Nehir Aras, ben Aras içimdeki gurbette sessiz sedasız aktım

1921 de imzalanan Moskova ve Kars antlaşmasında tanımlanan sınır nehrin ortasından geçmiş. Erivan’da kalan tarafa  “O Tay”, Türkiye’de kalan tarafa “Bu Tay” denmiş. O Tay ile Bu Tay’ın yakası Aras’ın orta yerinde iliklenmiş.

 

FATMA ARAS


Aras akar yan verir
Sesi bana can verir
Yaramı sıkı bağla
Bağlamasan kan verir

Aras’a gemi geldi
Ben dedim hamı geldi
Sen ağla ey gözlerim
Ayrılık demi geldi

Aras Nehrinin cennetten doğduğu rivayet edilir; öylesine güzeldir.

Ama ben kendimi bildim bileli şiirde, öyküde ve manilerde Aras nehri dendiği zaman acı, gözyaşı ve hasret geliyor aklıma.

Bingöl Dağları’nın kuzeyinden kalkıp Türkiye, Ermenistan, İran ve Azerbaycan sınırını oluşturup Kura Nehri ile birleşerek Hazar’a uzanışı rüya gibi. Iğdır’ın bağrından geçen narin bir gelin, iki ülke arasında aşk akışı…

Onu Hazar’ın koynunda çalkalanan sevgiliye benzetirim.

ARAS’IN ORTASINDA İLİKLENEN DÜĞME

1921 de imzalanan Moskova ve Kars antlaşmasında tanımlanan sınır nehrin ortasından geçmiş. Erivan’da kalan tarafa  “O Tay”, Türkiye’de kalan tarafa “Bu Tay” denmiş; dolayısıyla iki yaka, “O Tay”ın ve “Bu Tay”ın yakası Aras’ın orta yerinde iliklenmiş.

Sevdiklerinden, birlikte yaşadıklarından nehirle ayrılanlar için Aras bir hasretin adı olmuş. Yöre ağıtlarında çok söylenir; ilk yıllarda iki yanda ayrı kalanlar, yarınlarını sevdiklerinin yanında geçirmek için nehri yüzerek karşı “tay”a geçerlermiş.

Bir mikro klima alanı olan Iğdır’da kış oldukça geç başlardı. Çocukluğumda o güzelliği doya doya yaşardık. Etrafındaki Aras’ın beslediği binlerce dönüm topraktan bereket fışkırdığı gibi bütün göçmen kuşlarının da ilk uğrak yeriydi.  Her sene bahar yağmurlarıyla coşan Aras’ın öfkesi bentleri yıkar, köylere kadar dayanırdı sel. Göl haline çevrilen verimli topraklar binlerce göçmen kuşun bayram yeri olurdu.

Bu haliyle bile umutsuzluğa umut olurdu Aras. Bir canlıdan rızkını alırken diğer canlıları beslerdi. Tıpkı göçmen kuşların gelişindeki coşku ve gidişindeki hüzün gibi alıştığımız bir durumdu ekinlerin de ağışı. Hayat denen merdivenleri çıkarken daha ilk basamaklarda Aras’ın bu halleriyle tanıştım.

KAPANMAYAN BİR YARA

Çocukluğumda bir gün annem ve babamla Aras Nehri kenarındaki tarlamıza gitmiştik. Babam birileriyle konuşurken, annemi, gözü “O Tay”a dalmış;

“Buradan gemi geçti

Yükü dolu fermeçti

Aras seni görünce

İçimden neler geçti”

diye dalgın dalgın mırıldanırken duydum. Köklerimi tanımaya başladığımda annemin bu manisi içime bir mıh gibi oturmuştu.

Yıl 1936. Yakınlarına daha da yakın olmak için on iki yaşlarındaki annem, annesi ve babası ile bir gece sabaha karşı nehrin kıyısına atlarıyla gelirler; annesinin, babasının atları sınırı geçer öz topraklara ulaşır, ama annemin atı sudan ürker; nehre bir türlü giremez. Sınırdaki nöbetçi kuleler uyanır ve havaya sıkılan kurşunlar ortasında annemin hayatla ölüm arasında kalım mücadelesi başlar. Neyse ki azgın akan sulardan bir Türk askerinin eli uzanıp atı çeker, kurşunlar arasında kurtulmayı başarırlar.

Annem hep, Aras’ın sadece nehir değil kapanmayan bir yara olduğunu anlatırdı…

Kaçışlarını, kent kapılarının kapandığını dinlerken beni derinden etkileyen bu olay için, bana şiir kendini yazdırdı:

İşte bu kan serseri ve karanlık

Toprak ölü

Ama bir halkın kökü hâlâ diri

Yaz günü nehrin diğer yakası

Buluşur atla suyun umudu.”

 SESSİZ VE DERİNDEN

Köyümüzde kapı komşumuz, Hassa teyzeyi hatırlıyorum.  Babasının tüm itirazlarına karşılık aşkının peşinden koşmuş.  Nahcivan’dan bizim köye gelin gelmiş. Gelin olduğu yıllarda, sınır çizilmiş, hasret başlamış. Her akşam kendi damlarının üstüne oturur: “Es Haydar es! Kardeşlerimin sesini, kokusunu getir” diye rüzgâra yalvarırdı. Bu nedenle SSCB ile arada sınır olan Aras’ı ağır bir suçlu olarak görürdüm hep. Yetmiş yıl sonra sınır kapısı açıldığında Hassa teyze içindeki gurbetle bu dünyadan göçüp gitmişti çoktan…

Aras bir beşik, uzaklar bir çivi olmuştu daha o yaşlarda gözümde.

Bir efsaneye göre vaktiyle Aras’ın kenarında küçük bir köy varmış. Nehrin yanında evi olan yaşlı bir kadının çocuğu kıyıda oynarken Aras’ın azgın suları arasında kaybolmuş. Çocuğunun Aras tarafından yutulduğunu öğrenen gözü yaşlı ana nehrin kıyısına gelerek: “Aras, sesin kesile Aras!” diye beddua etmiş. Ananın bu içten bedduası kabul olunmuş. O günden beri Aras Nehri sessiz sedasız akıp gider derler.

İÇİMDEKİ GURBETTE…

Efsaneler ve gözlemlerim bende öyle içselleşti ki aklımla duygularım arasında soyadım Aras hep sınır çizdi. Aldığı bedduadan olsa gerek ben de içimdeki gurbette sessiz sessiz hep aktım. Nehir Aras, ben Aras oldum…

İşte zaman… Gittikçe kirlenen dünyada Aras Nehri de yatağına küstü, iyice durgunlaştı. Kuşların da sesi sedası çıkmıyor. Toprak bulutları bekler duruma düşmüş. Tabiattaki tüm kuşlara dal uzatan söğüt ağaçları da artık yok gibi…

Doğada canlı cansız ne varsa, bilgisiyle kendisini tanımlar. İnsan doğup büyüdüğü yerleri, anıları, anlatıları hayatı boyunca acısıyla tatlısıyla belleğine sarar. Aras’ı anlatmak için öncelikle görmek, yaşamak gerekiyor.

Her şeyin kendine özgü bir yanı mutlaka var, ama Aras Nehri’nin farkı tarihin sayfalarında nice ayrılığın tanığı olması.

PAYLAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ