Ömer Hayyam üzerine

Kim demiş haram nedir bilmez Hayyam?
Ben haramı helali karıştırmam
Seninle içilen şarap helaldir
Sensiz içilen su bile haram!

 

KÖKSAL ÇİFTÇİ

90’ların son yıllarıydı sanırım. Jüri üyeliği için Tebrizli karikatürcüler davet etmişti beni.
Tebriz beklerken uçağım nedense önce Tahran’a indi.
Kışın en şiddetli zamanı, hava termometrede sıfır dereceleri gösteriyor olmalıydı. Serde konukseverlik var, mihmandarım beni bekletmek istemiyor. Hemen bir taksi çevirdi, Tebriz’e doğru yola çıktık. Gün geceye evrilmek üzereydi hareket ettiğimizde. Tahran-Tebriz arası uzak, neredeyse İstanbul-Ankara arası kadar. Kent merkezini geride bırakınca camdan dışarı baktım, bozkır silme kar kaplıydı. Yağış yoktu, ayazdı; ısı da giderek düşüyordu. Taksici yola çıkmadan önce vites kutusunun bitişiğinde oluşturduğu yuvasına boş bir termos yerleştirmişti. Bir anlam verememiştim başta. İlk kasabanın içinden geçerken dükkanların önünde insan boyunda ve buharı göğe direk olmuş pirinç semaverler görünce termosun hikmetini anladım. Tebriz’e dek belki yirmi kasaba geçtik, yirmisinden de termoslarını çayla doldurdular. Bu nasıl bir çay içmektir böyle? Bardaklar iki dakika boş kalmıyor, doldur boşalt, doldur boşalt…

Nihayet Tebriz’deyiz! Otel odama yerleştim, buzlarım çözüldü, iliklerim ısındı.

Tebriz Türk kenti. Herkes Türkçe konuşuyor. İstanbul Türkçesi değil, Azeri Türkçesi. Bir günlük bocalamadan sonra adapte oluyorsunuz. Örneğin onlar “başmak” dediğinde şapkadan değil ayakkabıdan, “haste” dediklerinde yorulduğunuzdan bahsettiklerini, “yorulmayasız” sözcüğünü ise “zahmet olmazsa” yerine kullandıklarını anlıyorsunuz.

Tahran, Tebriz, güzel insanlar kentleri, gönlünde hoş bir lezzetle uğurluyorlar insanı evine.

Yeni mihmandarım genç bir Türk’tü. Sabah kahvaltısından hemen sonra kentinin güzelliklerini göstermek için sokaklara davet etti beni. Kent küçük, araca gerek yok, yürümek en iyisi. Birkaç tarihi mekan gezdikten sonra bizim Kapalı Çarşı’nın minyatürü sayacağımız bir alana ulaştık. İçerisi minik dükkanlarla dolu. Her taraf ışıl ışıl. Nereli olduğumu sordu esnaf, mihmandarım da Türkiyeli olduğumu söyledi. Hemen iltifatlar ve ikramlar birbirini kovaladı. Fazla alışık olmadığım için bu ilgi mutlu etti beni.

Bundan sonra olanları asla unutamadım.

Bir Fars tezgahtar hoş geldin faslının ardından hemen Hafız’dan bir dörtlüğü okumaya başladı. Ana dilinden Hafız! Abarttığımı sanmayın, şiir adamın ağzından adeta müzik notaları gibi çıkıp havalara uçuştu sanki. Şaşırdığımı görünce mihmandarım kulağıma şu açıklamayı yaptı: “Farslar için Hafız gelmiş geçmiş en büyük şairdir. Eve gelen konuklara ikram için mutlaka bir şiirini okurlar. Hele küçük çocuklara okuturlarsa bunun ayrı bir kıymeti olur.”

Birkaç adım ileride kehribar tesbih satan bir Türk, dükkanına çağırdı bizi, gittik. Türkiye’den geldiğimi öğrenince yüzünde güller açtı. O da hemen Fuzuli’den bir dörtlük okumaya başladı. Bu da ikram. Öğrendim, Farslar için Hafız neyse, Türkler için de Fuzuli o. Ben de ikramına karşılık vermek için ona lise yıllarından aklımda kalan şu Fuzuli dizelerini okudum:
“Fuzuli rind-i şeydadır / hemişe halka rüsvadır / görün kim bu ne sevdadır / bu sevdadan usanmaz mı?”
Bir Türk’ten Fuzuli şiiri dinlediği için duygulandı esnaf, gözleri sulandı.
Bu ritüellerin tadı damağımda, gün boyu dolaştık.

Fars-Türk karikatürcüler otel lobisinde toplandık, her alandan söz açıp sohbet ediyoruz. Konu şiire gelsin diye Enver Gökçe’nin çevirisinden anımsadığım “Bir elde kadeh, bir elde Kur’an / Kah helalden atarız, kah haramdan / Gök çağla şu kubbenin altında / Ne tam kafir olduk, ne tam Müslüman” Hayyam rubaisini okudum. Herkes yüzüme “Bu da ne ki?” der gibi baktı. “Ömer Hayyam!” dedim. “Haa,” dediler, biz onu matematikçi, gökbilimci olarak bilirik ve sevirik!”

Biraz ısrar ediyorum, görüyorum ki hemen hiçbiri Hayyam rubailerine aşina değil.

İşin garibi, o an anladım, ben de Hayyam’ın bilimadamı olduğunun farkında değilmişim. Doğrusu, Doğu kültürüne ve bilimine meraklı benim gibi biri için bu durum hiç hoş değildi. Böylesi bir bilgi eksiğiyle İran’a gelmiş olmak, içime oturdu, utandırdı beni.

Dönünce sağa sola koşturdum, kitapçı dolaştım, internette gezindim, her yerde Hayyam biyografisi olacak doküman aradım. Bulduklarım hep ansiklopedik metinlerdi.

Belli bir süre sonra mahcubiyetim küllendi, ben de işi kovalamayı bıraktım.

*

Aradan yaklaşık 20 yıl geçmiş.

Nihayet Sadık Usta çıktı, Hayyam biyografisi yazdı, eksiğimi tamamladı. Konunun dramatik yanını Sadık Usta’yı okuyunca gördüm, ne çok kaleme alınmış yetkin metin varmış ortalıkta. Ben yanlış yerlerde aranıp durmuşum demek ki.

Şunu da söyleyeyim, ben de Nasreddin Hoca biyografisi yazdım, biliyorum, biyografi yazmak belalı bir iştir. Siz, bir satırlık bilgi için ciltler dolusu kitap devirirsiniz, arı gibi kitaptan kitaba koşturursunuz, geceniz gündüzünüze karışır, gene de bazı dostları mutlu edemezsiniz. Kaleme sarılır, benim de aşağıda yapacağım gibi yanlışını bulmadıkları yerlerini bırakmazlar çalışmanın. Bu, damağınızda buruk bir tat bırakır. Kızarsınız, incinirsiniz, işin tuhaf yanı, bu dostlardan yabana atılmayacak çok şey de öğrenirsiniz.

Okuma zevkinizi bozar, bu nedenle kitabın ayrıntılarına girmeyecek, altın değerindeki bilgilerinden özellikle alıntı yapmayacak, örnekler vermeyeceğim. Şu kadarını söyleyeyim, Usta, Batı ve Doğu kaynaklarında Hayyam’a ait ne kadar bilgi varsa hemen hepsini derlemiş, akıcı, kolay anlaşılır, eğlenceli bir dille metnine aktarmış. Verdiği emek göz kamaştırıyor.

“Hayyam ve Matematik” başlıklı olanı, beni en çok zorlayan bölüm oldu. Ağırlıklı olarak alanın terminolojisi kullanılmış. Ne gam, katlandım, okudum, öğrendim.

Gelelim işin en zevkli yanına, yanlışlar bulup ahkam kesmeye.

Farklı düşünüyor olmamız doğal, kitaptaki bazı bilgilere katılmadım. Bu, çalışmaya halel getirmez. Söz uzamasın diye yazmıyorum, onlar bende kalsın şimdilik.

Dersini çalıştığım yerden, İsmaililer konusundan bir parantez açmak ve lafı uzatmadan kapatmak istiyorum.

Usta, satır aralarında İsmaililerin terörist olduklarını birkaç kez yineleyerek ima ediyor. Kuşkusuz suikastla insan öldürmek yanlıştır, övülecek yanı yoktur. Ne var ki İsmaili hareketi bununla, suikastla sınırlı bir hareket değildir. Alamut kalesi, Hayyam’ın, İbni Sina’nın, Nizümülmülk’ün yaşadığı dönemde Doğu’nun bilim ve kültür başkentiydi. İskenderiye’den sonraki en büyük kütüphane -hakkını herkes teslim eder- bilgin Hasan Sabbah’ın kurduğu Alamut Kütüphanesi’dir. Öyle büyüktür ki bu kütüphane, Moğollar Cüveyni kardeşlerin yardımıyla ateşe verdikleri sırada -eğer doğruysa- yangından kapıp kurtardığı eserlerle Nasreddin Tusi, Meraga’daki rasathaneyi kurmuştur.

Pek çok kaynak, özellikle de İsmaili uzmanı Farhat Daftari, inancı, mezhebi ve dini ne olursa olsun, dönemin seçkin bilginlerinin alanlarında uzmanlaştıktan sonra ihtisaslarını tamamlamak için Alamut’a gittiklerini söylemektedir. Bu bilginlerin içinde İbni Sina’nın adı da yer alır. İbni Sina tutkunu bir bilgin olan Hayyam’ın Alamut ve İsmaililerden uzak durduğunu söylemek, bana inandırıcı gelmemektedir.

Bu şunun için böyledir:

O dönemde Doğu kültür kuramı “batınî” ve “zahirî” diye ikiye ayrılmıştı. Batınîliği Alamutlu İsmaililer, zahirîliği de Nizamülmük ve Gazali’nin önderlik ettiği sünniler temsil etmekteydiler. Bu, dönemi için yaşamsal bir ayrımdı. Çünkü batınî olanlar, her şeyin görünmeyen gerçek yanı olduğuna inandıkları için felsefe, matematik, mantık, gözlem kullanarak bu görünmeyenleri ortaya çıkarmak için uğraş verirlerken, zahirî olanlar her şeyin Allah tarafından organize edildiğini, bunu fazla kurcalamanın “zındıklık” olacağını söyleyerek insanları Kur’an’ı ezberleme, hadisleri yorumlama, namaz, oruç gibi ritüellere yönlendiriyorlardı. İsmaililer batınî bilginlere siyasi ve finansal destek verirken, Sünni zahirîler, özellikle Nizamiye Medresesi’nin yaydığı hadis kaynaklı hurafelerle yoksul halkı uyuşturup vergi topluyorlardı.

Batinî öğretinin yaratıcılığı artırdığının, zahirî öğretinin ise körelttiğinin en tipik örneği Mevlana’dır. Mevlana Şems’le karşılaşıp batınî eğitim alana dek şiir yazamamıştır. Devletşah, “Tezkiretü’ş Şuara” adlı eserinin 261. sayfasında Şems’in Alamut prensi bir batınî olduğunu söyler. Öte yandan Ahmet Eflaki de “Ariflerin Menkıbeleri” adlı eserinin 2. cildinin 43. sayfasında Şems’in, eğitim verdiği günlerde Mevlana’ya babası Baha Veled’in zahirî bilgiler içeren kitaplarını okumasını yasakladığını yazmaktadır. Herkes hemfikirdir, Mevlana batınî eğitimini tamamladıktan sonradır ki hepimizin hayran olduğu şiirlerini yazmaya başlamıştır.

Bir de, -belki yalnızca ben dert ediniyorum- Hayyam rubailerinin kullanılma konusu var. Kuşkusuz Sabahattin Eyuboğlu yeri doldurulamayacak kadar değerli bir aydınımızdı. Ne var ki şair değildi. Sadık Usta eserinde bu değerli insanın rubai çevirilerini kullanmış. Bu nedenle dörtlükler şairane duygu yaratmıyor insanda. Yukarıda örneğini verdim, 70’li yıllarda Enver Gökçe de Hayyam çevirisi yapmıştı ve rubailerin hemen hepsi okuyanın damağında tat bırakır türdendi. Keşke bu kitapta bu büyük şairin çevirisi kullanılsaydı.

Bunun önemini Azra Erhat’ın “İlyada” çevirisinde de görmek olasıdır. Eğer A. Kadir gibi büyük bir şiir insanı devrede olmasaydı düz yazı gibi çevrilen eserden bu kadar şiirsel tad alabilir miydik? Gene pek çok kişi Mevlana şiirlerini günümüz Türkçesine ve şiir anlayışına uygun yeniden yazdı. Hangisi A. Kadir’in çevirisinin yanına yaklaşabilir?

Umarım ne dediğim anlaşılmıştır.

Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum:

Ben bunlara takıldım. Siz bana katılmaz, başka bir ayrıntıya takılırsınız. Bir başkası hiçbirimize katılmaz, bambaşka bilgilere kuşkuyla yaklaşır. Boş verin bunlara. Kitabı alın, koltuğunuza kurulun ve okumanın keyfini çıkarın. Buna değiyor çünkü.

Ben öyle yaptım.