlü Fatih portresini barındıran Victoria & Albert Museum; Da Vinci, Boticelli, Caravaggio, Picasso, Van Gogh, Van Eyck, Rembrandt, Turner, Matis, Cezanne ve daha nicelerinin eserlerini sergileyen Nationel Gallery ve Empresyonistlerden başlayıp günümüz sanatçılarının eserlerine yer veren Tate Modern müzesi bunların başındaydı.

Sıradanın markalaşmasına iyi bir örnek olacağına inandığım için Tate Modern müzesinde beni rahatsız eden bir eserden söz etmek istiyorum. Müze gezmek yorucu, dolaş dolaş, dizlerinin bağı çözülüyor insanın. Tate Modern dört beş katlı. Eser izlemeye en üst kattan başlamayı önerdim eşime. Tersini yaparsak yorgun argın sürekli merdiven tırmanıp soluksuz kalacağız. Anlaştık, bir gayret tırmanıp en üst kata ulaştık. Bu kattaki eserler en yeni üretilmiş olanlar. Olasılıkla sanatçıları henüz hayatta. İri bir küp şeklindeki cam muhafazada sergilenen bir görsel dikkatimi çekti. Yaklaştım, inceledim, şaşa kaldım: Otuzar santimlik iki beş-on ahşap parçası kaydırılarak üst üste konmuş, yirmi santimlik bir ahşap çivisiyle de çakılarak birbirine tutturulmuş! El testeresiyle kesildiği belli olan ahşapların üstünde kireç ve çimento gibi inşaat malzemelerinin izleri var. Alttaki ahşap çıralı olmalı, çünkü çivi dirençle karşılaşmış, baş tarafından yaklaşık otuz derece eğilmiş. Eser bu kadar.

Sundey Times köşe yazarı A. A. Gill’in 2007’de bir müzayedede yaşadığı deneyim, sıradanın markalaşmasına en iyi örnektir.

Gill, olasılıkla Moskova gezisi sırasında ressamı bilinmeyen ama plastik değeri oldukça yüksek bir Stalin tablosu satın almıştır. Bir gün bu tabloyu satışa sunması için Christie’s Müzayede Evi’ne götürür. Yöneticiler, Hitler, Mussolini ve Stalin gibi liderlerle ilgili hiçbir şeye ilkelerine aykırı olduğu için aracılık etmediklerini söyleyerek yazarı reddederler. Bunun üzerine Gill resmi alır, sıradan ama marka değeri yüksek işler üretmekte usta olan kokmuş köpekbalığı üreticisi Damien Hirst’e götürür. Hirst, Stalin’in burnuna bir nokta kondurur ve etik olup olmamasına aldırmadan esere imzasını atar. Christie’s yöneticileri imzayı görür görmez bütün ilkeleri bir yana itip anında Stalin tablosunu satışa sunarlar. Orijinaline beş para etmez dedikleri burnu noktalı Stalin tablosu, kısa süre içinde 140 bin sterline alıcı bulur.

Kapitalizmin 1600’lü yıllarda kırdırdığı sanat eserlerine iki örnek.

KAVRAMSAL SANAT, KAPİTALİZMİN 2. İKONAKLAZM’ININ DEVAMIDIR

Calven, Lutherci Protestan dinini revize edip Batı toplumlarına kabul ettirince kapitalizm, devlet organizasyonlarını ele geçirmeyi başardı. Burjuvaların ilk işleri, merhamet ve yardımlaşma duygusunu diri tutup körükleyerek tüketici pazarını bozduğu için, geçmişin insanı merkeze alan sanat eserlerini vandallık düzeyinde yaklaşık 1523’ten 1566’a kadar çekiçle balyozla kırdırmak oldu (K. Çiftçi, eskimiyen).[1] Katolik olsun, Protestan olsun hemen her kesimden insan tepki gösterince bunun iyi bir yol olmadığını farkettiler ve zekice bir manevrayla yöntem değişikliğine gittiler. Azınlıkta kalmış Katolik kiliselere dokunamadılar ama “sadelikten yanayız” sloganıyla eskiden konmuş sanat eserlerini kendi Protestan kiliselerinden sorun yaşamaksızın çıkardılar. Meydanlardaki, kiliselerdeki, devlet kurumlarındaki, özel mülklerdeki sanat eserlerini de “koruma altına alıyoruz” bahanesiyle tek tek topladılar ve oluşturdukları müzelere hapsettiler. Bu yöntem hedef pazar nezdinde, sanat eseri kırmaktan daha iyi sonuç verdi. Bu sayede hem sıradan insanın sanatla olan duygusal bağı koparıldı, hem de eserlerin uyandırdığı merhamet duygusunun önüne geçilmiş oldu. Sanat özlemi çekenler için de kolaylık tanımışlardı, bilet alarak içeri girebilecekler ve bir tür “mezarlık ziyareti” yapabileceklerdi. Buna bazı sanat kuramcıları, küçük farklılıklarla “sanatsal hac ziyareti” demektedirler (W. Benjamin, Pasajlar).

Özetlersek, bu yöntemle kapitalist Protestan sermaye, 1500’lerde verdiği kaba saba sanat kırıcısı imajını sildi, sanat koruyucusu görüntüsü vermeyi başardı, kitlelerin güvenini kazandı. Bu perdeleme sayesinde yıllar önce başlattığı sanat kırıcılığı eylemini daha incelikli yöntemler ve daha yeni tekniklerle kaldığı yerden, yer altından günümüze dek sürdürdü.

KÜBİSTLER, SÜRREALİSTER, POP ART SANATÇILARI VE BENZERLERİ YASAK DELDİLER

Sanat düşmanlığını bu denli incelikli yürütmesine karşın sermaye, gene de bir türlü istediği hedefe, sanatı sıfırlama hedefine ulaşamadı. Finansal ve eğitimsel baskıyı gün gün artırmak sonucu değiştirmedi, Munch, Picasso, Dali, Klimt, Warhol, Pollock ve benzeri sanatçılar şeklen boyun eğmiş görünseler de fiilen insanı merkezde tutmayı sürdürdüler.

1970’lerde küreselleşme sürecini tamamlamış olan bu sermaye, artık ulusal devlet yasalarının hükmediciliğinden kurtulmak istiyordu. Bu fırsatı, açıktan ya da el altından seçim kampanyalarına verdikleri milyon dolarlık desteklerinin diyeti olarak Reagan ve Thatcher’ın kapı aralamasıyla elde ettiler. Sonunda sanatın kökünü kazıyabileceklerdi.

İnsanların genlerinden sanat sevgisini ve gereksinimini silemezlerdi ama kavramsal sanat ürettirerek insanı sanatın merkezinden söküp atabilirlerdi (Gasset, s 36). Yaptılar da.

Picasso, insanı sanatın merkezinde tutarak küresel sermayeye direniyor.

KÜRESEL SERMAYE, RESTORASYON YÖNTEMİYLE DE SANATSAL CİNAYET İŞLİYOR

Dikkatinizi çekti mi bilmem, resim, heykel, rölyef ve benzeri tarihi eserlerin restorasyonla katledilmiş görüntüleri sosyal medyaya en çok İspanya’dan düşmektedir. Ne olmuştur da Valezquez, Goya, Picasso, Dali, Miro gibi sanat dâhileri çıkarmış, restorasyon konusunda hatırı sayılır birkime sahip bu ülkede sanat cinayetleri sıradan vaka haline gelmiştir?

Restorasyon, sanıldığının aksine -ilk uygulamalar başarısız olsa da- 1600’lü yıllardan beri vardır (Gülder Emre, s 6). Eskinin ustaları öyle yetenekliydiler ki, işlerini yaparken yüzde birlik bile zarar vermek bir yana restore ettikleri eserin ömrüne ömür katarlardı. Peki bu neden böyleydi? Çünkü o yıllarda devlet denetimli güzel sanatlar eğitimi veren kurumlar, yetenekli sanat adaylarını, usta öğretmenler sayesinde birinci sınıf sanatçı olarak yetiştirlerdi. İşte bu sanatçıların bazıları restorasyon da yapardı. Yıllar içinde bu alan iş kolu haline geldi, güzel sanatlar eğitimi veren devlet okulları gereksinim sağlıklı karşılanabilsin diye bünyelerinde restorasyon bölümü açtılar.

Küresel sermayenin eğitim politikası ve yöntemi, devlet kurumlarının yetiştirdiği güzel sanatlar eğitimli restorasyon uzmanlarının da neslini tüketti. Ölenin yeri boş kalıyor, sağlıklı eğitim olanağı elinden alınmış genç nesil artık istese de o boşluğu dolduramıyor.

Dini kurumların, özel kurumların ya da sanatsever kişilerin elindeki eski eserler zaman içinde yıpranıyor ve restorasyona gereksinim duyuluyor. İnsanlar iyi niyetle uzman arıyorlar ve çoğunluka sayıları birkaçı geçmeyen restorasyon ustalarına ulaşamıyorlar. Çaresiz, bir umut, eğitimsiz, alaylı restorasyon heveslilerine yöneliyorlar. Boya, astar, inceltici, çözücü ve diğer kimyasallar hakkında bilgisi ve resim çizme yeteneği olmayan bu insanlar cahil cesareti, işi üstleniyorlar. Restorasyon cinayetleri de üzücü ama bu işleyişle ortaya çıkıyor.

Peki bu üzücü gelişme spontan bir gelişme midir; elbette hayır!

Solda İspanyol ressam Murillo’nun paha biçilmez eserinin orijinali. Sağ üstte ilk restorasyon, sağ altta ise ikinci restorasyon geçirmiş hali.

SPONSOR YOKSA SANAT DA YOK

Günümüzde eğer sanat yapmakta ısrarlıysanız, bir kez daha yineleyelim, ya küresel sermayenin okullarında eğitim görecek, onların hoşuna giden işler üretecek, onlardan sponsorluk desteği, küratörlük hizmeti alacaksınız ya da kaderinize razı olacak, kalemi fırçayı elinizden bırakıp köşenize çekileceksiniz.

Şunu görmeliyiz artık, küresel sermaye, kavramsal sanatı geri dönülemez bir şekilde kültür hayatımıza egemen kıldı. Şu an en popüler sanatsal yatırım eserleri kavramsal eserlerdir. Durum o kadar ciddidir ki eski geleneksel eserler -örneğin Rönesans dönemi koleksiyon eserleri- sıradanlaşarak parasal değerlerini gün gün yitirmektedirler. Öyle ki önümüzdeki on yıllar içinde günümüzün erişilmez konumda olan Leonardo, Rembrandt, Dali, Picasso, Van Gogh ve benzeri resim dahilerinin cam muhafazalarda korunmaya alınmış orijinal eserlerini Louvre, British ve Metropolitan müzelerinin kapısı önündeki çöp konteynerlarında görürsek şaşırmamalıyız.

Ne diyebilirim ki, hepimize geçmiş olsun.


Dar Kaynakça:

Kitaplar:

Don Thompson, Sanat Mezat, İletişim, 2012

Donald Kuspit, Sanatın Sonu, Metis, 2010

Jean Baudrillard, Sanat Koplosu, İletişim, 2011

Chin-tao Wu, Kültürün Özelleştirilmesi, İletişim, 2014

Jose Ortega Y Gasset, Sanatın İnsansızlaştırılması, YKY, 2012

Köksal Çiftçi, Tektanrılı Dinlerde Resim ve Heykel Sorunu, Bulut, 2008

Mehmet Ulusoy, Çürümenin Estetiği, Berfin, 2019

Zehra Çiçek, Teknolojinin Gölgesinde Resimde Estetik Süreç, Agora Kitaplığı, 2016

Tezler ve Makaleler:

Özgür Gönenç, Küresel Dünyanın Yeni Sömürü Silahı/İletişim Fakültesi Dergisi

Evrim Doğan, Tüketim Toplumunda Müzelerde Yaşanan Değişimlerin Devlet Müzeleri ve Özel Müzeler Bağlamında Değerlendirilmesi/Yıldız Teknik Üniversitesi/Yüksek Lisans Tezi

Beral Madra, Sanatçının Sermayeyle İmtihanı / Radikal Kültür Sanat/27-10-2006

Özgür Çimen, 1950’lerden Günümüze Sanatta Avangard Olgusu/Yıldız Teknik Üniversitesi / Yüksek Lisans Tezi

Zerrin İlhan, Üretim Biçimi Olarak Sanat, Toplumsal Beğeni – Sermaye İlişkisi: İstanbul Örneği/Maltepe Üniversitesi/Doktora Tezi

Seçkin Aydın, Küreselleşme Bağmamında Sanat ve Sermaye ilişkisi/Dicle Üniversitesi

Rıdvan Kuday, Neoliberalizmin Çağdaş Sanata Etkisi, Mardin Artuklu Üniversitesi/Yüksek Lisans Tezi

Gülder Emre, Yağlı Boya Tablolarda Konservasyon ve Restorasyon Sorunları, Çözümleri, İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü/Yüksek Lisans Tezi


[1] https://eskimiyen.com/resim-ve-heykele-peygamberler-mi-mirascilari-mi-dusman/