Değişmeyen tek şey “tek bir yere ait olamama” hissi. Hem yaşadığın ülkeye hem de anavatanına yabancısın aslında. Öyle de algılanıyorsun, yaşadığın ülkede “onlardan olmayan etnik gruplar”, anavatanında “hemşehrilerine benzemeyen alamancılar”
HATİCE BEKTAŞ
Yaz tatili yaklaşıyor. 39 yılı aşkın bir süredir her yaz olduğu gibi yaz tatilini anavatanımda geçirecek olmanın hayalleriyle geçiyor son zamanlar. Alışveriş yaparken yanımda götüreceklerimi düşünüyorum, hayallerimi özlediklerim dolduruyor, memleketimin hangi yörelerini keşfedebilirim, hangi dostlarımla sohbet etme fırsatım olur diye düşünürken heyecanlanıyorum. Rüyalarımda pasaportum evde kalıyor, uçağa binemiyorum, yanıma alacaklarımı unutmuşum, hayıflanıyorum. Uyandığımda bir gün daha yaklaşmışım tatile diye seviniyorum. Bol bol karpuz yiyeceğim, pazarda dolaşıp memleketimin ürünlerinin enfes kokusunu içime çekeceğim, güneşin doğuşunu, batarken gökyüzünde bıraktığı eşsiz renkleri izleyeceğime dair söz veriyorum kendime. Maraş dondurması, sıcacık gevrek simitler, türk kahvesi eşliğinde şöbiyet, yol boylarında köylülerimizin ürünleri, ayaküstü yiyeceğim dürümler, ev yemekleri derken “unutma” listem uzayıp gidiyor.
Sonra günlük yaşam kendi akışı içerisinde devam ediyor. Doğduğum ülkem burnumda tüterken, doyduğum ülkeye ayak uydurmaya çalışıyorum. Ömrümün yarısından fazlası anavatandan uzakta geçti. Çocuklarım, torunlarım yabancı bir ülkede doğdular, yaşıyorlar. Yaşadığım ülkenin dili, kültürü, günlük kaygıları, alışkanlıkları benim öğrendiklerimden çok farklı.
İnsan yaşadığı yere benzer
Kendi ülkendeyken yaşamı tek bir pencereden algılıyorsun, alışkanlıklarını sorgulamak çoğu kez aklına gelmiyor. Tasaların, sevinçlerin, hayattan beklediklerin kimseden daha farklı değil. Değer yargılarının sınırını geleneklerin ve ülkenin sunduğu olanaklar belirliyor. Üç aşağı beş yukarı herkes gibi düşünüp herkes gibi yaşıyorsun. Herkes gibi sen de başkalarının maaşını, mal varlığını, namus kavramını, inancını, hatta hangi milletten olduğunu merak ediyor, sorguluyorsun. Beğenmediklerini yargılıyor, beğendiklerine ya gıpta ediyorsun ya da kıskanıyorsun. Aynı dizileri izliyor, hep bir ağızdan aynı gazetecilerin öğretilerini tekrarlıyorsun. Okulda aynı müfredattan aynı bilgileri ezberliyor, sevdiğin şarkıların listesini bile kendin değiştirmiyorsun. Yani farkında olmadan ülkenin yarattığı tek tip insan modeli oluyorsun. Politik düşünceleriniz, ekonomik durumunuz ya da eğitim seviyeniz farklı olsa bile yaşamı aynı renklerle görüyorsun. Gitmek istediğin tatil beldesi, binmek istediğin araba, sahip olmak istediğin ev ve oturmayı tercih ettiğin semt hayallerin bile değişmiyor aslında. İstisnalar kuralları bozmaz tabii ki. Bazı davranışlarınız istisna olsa bile sondaki izdüşüm aslında aynı. İçinde yaşadığımız ülke bizi biz yapan değerleri, kişiliğimizi ve davranışlarımızı belirliyor. Bu sadece benim anavatanımda değil, dünyanın her coğrafyasında böyle. “İnsan her yerde insandır” aslında, ama yaşadığımız coğrafyanın sosyo-ekonomik durumu ve politik tercihleri sadece yaşamımızı değil, yaşamı algılama biçimimizi de etkiliyor. “İnsan yaşadığı yere benziyor” zamanla.
Yabancı bir ülkede yaşarken hayat pencerenin motifleri zamanla değişiyor. Kimileri için tamamen, kimileri için kısmen değişiyor. Kimileri için hızlı, kimileri için yavaş. Bazen açık, bazen belli belirsiz. Bu motifler köklerindeki kültürle içinde yaşadığın kültürün renk uyumuna, fikirleri oluşturan yapıya, yaşadığın yabancı toplumun seni özümseme tahammüllerine göre farklılık gösterebiliyor. Bütün bu süreçler farklılık gösterse de değişmeyen tek şey “tek bir yere ait olamama” hissi. Hem yaşadığın ülkeye hem de anavatanına yabancısın aslında. Öyle de algılanıyorsun, yaşadığın ülkede “onlardan olmayan etnik gruplar”, anavatanında “hemşehrilerine benzemeyen alamancılar”
Aslında biz “alamancılar” anavatanımızı net olarak görüyoruz. Orada doğduk, büyüdük, şekillendik. Zamanla ülkemizin dinamikleri değişse de biz hala yufka ekmeğini özlüyoruz. Kahvaltı sofralarımızda beyaz peynir, akşam yemeklerimizde bulgur pilavı. Hala düğünlerde kına yakıyor, halay çekip horon tepiyoruz. Yaz tatilini nerede geçireceksin diye sormuyoruz birbirimize, “İzin var mı bu yıl?” diye sorduğumuzda istikametin anavatan olduğunu biliyoruz. Aynı televizyon programlarına kilitleniyor, Esra Erol’u, Müge Anlı’yı en az oradakiler kadar tanıyoruz. “Mucize Doktor” bizim buralarda da mucize, “Recep İvedik” bizim için de tanıdık. Memleketimizde yaprak kımıldasa haberimiz oluyor. Bedenimiz buralarda, aklımız oralarda anlayacağınız.
Bitmeyen anavatan özlemi
Biz kendimizi ülkemiz insanlarından farklı görmüyoruz. Bizim kalbimizin bir tarafı hep anavatanda çarpıyor, her şeye rağmen. Yaşadığımız ülkeden şu ya da bu nedenlerle, genellikle çocukların ve torunların yakınında olmak adına vazgeçmiyoruz, ama özgür bir seçim yapabilseydik kuşkusuz anavatanımızda yaşamayı seçerdik. Nitekim yaş biraz ilerleyip olanaklar elverdiğinde yılın geçirebileceğimiz kadar büyük bölümünü anavatanda geçiriyoruz. Oralarda olmak için can atıyor, zamanı iple çekiyoruz. En güzel evimiz, en iyi arabamız anavatanda bizim gelmemizi bekliyor. Yaşamımızın ekseni kendi ülkemizin kalbinde saklı. İçinde yaşadığımız ülkeyi uzaktan, anavatanı yakından izliyoruz.
Emin olamadığımız bizim nasıl göründüğümüz. Kimilerine göre zengin, bol para harcayan, geçim derdi olmayan, yedikleri önlerinde yemedikleri arkasında, dertsiz insanlarız belki de. Kimilerine göre kendini beğenmiş, doğduğu ülkeyi beğenmeyen, ukala tipleriz. Her talepte akrabalarının ekonomik sıkıntılarına çare olmaya çalışan, kendini çare olmak zorunda hisseden, eli kolu hediyelerle dolu gelen, izine geldiğinde bütün sorunları çözecek, elinde sihirli değnek ile dolaşan doğa üstü insanlarız belki de. Bir şekilde kaderin çizgisinin bizi gurbetçi yaptığını değil de, şanslı olduğumuz için buralarda yaşadığımızı düşünen insanların sayısı az değil aslında. Bizim yerimizde olmak için can atanların penceresinden nasıl göründüğümüzü tam olarak bilmiyoruz. Ama “Ah be kader, kimine ne kadar da güzel gülüyorsun, bir tek bana mı garezin” diye hayıflandıklarını yüzlerinden okuyabiliyoruz. Bizi sadece izinlerdeki davranışlarımızla değerlendirip yanılgılara düşmek normal. Haklılar, yerden göğe kadar. Resimlerimiz siyah-beyaz, görüntülerimiz puslu.
Yaşları büyütülerek küçük yaşta işe giren ikinci kuşak
Yaşadığımız ülkede ise resimlerimiz siyah beyaz bile değil, sadece siyah. Farklılıklarımızın farkında olan neredeyse kimse yok. “Yabancı” kavramının içine sıkışmış bir halde toplumun kıyısında, çoğu kez sadece seyirci olarak yaşıyoruz. Özellikle bizim gibi birinci kuşağın değerlerini, törelerini, din ve dillerini kaybetme korkusuyla yıllarca kendi kabuklarında yaşadıklarını, memleketteki akrabalarına olanaklar sunmak adına sadece kendi hayatlarından değil, çocuklarının hayatlarından bile fedakarlık yaptıklarını düşününce yüreği burkuluyor insanın. Yaşlarını büyüterek işe koydukları çocukların kazançlarını, abla oğlu, abi kızı kurtulsun diye organize ettikleri evliliklerle çoğu kez çocuklarının hayallerini çaldıklarını düşünmemişler. İki göz evlerde sıkış tepiş , ev kirasından tasarruf etmek için 3 kuşak bir arada yaşayarak biriktirdikleri paraların, anavatandakii ailelerinin rahatı için kullanılmasına aldırmamışlar. Üç – dört gün uykusuz geçen sıla yolculukları yormamış onları. Çocuklarına almadıkları yeni kıyafetleri akrabalara hediye verirken kendi çocuklarının bükülen boynunu görmemişler. Sadece anavatanda iken nefes aldıklarını hissetmek yetmiş onlara. Aslında sadece gönülleri zengin, ama ceplerindeki para banka borcu.
Avrupa’nın hangi ülkesinde yaşıyor olursak olalım yaşamlarımız birbirine benziyor. Çoğu daha bıyıkları terlerken gelmiş buralara. Hem çocuklarının hem de anavatanda bıraktıkları yakınlarının geleceği dert olmuş onlara. İkinci el mobilyalarla döşemişler evlerini, bit pazarından almışlar kıyafetlerini. Üç beş kuruş biriktirmek için sadece boğazlarından değil, yaşamın her alanında kısıtlamışlar kendilerini. Berbere gidip traş olmayı, ailesiyle lokantada yemek yemeyi anavatan ziyaretlerine ertelemişler. Anavatanda lokantaya giderken bir ordu takmışlar arkalarına, yalnız boğazlarından geçmemiş çünkü. Tasarruf etmek için iç çamaşırlarını anavatanda pazardan almayı tercih etmişler, boyunları bükük kalmasın diye akrabaların iç çamaşırlarını da almışlar yanı sıra. Kendileri umumi çamaşırhanelerde yıkarken kıyafetlerini, köye çamaşır makinesi almış bırakmışlar. “Alamancılar”ın parası çok diye bilinir, beklentiler onunla ölçülürmüş.
Almancıların memleket sevgisi
Buralarda ne iş yaptıklarını kimselere anlatmamışlar. “Alaman” yurdunda temizlik yapıp anavatanda krallık tasladıklarınI düşünülerek karikatürleri bile yapılmış. Gülüp geçmişler yüzlerine çöreklenen hüzünle. Kimse merak edip sormamış işsiz kaldıklarında devletten aldıkları sosyal yardımları, mecbur oldukları için yaptıkları vasıfsız işleri, kira yardımı kesilmesin diye yarattıkları çözümleri. Derdini doktora anlatırken yanındaki karşı cinsten tercümandan utanıp sıkıldıklarını dile getirmemiş, iyi olmaktan başka çareleri olmadığını sanmışlar. Kahramanlık giysisi ruhlarını okşamış, kapılıp gitmişler bu hayallere.
Mark Twain ‘’ İnsan nedir’’ kitabında aslında her iyiliğin altında bir bencillik vardır der, Memlekette aldıkları dairelere göz kulak olsunlar diye bedava oturtmuşlar kiracıları alttaki dairede, hoş karşılanmak, hoş tutulmak okşamış ruhlarını, önemli hissetmişler kendilerini. Cehennemin yollarının iyi niyet taşlarıyla döşendiğini bilmiyorlarmış. Güvenmişler hemşehrilerine, güvenmek istemişler. En çok da güvenilmeye ihtiyaçları varmış çünkü, önemli olduklarını hissetmeye özlem duyuyorlarmış yaşadıkları yabancı memlekette.
Yabancı bir ülkede hayata tutunmak
Yaşadıkları memleket bağrına basmamış onları, güvenmemiş, “yabancı işçi”, “göçmen”, “birinci jenerasyon”, “ikinci jenerasyon”, “yeni danimarkalılar”, “danimarkalı olmayan etnik gruplar”, “yabancı dilli öğrenciler”, ”iki dilli öğrenciler”, ”yabancı kökenli çeteler”, ”marjinal gruplar”, aklınıza gelebilecek her türlü ayrıştırıcı kelimeyle farklılaştırmışlar, ötekileştirmişler. Aynı mahallede oturmak, birbirine benzeyen işleri yapmak, çocukları için parlak bir gelecek istemek bile suç olmuş. Her zaman eleştirmek, aşağılamak, hor görmek için nedenleri olmuş, resimlerini hep karalayarak çizmişler. Başarıları değil, başarısızlıkları öne çıkmış, beceremedikleri dile getirilmiş, herkesi olumsuz resimlerin, önyargıların içine hapsetmişler. gözlerinin kara olması bile suç olmuş.
Nedenler ve algılar
Nedenler değil, sonuçlarla değerlendirilmişler. İçinde yaşadıkları topluma katkıları değil, onlara sunulan sözde eşsiz olanaklar dile getirilmiş. Adı yabancı diye işe almayan işveren göze batmamış, işsiz olmaları sorgulanmış. Ağır işlerde çalışarak sağlıklarını kaybettikleri değil, bu sorunlarla devlete yük olmalarından söz edilmiş. En düşük gelirli grubun onlar olduğunun farkında olmamışlar, düşük kiralı evleri, ucuz yiyecekleri tercih etmeleri tartışma konusu olmuş. Sinerek, korkarak, ama içlerindeki isyanla yaşamışlar. Ne içinde yaşadıkları toplumu anlamışlar ne de kendilerini o topluma anlatabilmişler. Farkında olmadan iyiye, güzele, samimiyete özlem biriktirmişler yüreklerinde.
O yüzdendir memleket insanına hasret, sevgi. O yüzdendir gösterdikleri hoşgörü, o yüzdendir her şeye rağmen “Benim de bir vatanım var” diye haykırma isteği. O yüzdendir “Ben de bu memleketin evladıyım” demeleri, “Beni köyüme gömün” diye tavsiyeleri. Küp peynirine, yeşil soğana, memleket havasına özlemleri bitmez, türküler o yüzden iyi gelir onlara. O yüzden acıtır memleketin halleri, yine de iple çekerler izin zamanını. Mutlu insanların ülkesinde mutsuz yaşayanlardır onlar çünkü.
paylaşmak için