Marshall Planı: Bir Yol Ayrımı Tarihi, 22 Mayıs 1947 

1946’da Missouri Zırhlısı’nın İstanbul’a geleceği haberiyle İstanbul bir şenlik yerine dönmüş, ufuklarda, artık ‘Komünizm tehdidi’ karşısında Türkiye’nin yalnız olmayacağı ve tüm dünyaya demokrasi, özgürlük, refah ve güven verecek ABD’nin şefkatli kollarına sığınacağımız güzel günler görünmüştü

 

AV. CEM BAYINDIR

Yeni Cumhuriyet ekonomik anlamda çökmüş bir miras devralmıştı. Ancak Osmanlı’dan bu haliyle devralınan ekonomide 16 yıldaki gelişme şaşırtıcıdır ve Kemalist ekonomik politikalar büyük başarı göstermiştir.

 1922-30 arasında devlet eliyle özel sermaye teşvik edilmiştir. Ekonomi dışa dönüktür. Özel sermayeye dayalı korumacılık vardır. İthal ikamesi uygulanmıştır. Yani korumacılık ve devletçilik iç içedir. Bu dönemde kurulan anonim şirketlerin üçte biri Türklerle yabancılar ortaklığı şeklinde kurulmuştu. Yabancı sermayeye gösterilen tavır yerli sermaye için de geçerliydi.

Toprakta aşar vergisini kaldırmış, denk bütçe sistemine geçmiş, 1923-1932 arasında 1925 ve 1931 yılı dışında bütçe hiç açık vermemiştir. Ayrıca bütçe gelirleri içinde dolaylı vergilerin payını arttırmış ve açık harcamaya hiçbir zaman gidilmemiştir.

1930-1932 arasında da bu durum sürdürülmüşse de, 1929 yılındaki ekonomik buhran, Osmanlı borçlarının ödemesinin ilk yılı olması, gümrük oranlarının %13’ten %46’ya çıkarılacağını öğrenen çıkarcıların, aşırı ithalat yaparak bir krize neden olmaları üzerine, Atatürk 1932 yılı ile birlikte tümüyle 1932’de “devletçilik modeli”ni somut olarak hayata geçirmeye başladı.

Millileştirmeler bu dönemde yapıldı. Belediye hizmetleri, maden, demiryolları gibi yabancı sermayeli yatırımlar devletleştirildi. Rusya ve İngiltere’den bu yatırımlar için kredi sağlandı. İlk beş yıllık kalkınma planı 1932 sonlarında Sovyet uzmanların yardımı ile başlatıldı ve 1934 yılında kabul edildi. Bu plandan çok projelerin, yatırımların neler olacağını gösteren ve yatırım kararlarına rehberlik eden önemli bir ekonomi belgesi idi. Bu plandaki hedeflerin çoğuna 1938’de ulaşıldığı görüldü.

Kemalist Gelişme Modeli adının verebileceğimiz bu sistemle 1939 yılına gelindiğinde sanayileşmede önemli mesafe alınmıştı. 1923’te un, şeker ve giysi gibi temel malları ithal eden Türkiye artık bunları ülkesinin fabrikalarında üretir duruma gelmişti.

1923’ten 1947’ye değin kendi kaynaklarına öncelik veren Türkiye bu yıldan sonra çözümü dış kaynaklarda aramaya başladı.  İşte, Marshall Planı, 1929 Büyük Buhranı, İkinci Dünya Savaşı’nın dünya üzerindeki büyük yıkımları sonrası, 1947 yılında ortaya çıkarılan ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konmuş Amerika kaynaklı, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu komünizm karşıtı hedefleri olan  16 ülkeye ekonomik yardım paketidir.

II. Dünya Savaşı’na katılmamakla birlikte her an savaşa hazır olma stratejisi, askeri harcamaların yüksek olması ve bütçenin büyük bir kısmının askerî giderlere ayrılması,Türkiye ekonomisini zora sokmuştu. Türkiye, artık ekonomik buhrandan kendi başına çıkabileceğine inanmıyordu. Bu durum, ülkeyi’yi Marshall Planı’na dâhil olmaya sürüklemiş, Marshall Planı tek kurtuluş yolu olarak görülmüş ve bu plana dâhil olabilmek için büyük çaba gösterilmişti.

1947 yılının 22 Mayıs’ında ABD senatosunda kabul edilen yasaya göre biz de yardım kapsamına alınmıştık. 22 Mayıs 1947’de ABD Başkanı Harry Truman Türkiye’yi de kapsayan ve Dışişleri Bakanı Marshall adıyla da bilinen geniş bir askeri yardım kampanyası metnini  Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Kanunu basının huzurunda imzaladı.

Belirtmek gerekir ki, bu yasadan önce de bu konuda ilişkiler sürdürülmüş, örneğin 1946’da Missouri Zırhlısı’nın İstanbul’a geleceği haberiyle İstanbul bir şenlik yerine dönmüş, ufuklarda, artık ‘Komünizm tehdidi’ karşısında Türkiye’nin yalnız olmayacağı ve tüm dünyaya demokrasi, özgürlük, refah ve güven verecek ABD’nin şefkatli kollarına sığınacağımız güzel günler görünmüştü.

Yasadan bir yıl değin önceki bu olayda, Missouri gemisinin yanaşacağı limanda bayraklar donatılmış, afişler asılmış, eğlence merkezleri Amerikan askerlerine tahsis edilmiş, camilerin minarelerine “Hoş Geldiniz” yazıları yazılmıştır.

Gemi o gün İstanbul limanına demirlediğinde Türkiye’nin 70 yıldır içinden çıkamadığı rota da belirlenmiş oluyordu.

Evet, bu yeni yolda da Türkiye Cumhuriyetinin aydınlık ve uygarlık yolu yine Batı olacaktı ama bağımsızlıktan ödün vermek kaçınılmazdı. Missouri gemisinin yanaştığı anda yaşadığımız akıl dışı sevinçler ve karşılamalar sanki ‘Küçük Amerika’ olabilmek adına tüm kazanımlarımızdan vazgeçmeyi göze aldığımızı gösteriyordu.

Dönemin gazetelerine baktığımızda, başkan Truman’ın, ABD Kongresinden Türkiye ve Yunanistan’a yapılmak üzere 400 milyon dolar talep etmesiyle tüm Türkiye’de hayatın kısa süreliğine durduğunu görüyoruz.

ABD Başkanı’nın kongrede yaptığı konuşmada bizi dost olarak gördüğünü ilan etmiş, Türkiye, Avrupa’nın ileri karakolu ve Orta Doğu’nun istikrar kalesi olarak resmedilmişti. Truman’a göre dünya özgürlüğüne giden yol Anadolu’dan geçiyordu:

“Eğer Yunanistan’a da Türkiye’ye de yardım etmezsek, Doğu kadar Batı da etkilenecektir. Hızlı ve kararlı bir şekilde harekete geçmeliyiz. Dünyanın özgür insanları özgürlüklerini muhafaza edebilmek için yardımlarımızı bekliyor. Liderlikte tereddüt edersek dünya barışını ve tabi ki kendi ülkemizin selametini tehlikeye atarız. Olayların hızlı gelişimi sonucunda üzerimize büyük görevler yüklendi. Kongrenin bunu doğru bir şekilde yerine getireceğine inanıyorum.”

 

Türk gazeteleri bu olayı sevinçle karşılamıştı. Falih Rıfkı Atay, Nadir Nadi, Memduh Şevket Esendal, Hüseyin Cahit Yalçın gibi kalemler bile bu yönde yazılar yazıyorlardı. Hükumetten daha çok sevinçli olanlar ise muhalefet kanadıydı. Muhalefet bu durumu tarihsel bir fırsat olarak görüyordu ve nitekim  kısa bir süre sonra iktidarı devraldıklarında ABD’ye koşulsuz bağımlılıklarını ilan edeceklerdi.

Yardım, Milli Şef İnönü’yü de mutlu etmişse de, o biraz daha sakindi:  

“Büyük Amerikan Cumhuriyetinin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk hislerinin yeni bir nişanesini teşkil eden bu yardımı, Türkiye’ye zaruri ve normal müdafaa malzemesinin bir kısmını temin suretiyle, harp neticesinde düşmüş bulunduğumuz iktisadi güçlüklerin kısmen telafisinde de ferahlatıcı bir amil olacaktır.”

Bu yardım kimilerine göre, Sevr Antlaşması’ndaki gibi Türkiye’nin yabancılar tarafından idaresini ve Türk Maliyesinin, İtilaf Devletlerinin tayin edeceği bir komisyon tarafından kontrolünü, harp içinde kaldırılan kapitülasyon ve imtiyazların iadesini kabul etmekle bir anlaşma anlamındaydı.   

Bu konuda en dik duran siyasetçi ise Demokrat Parti’de önemli görevler almış eski bakanlardan, Elâzığ milletvekili Nurettin Ardıçoğlu oldu. Ardıçoğlu yardımlara en sert tepki veren kişiydi ve bu yardımları ekonomik emperyalizm olarak yorumluyordu.

“…Halk Partili idarecileri tarihteki ibret levhalarını unutmuşlar. Atatürk’ün partisi olduğunu ikide bir tefahür vesilesi olarak ileri süren bu zevat şimdi bizzat Atatürk’e ve onun inkılabına ihanet ediyorlar. Yabancı sermayenin arkasında iktisadi emperyalizm bulunduğunu, kapitülasyonların olduğunu görmek için çok derin bir nüfuzu nazara ihtiyaç yoktur…”

Plan, kısa vadede işe yarasa da özellikle Demokrat Parti ile liberal ekonomik sisteme tam geçiş ülkede büyük sorunlar yaratmıştı. 1950’de Türkiye, yabancı ülkelerle olan ticaretini %60 oranında serbest bırakmıştı. Ülkelerin özel sermayeye ağırlık vermeye başlaması en çok ABD’nin işine yarayacaktı. Bizde dış ticaret açığı artmış, 1950 yılında 22,3 milyon dolar olan dış ticaret açığı uygulanan liberalizm nedeniyle iki yılda 193 milyon dolara ulaşmıştı.

Bu dönemde Batılı uzmanların verdiği raporlar doğrultusunda 1952 yılında Türk sanayisi için bir dönüm noktası olan THK Uçak ve Motor Fabrikaları kapatılmıştır. Thornburg Raporu’yla Türkiye’de makine ve motor fabrikası projeleri reddedilmiş ise de eleştirilere karşın rapor Türkiye’de benimsenmişti.

MKE’ye devredilen fabrikalar, 1954 yılında traktör fabrikası haline getirilmiştir. Marshall Planı çerçevesinde Türkiye’nin tarım ekonomisine ağırlık verilmiş ve böylece Türkiye, sanayiden uzaklaşarak bir tarım devi olmak istemiştir. Marshall Planı çerçevesinde, 1948-1952 dönemi için yapılan yardımların %20,6’sı doğrudan, %59,7’si dolaylı olarak tarıma ayrılmıştı.

Bütün girişimlere rağmen, istenen sonuca ulaşılamamış Türkiye gerekli kalkınmayı sağlayamamış, tarımsal verim düşük kalmış, bu kez de, tarımda değil sanayileşmede ilerleme düşüncesi belirmiş, ithalatın sınırlandırılmasından sonra sanayileşmenin hız kazanması, köylü ve tüccar kesimin sanayiye doğru kaymasına sebep olmuştur.  

Türkiye, ABD’ye tam teslimiyetin sakıncalarını ilerleyen yıllarda görecekti. Üretimden vazgeçme, tarımsal alanları terk ediş, hazır ürüne alıştırılma, kentlere göç, eğitimin, köy enstitülerinin tahrip edilmesi, laikliğin yıpratılması, işsizliğin artması, toplumda kutuplaşmalar, dinsel hareketlerin büyütülmesi, toplumsal yozlaşma, değer yargılarındaki değişiklikler, askeri müdahaleler, ekonominin bir daha belini doğrultamaması bunlardan bazılarıdır.  

Hibe adı altında, orduyu zorda bırakan ömrünü tamamlamış silahlar ve askeri araçlar; halka verilmek üzere gönderilen insan sağlığına zararlı bitkisel yağlar, süt tozları; tarımda kullanılmak üzere gönderilen melez tohumlar; yüksek faizli krediler; ülke yönetimine doğrudan müdahaleler; ülke ekonomisinin tümüyle dışa bağımlı hale getirmesi de Marshall Planıyla olmuştur.

Örneğin, 1964 Kıbrıs krizinde, adaya harekât yapmayı planlayan Türkiye’ye bu anlaşma maddeleri hatırlatılacak ve bizzat ABD Başkanı Johnson’un imzasını taşıyan mektupla ülkemiz tehdit edilecekti.

Türkiye ABD’den aldığı yardımları yine ABD’nin rızası dışında kullanamayacak, Türk ordusunun harekât alanı kısıtlanacak ve Kıbrıs gibi en zorunlu harekatları bile engellenmek istenecek ve yinelemek gerekirse Türk ekonomisi her yönüyle ABD’ye bağımlı hale gelecektir.

Görülüyor ki, Türkiye’nin bugün de yaşadığı sorunların temel nedeni Marshall Planı olup, o tarihten sonra tam bağımsız bir yönetim ve siyasi istikrar bir türlü sağlanamamıştır.

 

paylaşmanız için