Küller Başıma, Maradona’yı Yazdım

Acımasız bir hayat! Yoksul, on çocuklu bir evde kafayı bokun üstünde tutmak o kadar da kolay olmayacaktı. Diego, boğaza sarılan bu açlık bokunu futbolla temizleyeceğini daha çocuk yaşta akıl etmişti. Boyu küçük, futbolu ve kişiliği büyük bir adam olmuştu. Kişiliğinin büyümesi futbol meselesinden ziyade politik olmayı tercih etmesindendir. Bana bilmediğim alanda yazı yazdıran da işte bu büyüklük meselesi

 

 

SAMİ GÜNAL

Zaman geçer iyi olmayan şeyleri de özlersin. Çocukluğumuzda olmayacak şeyleri yaptığımızda analarımız “Külü başına ettiğim!” ya da “Külü başına ettiğimin dölleri!” diye kızarlardı. Üst baş kirleteceği için galiba ciddiyetten yoksun “sana tatlı bir eziyet olsun” niyetine komik bir ilenme (beddua) sözü olsa gerek. Başlığımın hikâyesi benim için olmayacak bir yazıya kalkışmamdandır.

Geçenlerde, yazı yazmamın yadırganmayacağı alanlardan söz ederken kendi hakkımda kinayeye dayalı taş atmalarda bulunmuştum. Taşlandığım o alanlarda hakkını vererek yazı yazarım da, futbol üzerine yazabilmem hiç olası değildir. Anlamam, anlamak da istemem. O derece uzağım. Bu uzaklığı hep avantaj olarak görmüşümdür. Yoksa gazetelerin yirmi yirmi beşi bulan futbol sayfalarında zaman harcayacaktım.

Peki, hiç mi futbol kültüründen haberim yok? Futbol, bildim bileli ikonlara dayalı bir spor dalı olarak var oluyor. Bu ikonlar üzerinden yaratılan akçeli ya da politik skandallarla beraber hadi diyelim ki popülerleşen aşkların birinci sayfalara yansıtıldığı kadarıyla haberdarım.

Yazı arası şaşırtıcı iki bilgi vereyim. Aslında aşağıdaki linkte ulaşılacağı üzere geçenlerde bir futbol yazısı yazmıştım. Daha doğrusu köyümüzün eniştesi olan Fenerbahçe kalecisi Rüştü’nün sağlık durumunu bahane ederek değinmelerde bulunmuştum. Diğeriyse ortaokul sıralarında izlediğim maç ifşalarıydı. Sonunu da “Daha durun hele! Belki de hızımı alamayıp bir Maradona yazısı yazarım.” diyerek bitirmiştim.

Hadi bir üçüncü sır daha olsun.

Maradona’yı dünya kupalarında tanırım. O maçları sabaha karşı uyuklayarak izlediğimi anımsarım. Beni hepten cahil bellemeyin canım! Dünya kupası izleyicisiyim yahu! İsterseniz herkesin bilemediği, her maçta oynayan (!) o meşhur ofsaydı tarif edeyim size.

Maradona’nın üzerinden mazlum algısı mıdır ya da çocukken soldan ışıyan bilincime vuran antiemperyalist mücadelenin safları itibarıyla oluşan Latin Amerika sempatisi midir nedir Arjantin ya da kaderdaşı diğer bir ülke taraftarı olurdum. Onlar da bana sempatiyle bakıyorlar. Eğer ki o iki Latin dilberi (Bolivyalı) olmamış olsaydı bir “hıştık dana”nın terbiyesizliğine maruz kalıp sabah kadar bekletildiğim İsviçre’nin Basel Tren İstasyonu’nda can sıkıntısından hâlim nic’olurdu? İki dilberle bir bank üzerinde sabahlamak ne hoştu!

Futboldan anlamayınca neye göre taraftar olacaktım ki? Avrupa âşıklığımdan dolayı kimi ülkelere karşı Almanya, Hollanda taraftarı olduğum da olurdu. Yav, takım neye göre seçilir, anlamadığım bir konu da bu. Bana takım tut, zoru dayatılsaydı galiba Beşiktaşlı olurdum. İki nedenden. Çarşı grubunun politik tavırlarından ve ideologlarım içerisinde yer alan Mümtaz Soysal Hoca’mın o Galatasaraylılık (okul) geleneğine ters düşen takım seçişinden etkilenerek Beşiktaşlı olurdum.

İkonlar üzerinde yürüyen bir dal, dedim. Geçeyim Cemil’i, hele hele Fatih Terim’i ve benzerlerini. Pozitif toplumsal kimlikleri olan Lefter’den, Metin Oktay’dan ve dahi berikilerden çelebi edalı entelektüel bir adam olan Mustafa Denizli’den de haberdarım. Ohoo Pele’den tut Müller’e, Bekuanbuar’dan Ronaldinolara daha da Platini’den Messilere kadar aşınayım yahu!

Yok yok, şaşırtmaya devam edeceğim. Aileden, bibimin iki oğlu da bas baya sertifikalı 1. lig futbolcusuydular. Sonra da teknik adamlığa geçtiler. Küçüğü hâlen teknik adamdır.

Ya teyze oğlu? Bildiğiniz Maraş Spor’un kalecisiydi. Aklımdaki rivayete göre Fenerbahçe’ye transferi mi istenmişti ne? Bir ara köy takımlarımız kurulmuştu. Bir maçta aşağımızdaki dağ köyünün takımıyla karşılaşıyorduk. Teyzem oğlu bizim köy takımının performansına kızdı mı n’olduysa kalesini bırakıp topu bir sürdü ki karşı takımın tüm futbolcularını “düşürerek” yuvarlak meşini rakip kaleye soktu. Alkış tufan koptu.

Maradona olmasaydı teyzem oğlunun bu afili hareketi için şimdi “devirdi/düşürdü” demezdim de içimden gelen yakıştırmayla “geçti” diye yazardım. Zira futbolda “adam devirme/düşürme” terimi varmış. Bunu da Maradona okumalarımdan öğrendim.

Maradona’yı ilahlaştıran iki golü var. Bu terimlerin menşei de Maradona’yı ilahlaştıran o gollerin içerisinde saklıdır.

Maradona’nın attığı bir gol var ki futbola sanatsal bir haz kattığı söylenir. Hani şiir gibi aktı, derler ya top sürüşünü şiire benzetirler. Kendi sahasında aldığı topu adeta dans figürlerine çalan çalımlarla sürdürürken beş İngiliz oyuncuyu teker teker “düşürmek” suretiyle kaleciyi şaşkına çevirerek topu fileye bırakır. “Düşürmek” çalımı şöyle oluyor ki gelen oyuncu topu alıp sürerken kontratağa duran rakip oyuncular bu hep düz gelmez ya, deyip vücut dirençlerini sağa sola mehile hazır tutarken Maradona düz ip gibi istikamet üzerinde kararlılık göstererek onları terse, diğer bir deyişle oyundan “düşürmüş” oluyor. Benden bu kadar! Herhalde iyi açıklamışımdır.

İlahlık diğer gol, daha doğrusu aslında bu ilkidir. Ceza sahası içerisine yüksekten atılan bir top için İngiltere kalecisiyle birlikte yükselir ve kısa boyuyla uzun kaleciyi geçerek topu fileyle buluşturur. İşte bu buluşmada seyircilerin fark ettiği fakat hakemce görülemeyen ve pek de kasti olmayan bir el dokunuşu var. Maradona maçtan sonra yorum yaparken bu olaya “Tanrı’nın eli” der.

Derken halkların devrimcisi olur ki gerçekten “ilahlaştırılmış” olduğu için adına fakir semtlerde kiliseler ve okullar kurulur.

Dayım oğlu Rıza da (sarışın kestane) rengi hariç, boyu endamı duruşu itibarıyla bir Maradona’ydı. O da aşırı futbol düşkünüydü. Maradona, Kızılderili soyundan, dayım oğluysa Anadolu kırması. İkisinin de yaşantısında benzer bir enstantane var.

1970’lerin başlarında teyzemin 3 yaşındaki kızı, ağzı açık olan tuvalet kuyusuna düşer. Bas bas bağırırken Rıza yetişir. Bereket versin daha çalıştırılmayan boş bir kuyudur fakat derinliği 3 metredir. Atladığı kuyuda 1,65’lik boyuyla, çocuk kucağındayken kendisi yardıma muhtaç hâle düşer. Çift bağırtıya kim yetişti de kurtarıldılar şimdi anımsayamıyorum.

1960’lı yılların başıdır. Arjantin’in başkenti Buenos Aires’in aşağılık (!) bir gecekondu mahallesinin karanlığında yolunu şaşıran bir çocuk kanalizasyon çukuruna düşer. Tesadüf bu ya amcası denk gelir. “Diego Diego, kafanı bokun üstünde tut oğlum!” talimatıyla boğulmasını engeller.

Acımasız bir hayat! Yoksulun hayatını hep boktan etmek için çarkını ters çevirir. On çocuklu bir evde kafayı bokun üstünde tutmak o kadar da kolay olmayacaktı. Diego, boğaza sarılan bu açlık bokunu futbolla temizleyeceğini daha çocuk yaşta akıl etmişti. Dünya futbol tarihinin içine 10 yaşından evvel girmeye başlamıştı. 16’sında milli formayı giymeye nail olmuştu. İşte bildiğimiz Maradona böyle doğmuştu. Boyu küçük, futbolu ve kişiliği büyük bir adam olmuştu. Kişiliğinin büyümesi futbol meselesinden ziyade politik olmayı tercih etmesindendir. Bana bilmediğim alanda yazı yazdıran da işte bu büyüklük meselesiydi.

Futboldaki üstün yeteneğinden gelen şöhretini üstün tuttuğu halk yararı uğruna antiemperyalist tutum sahibi kişiliğe tahvil etmeyi ustalıkla becerebilmiştir. Mücadele yönünden zengin ve şanslı bir coğrafyanın çocuğuydu. Kişiliğine ve şöhretine yüksek katkılarda bulunacak ikonlara sahipti. Fidel, Che Guevara, Chavez gibi. Fidel’le ileri derecede organik dostluk içerisindeydi. O kadar ki politik duruşunu dünya gözüne sokmak için kolunun birine Che Guevara’nın, ötekisine de Fidel Castro’nun dövmelerini işletmiştir. Takım, sertifika vs. kaygıları duymadan ABD Başkanının Arjantin’e gelmesine karşı durabilmiştir. “Bush bir katil ve eğer Arjantin topraklarına adım atarsa kendisine karşı yapılacak yürüyüşün en ön saflarında ben olacağım.” demekten çekinmemiştir. Aldığı güç kendisini tanımladığı şu gelenekten geliyordu: “Ben Arjantin’in çocuğuyum ve kahramanıyım, aynen Che Guevara gibi.”

Geçenlerde daimi yaren yoldaşlık yaptığım bir kadın dostum düştüğü zafiyetten dolayı dışlanmakla yüz yüze kaldı. İnsan robot değildir. Sosyal zafiyet gösteren tek varlık insandır. O zaman muhakemeye tabii tutulma hakkı da vardır. Kusur, insana mahsustur. İnsanlar, zaman zaman uçlarda yaşayabilir. Kusurlar iyiliklerle silinir. Benim, iyilik meleğine dönüşmüş genelev kadını dostum oldu. Yazdım da. Maradona da öyleydi. “İnsan, yaşadığı yerlere benzediği kadar” örnek tuttuğu insanlara da dönüşür. Maradona, bizi kendine döndürebildiği için sevdik onu.

Diyalektiği içeren bir felsefesi de var Maradona’nın. Sınıfsal karakterdeki felsefi irdelemeler yeteneğine sahip. 2002 Dünya Kupası’na gidecekken kokain kullandığı gerekçesiyle Japonya’nın vize vermemesi üzerine ABD’nin Japonya’ya attığı atom bombaları üzerinden şu sarsıcı göndermeyi yapar: “Evet kokain kullandım ama hiç değilse Amerikalılar gibi binlerce masum insanı öldürmedim!”

Diyalektik bakışa örnek en analitik görüşlerinden birisi de Arjantin’le İngiltere arasında olan Falkland Savaşı’dır. (Diğer bir yazımda bu savaşı diğer bir yönüyle yazmıştım.) O 1986’daki “Tanrı’nın Eli” olan gol üzerine şunları söyler: “Bu maç bizim için bir final gibiydi. Çünkü bir takıma karşı değil, bir ülkeye karşı kazanmış olacaktık. Maçtan önce futbolun Falkland Savaşı’yla ilgisi olmadığını söyleyip duruyorduk ama orada birçok Arjantinli çocuk ölmüştü,, onları kuş yavruları gibi öldürmüşlerdi. Bu bir rövanş olacaktı, sanki Malvinas’ın intikamını alacaktık. Yaptığımız röportajlarda hepimiz, bunları birbirine karıştırmamak lazım, futbol ve politika ayrı şeylerdir, filan diyorduk ama yalandı hepsi, düpedüz yalan! İşte bunun için, sanırım attığım gol, golden öte bir şeydi.”

Düşünülebilir mi ki havada uçuşan milyon dolarların tılsımından kurtulup futbolda da uluslararası iş hukuku kurallarının işletilmesini isteyeceği sendikalaşmayı dayatan bir anlayış sahibi olunsun? Yine, Meksika’daki saat farkından dolayı Avrupa’daki izleyicilere dayalı sırf TV tekellerinin kârları düşünülerek öğle sıcağından oynatılmak istenen maçlara tek başına karşı çıkılsın. Bu yüzden FIFA bürokratlarının nefret tuzağıyla örülen doping ilaçları kumpasıyla 1994 yılındaki Dünya Kupası’ndan ihraç edilir.

Derin ahkâmlar kesemem ama kökeninde işçi sınıfının yer aldığı söylenen bu futbol oyununun içerisine nasıl oluyor da yüz milyonlarca ya da milyarlarca diyelim dolarların takla attırıldığı kumpanyalar sokulur? Endüstrileşmenin olduğu alanlarda kaçınılmaz sömürü çarkları oluşmaktadır. Ne yazık ki bu çarkları döndürenler hiçbir zaman sıradan eller olmuyor. Lafı buradan sonra psikologlara, sosyologlara ve endüstri ekonomistlerine bırakıyorum.

İkidir hızımı alamayıp tam da içindeyken şu Katar’daki Dünya Kupa’sını da mı yazsam ne?

“İçinden tramvay geçen şarkı” sözleri nasıl tramvayı anlatmıyorsa galiba benim de yazdığım bu yazı “cıkla” (salt) bir futbol yazısı, hatta hiç olamadı. Sami’ce başlayan Sami’ce biter.

 

paylaşmanız için