Kim bu kitaba hak veriyorsa, küçük burjuva sol liberalden başka bir şey değildir

Yuval Harari’nin Sapiens’i günümüz popüler eserlerinde sıkça görülen bilgi bolluğuna karşın fikir yoksulluğuna tipik örnek. Harari’ye göre insanoğlu tarıma geçtikten sonra en mutlu günlerini imparatorluklar altında geçirmiş, şimdi de ABD emperyalizmi altında sürdürmelidir! ABD menşeli, akademisyen ünvanlı insanların bir anda bütün dünyada merakla okunup bolca beğenilmesinin iç yüzü aslında bu kadardır. Bu tür kitaplar aslında “sosyalistim” diyenler için de bir turnusol kâğıdıdır.

KAAN POLATLAR

Yuval Noah Harari, serinin ilk kitabı “Hayvanlardan Tanrılara SAPİENS” ile aslında gerçek anlamda kapitalizmin tarih anlayışını oluşturma çabasına girişmiştir. Bu nedenle Marksistlerin “tarihsel maddecilik” anlayışının da alternatifini yaratmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Bunu yaparken materyalist bir çıkış noktası seçmiştir ama bu tamamen Marksizm’in kullandığı yöntemin dışındadır. Marksizm’in temel aldığı “üretim güçleri-üretim ilişkileri” bağlamında değil, Darwin’in evrim teorisini, tarihin akışının odak noktasına koyarak kurgusunu oluşturmuştur. Gerçi bu da zamanında denenmiş bir yöntemdir ama varılan sonuç Nazizm olduğu için dikkatli davranmak gerektiğinin farkındadır. Dolayısıyla Harari’nin yöntemi, Nazizm gibi dünyada tepki çeken bir ideolojiyi savunmak yerine, ona pek çok yönden benzemesine rağmen daha yumuşak ve esnek ifadelerle, aslında benzer sonuçlara varmaktan ibarettir.

Harari, Paleolitik Dönem’den itibaren tarihsel süreci kurgulamaya başlayarak dikkat çekici bir yol izler. Bu dönem Sovyet tarihçilerince “İlkel Komünal Dönem” olarak tasvir edilmiştir. Ortalama bir sosyalist için bir nevi kovulduğumuz “cennet bahçesi” gibi bir şeydir. Çünkü bu dönemde henüz özel mülkiyet fikri ve uygulaması gelişecek maddi ortamı bulamadığı için kabilenin mülkü, kabile üyeleri arasında ortaklaşmacı, yani komünaldir. Aslında Sovyet tarihçilerine gelinceye kadar özellikle Batı kültüründe, eskinin şimdikinden çok daha iyi olduğuna ilişkin pek çok bölük pörçük fikir kırıntısı vardır. Avrupalı felsefe ve edebiyatçılarının fikirlerinin hiçbiri, bahsedilen dönemin esaslı bir tasvirini yapmayı başaramadığı için bu konuda ilk ve en tutarlı açıklamayı Sovyet tarihçileri denemiştir. Fakat bunda çok da başarılı oldukları söylenemez. Çünkü arkeolojinin her gün çıkarıp tarihçilerin önüne yığdığı yeni materyalleri, tanımlanmış dönemin çerçevesini genişletmek veya bulanıklığı gidermek adına çok fazla işleme gereği duymamışlardır. Sovyet tarihçilerinin “İlkel Komünal Toplum”u biraz bu türden eksiklikleriyle ülkemiz sosyalistlerinin kafasında bir şablon olarak kaldı. Bunu, her gün zenginleşen arkeoloji literatürüyle birleştirmek, ya da en azından arkeoloji yayınlarını takip etmek ülkemiz sosyalistlerinin çok da üzerinde durdukları bir sorun olmadı. Ama yine de sıradan bir sosyalist için bu dönem, insan türünün doğayla barışık olarak yaşadığı fikrini içeriyordu. Kimsenin aklına kapitalizmin hüküm sürdüğü bugünle ortak bir yönü olabileceği fikri gelmedi.

Avatar’la ilk defa “beyaz adam” yani aslında tüm insan ırkı, kendi vatanı olan dünyayı yok etme aşamasına gelmiş, tükenen kaynakların yarattığı eksikliği başka gezegenlerin sömürüsüyle çözmek zorunda kalan hastalıklı bir varlığı temsil etmektedir.

İşin ilginç yanı, bana göre bu dönemi popüler sanatın diliyle en güzel anlatan yapıtın bir Amerikan filmi olmasıdır. “Avatar”, yeni keşfedilen bir gezegende, tıpkı Amerika kıtasının keşfedilmeden önceki yerlilerine benzer bir yaşam süren zeki bir canlı türünün başına gelen felaketi anlatmaktadır. Film, yaşanan felaketi ilk defa “beyaz adamın” değil de “Kızılderililerin” gözünden anlatmayı başarmıştır. Tabii ki ABD’nin şoven kesiminin tepkisini almamak için seçilen simgeler Kızılderililerle bir bağlantı kurmayı engeller. Yani olay en nihayetinde başka bir gezegeni ve başka bir canlı türüyle yapılan savaşı anlatmaktadır. Ama sonuçta seyirci neyin anlatılmak istendiğini kendince anlayacaktır. Bu filmde ilginç bir nokta daha vardır. Amerikalıların anlamak istedikleri gibi sorun bir ırklar savaşı olmaktan ziyade, aslında dünyayı tüketmiş kapitalizmin bir eleştirisi niteliğindedir. Çünkü bu filmde ilk defa “beyaz adam” yani aslında tüm insan ırkı, kendi vatanı olan dünyayı yok etme aşamasına gelmiş, tükenen kaynakların yarattığı eksikliği başka gezegenlerin sömürüsüyle çözmek zorunda kalan hastalıklı bir varlığı temsil etmektedir. Kendi sömürü düzeni için başka gezegenlerin canlılarının hiçbir yaşam hakkını gözetmemektedir. Zaten gözetecek durumda da değildir, çünkü sonuçta Dünya da, bütün kaynakları tükenmiş, ölmekte olan bir gezegendir. Dolayısıyla insan ırkının başka gezegenlerin canlılarına acıma şansı yoktur.

“Avatar” filmi, hemen hemen herkesin bildiği bir gerçekliği bu kadar net bir şekilde ama yeni sinema seyircisinin alışkın olduğu biçimde fantastik ögelerle süsleyerek ve muhteşem görsel efektler kullanarak anlattığı için bir anda rekorlar kırıp tüm zamanların en çok hasılat yapan filmi oluverir. Demek ki kapitalizmin acımasızlığının tüm dünya farkındadır.

Kapitalizmin, bir gün Dünya’yı yok edecek bir sistem olarak diğerlerinden özellikle ayrı tutulması gerektiği zaten öteden beri sosyalist eleştirinin temelidir. Kapitalizm, özünde insan ile doğa arasındaki uyuma dayanan diğer tarım temelli üretim formasyonlarından farklıdır. İnsanın doğa ile bağı büyük şehirlerde neredeyse kopmuştur ya da çok azalmıştır. Dolayısıyla tabiata bu yabancılaşma, bir tür olarak, felaketlere giderek daha açık hale geldiğimizin göstergesidir. Bu da hayatta kalma yarışında olduğuna koşullanan birey için her türlü vahşiliğin kapılarını aralamaktadır. Şu haliyle birey, en büyük güvencesi olan paraya sahip olmadan bir bardak suya bile ulaşamaz veya bir tabak yiyeceği bile kendisi üretecek durumda değildir. En kesin çözüm yolu, doğayla barışık ve uyumlu bir yaşam biçimi kurmaktır. Üstelik insanoğlu binlerce yıl boyunca bunu yapmayı başarmıştır.

Hristiyanlığın, insanın doğuştan kötü olduğu inanışıyla uzlaşma

İşte tam bu noktada Hariri, insan türünün, eskiden beri, hatta doğayla en barışık olduğumuz Taş Devri’nde bile, tıpkı şimdiki gibi kaynakları acımasızca sömürmekten başka bir şey yapmadığımız tezini ortaya atar. Ama tabii ki bu iddiasını temellendirmesi gerekmektedir. İnsanlığın uzak geçmişini, evrimi kanıtlamak için kullanır. İşin bu tarafı zaten Batı dünyasında kapanmış bir tartışma sayılır. Aklı başında hiç kimse, insan türünün şimdiki vücut özellikleriyle cennetten yeryüzüne indiğini iddia etmemektedir. Hariri de kitabında, ilk insan türlerini ayrıntıya gitmeden, ana hatlarıyla anlatmıştır. Ama bir farkla: Evrim sürecinde bilinmedik birtakım olaylar vuku bulmaktadır! Harari’ye göre insan türü orta sıra avcılardan biri olarak yeryüzünde görünmeye başlamıştı. Kendinden küçük avları avlıyor, kendinden büyüklere av oluyordu ama bu işleyiş özellikle 100 bin yıl önce Sapiens türünün ortaya çıkışıyla değişti. İnsan türü, kendinden büyük hayvanları da avlayabilecek bir beceri gösterdi ve besin piramidinde orta sıralardan zirveye sıçradı. Bu durum öylesine anî oldu ki bütün bir ekosistem ve bizzat insan türünün kendisi, bu değişime ayak uyduracak zamanı bulamadı. Bu sebeple: “Gezegendeki büyük avcıların çoğu muhteşem yaratıklar; milyonlarca yıl süren hâkimiyetleri sayesinde kendilerine olağanüstü derecede güveniyorlar. Sapiens ise adeta bir muz cumhuriyeti diktatörü gibi. Daha yakın zamana kadar savandaki orta halli yaratıklar olduğumuz için hâlâ korku ve endişelerle doluyuz ve bu da bizi fazlasıyla zalim ve tehlikeli kılıyor. Ölümcül savaşlardan çevre felaketlerine kadar pek çok tarihsel kötülük, bu çok hızlı gerçekleşen sıçramadan kaynaklanıyor.”[1]

Onun için tek gerçek, Sapiens denilen insan türünün sadece kapitalizmin kuralsız şartlarında değil, her zaman için fütursuz bir “seri katil” olduğunu kanıtlamaktır.

Böylece Harari, keyfi bir biyolojik evrim yorumu yaparak hem izah edilemeyen, başka bir deyişle mucizevî bir beyin gelişimi geçirdiğimizi ileri sürüyor hem de bu olağanüstü yetinin insanları psikolojik anlamda hiç de hazır olmadıkları bir güce kavuşturduğu için korkak ve zalim olmasına sebebiyet verdiğini iddia ediyor. Böylece Hristiyanlığın, insanın doğuştan kötü olduğu inanışına sözde bilimsel bir uzlaşma yolu açmış oluyor. Üstelik insanın böyle besin hiyerarşisinin en tepesine fırlamasına neden olan anî beyin gelişiminin sebebi de açıklanamayan bir mucize olarak kalmış oluyor. Bilindiği gibi dinler mucizelerle doludur. Görüldüğü gibi eski teolojiyle söylem bakımından uzlaşamayabilirsiniz fakat temel önermelerde uzlaşmak pekâlâ mümkün olabilmektedir. Zaten önemli olan da budur!

Harari’ye göre insan, doğada sırf tek, eşsiz ve biricik olduğunu hissedebilmek için soykırım işine girmiştir

Yuval Harari, kendince insan türünün zalimliğine bu şekilde bilimsel(!) bir açıklama getirdikten sonra kendi aktarmak istediği fikirler konusunda daha cüretkâr ve pervasız ifadeler kullanmakta hiç sakınca görmüyor. Örneğin durumu şöyle tanımlıyor: “Hoşgörü Sapiens’in baskın özelliklerinden biri değildir. Modern insanlarda bile ten rengindeki, lehçe veya dindeki bir farklılık bir grup Sapiens’in bir başka grubu yok etmeye çalışmasına neden olabiliyor. Eski Sapiensler tamamen farklı bir insan türüne karşı hoşgörülü olabilir miydi? Sapiens, Neandertaller ile ilk karşılaştığında, ortaya tarihteki ilk ve en büyük etnik temizlik harekâtının çıkmış olması gayet mümkündür.”[2]

Harari, öznel yargısındaki dozajı artırarak devam eder: “Neandertaller hayatta kalsaydı bugün hâlâ kendimizi ayrı bir yaratık olarak görür müydük? Belki de bu yüzden atalarımız Neandertalleri yok etti, çünkü Neandertaller yok sayılamayacak kadar yakın, fakat tolore edilemeyecek kadar da farklıydılar.”[3]

Böylece Harari insan türüne neredeyse bir seri katilin psikolojisini yakıştırmış olmaktadır. Yani insan, doğada sırf tek, eşsiz ve biricik olduğunu hissedebilmek için narsist bir psikopat gibi soykırım işine girmiştir. Günümüz insanı için bu tür “psikolojik” teşhislerle dünya tarihini açıklamaya kalkmak gayet makul gelebilir. Çünkü benzeri bir toplumsal histeri daha dün denebilecek kadar yakın bir zaman içerisinde Hitler Almanyası’nda vuku bulmuştu. Olayın hep görünen yüzüne bakmaya alışkın sıradan insan için elbette Taş Devri kabilelerinin de Hitler benzeri kendi kabile şeflerinin emriyle Neandertal avına çıkmış olması çok tuhaf bir fikir gibi gelmeyebilir. Ama buna inanmak için tabii ki koskoca Almanya’nın, narsist bir psikopatın sırf teatral yetenekleri ve hitabet gücüyle büyülediğine inanmak gerekir. Ama biz biliyoruz ki asıl sebep, Alman burjuvazisinin, 1917 Ekim Devrimi’nin etkisini 1919’da kendi ülkesinde de hissetmeye başlamasıdır. Bu hareketi bastırmak için kullanışlı ve sınıfsal tabanı da bulunan faşizme ihtiyaç duyuyor olmasıdır. Burada tahlilini yapamayacağımız pek çok ekonomik ve siyasal sebep Hitler’in önünü açmıştır. Doğru tahliller yapılmadığı takdirde bütün dünya tarihi, yetenekli narsist psikopatların kendi halklarını peşinden sürüklemesinden ibaret anlamsız bir sahneye döner.

Olayın hep görünen yüzüne bakmaya alışkın sıradan insan için elbette Taş Devri kabilelerinin de Hitler benzeri kendi kabile şeflerinin emriyle Neandertal avına çıkmış olması çok tuhaf bir fikir gibi gelmeyebilir.

Harari neredeyse “narsist psikopat lider ile kandırılmış halk” ilişkisi mizansenine bile gerek duymadan doğrudan bütün insan türüne narsist psikopat yaftasını yapıştırır ve insanlığa sanki bir paye vermiş gibi yaparak aşağılamasını sürdürür. Ama daha önce, kitabında ilginç bir yöntem tutturur: insanın beyin gücünün ilk icadı olan lisan hakkında ilginç bir tez ortaya atar. Gerçi anlaşıldığı kadarıyla bu tez ona ait değildir ve daha önce zaten işlenmiştir. Bu teze göre Sapiens’in dil hususunda, diğer hayvanlardan ve Neandertallerden çok daha ileri bir aşamaya gelmesine neden olan temel motivasyonu, dedikodu yapma zevkinden başka bir şey değildir. İddiasını dayandırdığı araştırmalara göre dedikodu, her bir kişiyi, içinde bulunduğu grubun tüm üyeleri hakkında bilgi edinerek herkesi doğru bir yere yerleştirip doğal bir hiyerarşinin kendiliğinden sağlanabilmesine imkân tanıyormuş ve bu doğal topluluğun ideal üye sayısı ise 150 imiş. Böyle gruplarda veya aile şirketlerinde resmi mevkiler ve görevlere gerek yokmuş ama bu sayı aşılınca ortaya kurgusal bir durumun çıkması zorunlu oluyormuş. İşte bu noktada dini ve milli inançlar, birbirini hiç tanımayan insanları aynı ilkeler doğrultusunda hareket etmesini sağlıyormuş. Gerçi Harari, bu inançların da insanın yaratıları olduğunu kabul eder ve bunlara ilahi bir köken atfetmez. Bu bakımdan Durkheim’ın din anlayışına benzer bir çizgiye varır. Kutsal olarak ifade edilen bütün yaratımların gerçekte topluluğun kolektif üretimi olduğunu iddia eder. İnsanın bugünkü gücünün, gerçekte 150 kişilik doğal sınırın çok ötesindeki kolektif yapıları oluşturabilmesinden kaynaklandığını vurgular.

Harari’nin aklından geçen şeytanca masal

Bu noktada tıpkı Durkheim gibi Harari’nin de fikirlerine karşı gelmek çok zor olacaktır. Gerçekte ise sinsi bir tezgâh kurmaktadır. Kitabının bu bölümünde, Almanya’nın Stadel bölgesinde, yaklaşık 70 bin yıl önce, Sapiens atalarımızın hayal gücünün tıpkı şimdikiler gibi olduğunu kanıtlamak için insan gövdeli, aslan başlı hayali bir varlığın heykelciğini konu edinir. 70 bin yıl sonra ise bu heykelciğin bulunduğu yerin 300 kilometre ötesinde, Fransa’nın ünlü otomobil firması Peugeot, benzer bir aslanı markasının arması olarak kullanmaktadır. Tabi ki bu noktada hem kültürel hem coğrafi devamlılığa bir vurgu yapmış olmakta ama çok daha önemlisi, tıpkı Stadel Aslanı’nın, onu yapan insanların kolektif inancının bir ürünü olması gibi Peugeot firmasının da toplumun kolektif kültürünün bir ifadesi olduğunu bize inandırmaya çalışır.

Bu noktada Harari, Peugeot şirketinin varlığını kanıtlamak için çocukça bir anlatıma girer. Örneğin Peugeot’nun sadece arabalardan ibaret olmadığını kanıtlamak için şirketin bütün arabalarının bir anda hurdaya gönderilse bile şirketin yok olmayacağını söyler. Çünkü şirket, hemen akabinde yeni arabalar imal edecektir. Şirket, çalışanlarından da ibaret bir varlık değildir. Bunu kanıtlamak için bütün çalışanları bir anda ölse bile şirketin yine yok olmayacağını savunur. Çünkü bu defa da yeni çalışanlar istihdam edecektir. Başka bir felaket tüm binalarını ve iş makinelerini yok edebilir ama şirket kredi bularak yeniden bunları tesis edecektir. Bu çocukça örneklem dünyasından sonra şirketi neyin öldürebileceğini sonunda öğreniyoruz: Bir yargıç, şirketin kapanması yönünde hüküm verdiğinde bütün çalışanları ve makineleri yerinde kalmasına rağmen şirket tarihe karışacaktır. Bu masalsı anlatıma da böylesi bir masalsı önerme yaraşır. Gerçekte hangi ülkenin yargıcı, böyle çokuluslu bir şirketi kapatabilir ki? Diyelim ki şirketin anavatanı Fransa’daki bir yargıç, şirketi kapatmak isterse şirket bütün fabrikalarını, malvarlığını, yöneticilerini ve en önemlisi ismini ve logosunu bile taşıyıp başka ülkede varlığını devam ettirebilir. Yani en mümkün olmayacak seçenek tek mümkün seçenek gibi anlatılmış olmaktadır. Peki, böyle saçma sapan bir hikâyeye neden ihtiyaç duyuyor Harari? Çünkü o, aklından geçen şeytanlığı kanıtlama peşindedir. Şöyle devam eder: “Kısacası, Peugeot’nun fiziksel dünyayla temel bir bağı yoktur. Peki, şirket gerçekten var mıdır? Peugeot bizim kolektif hayal gücümüzün ürünüdür. Avukatlar buna ‘yasal kurgu’ adını verirler. Elle gösterilemez, fiziksel bir nesne değildir. Ancak hukuki bir varlık olarak vardır.”[4] Harari’nin birkaç cümlesiyle koca şirket bir anda masal kahramanına dönüşmüş olmaktadır. Bundan sonra Harari, şirketlerin bir zamanlar patronların mülkü olduğu efsanesinin doğruluğunu lütfen kabul ettiği bir başka masala geçer. Örneğin şöyle der: “Yazılı tarihin büyük bölümünde, mala mülke sadece etten kemikten yapılmış iki ayağı üstünde duran, büyük beyinli insanlar tarafından sahip olunabilirdi.” 13. yüzyıl Fransa’sında diyelim ki Jean adında biri araba atölyesinin bütün sorumluluğunu bizzat kendi üzerine almış olacaktı. Ama günümüzde “sınırlı sorumlu şirketlerin” borçları, kurucusunun veya sahibinin değil sadece şirketin borcu olarak kalacaktır vs. Tabii ki bütün bunlar, şirketlerin hukuki statülerindeki değişimin anlatımıdır. Yoksa şirketin bir patronunun olmadığını ve “kolektif hayal gücümüzün bir ürünü” olduğunu kanıtlamaz. Ama Harari, nesnel gerçekliği bulandırmaya niyetlidir bir kere. Hikâyesine şu şekilde devam eder: “İnsan olan Armand Peugeot, şirket olan Peugeot’yu nasıl kurdu? Büyücülerin ve sihirbazların tarih boyunca tanrıları ve şeytanları yarattığı gibi ve yine binlerce Fransız Katolik papazın her pazar günü kilisede İsa’nın vücudunu yeniden yarattığı gibi. Tüm olay, hikâyeler anlatmanın ve insanların bu hikâyelere inanmasını sağlamanın etrafında gelişti.”[5]

Harari’ye göre “Peugeot’nun fiziksel dünyayla temel bir bağı yoktur. Peugeot bizim kolektif hayal gücümüzün ürünüdür. Avukatlar buna ‘yasal kurgu’ adını verirler. Elle gösterilemez, fiziksel bir nesne değildir. Ancak hukuki bir varlık olarak vardır”!

Harari’ye göre, kilisedeki hokus pokusun bir benzerini avukatlar, şirketin kuruluşu sırasında teminatlar, yeminler ve törenlerle yapmaktadır. Buradaki asıl zorluk hikâyeyi anlatmak değil, herkesin hikâyeye inanmasını sağlamaktır.

Kolektif üretimin bireysel mülkiyetle çelişkisinin kendiliğinden çözüldüğüne ikna etmeyi amaçlayan tez  

Harari, Hıristiyanlık gibi kendi ayinleri ve kutsalları olan bir din ile tamamen ekonomik sebeplerle kurulan ve işleyen bir şirketin varlığını niye aynılaştırma gereği hissetmektedir? Çünkü adını zikretmeden Durkheim’dan devraldığı bir fikri oldukça basitleştirerek, kapitalizmi de (buna pek çok yerde liberalizm demektedir) bir din olarak ilan ettiği için… Dolayısıyla Hıristiyanlık, Müslümanlık ya da Budizm gibi, kapitalizme de ancak iman edilince gerçek bir güç haline gelebilir. Bu sebeple Peugeot şirketi de aslında tıpkı dinlerde pek çok örneğini bulduğumuz gibi bir mittir ve bunun var olduğuna inanıldıktan sonra gerçekten etkili bir güç ortaya çıkar.

Bu yaklaşım, doğrusu Marx’ın “Teori kitleler tarafından benimsenmeye başladıkça maddi bir güce dönüşür,”[6] sözüne benzer. Ama onun anlatmak istediğinin tam tersi olarak… Çünkü Harari, tezlerini sıralarken şirketlerin aslında maddi bir gerçeklik olmadığını, insanların önce zihinlerinde varlık kazanan kolektif bir mefhum olduğunu inandırmaya çalışır. Aslında Harari’nin bu yaklaşımı da sosyalist bilinci yokluyor gibidir. Zaten kapitalizmin üretim tarafının kolektif olduğu tespiti, sosyalizmin kurucuları tarafından da yapılmıştır. Örneğin J. Stalin, Marksist tespiti sadeleştirerek şöyle yazar: “Üretim sürecinin sosyal niteliği, üretim araçlarının sosyal mülkiyetini gerektirir. Oysa üretim araçları özel kapitalist mülkiyet olarak kalır ve bu durum üretim sürecinin sosyal niteliğiyle bağdaşamaz.”[7] bu durumda Harari’nin tezi, sosyalistlerin, kapitalizmin en büyük çelişkisi olarak gördükleri, “kolektif üretimin bireysel mülkiyetle çelişkisini” çarpıtmak amacını taşır ve bugün gelinen noktada bu çelişkinin kendiliğinden çözüldüğünü ikna etmeyi amaçlar. Başka bir deyişle sosyalistlerin zaten kabul ettikleri gibi kapitalist toplumda üretimin toplumsal ve kolektif niteliğini ballandıra ballandıra gözümüze sokar ama sosyalistlerin yaptığı gibi bu tespitin daha ilerisine gitmeyi reddeder. Bunun yerine, Peugout’nun yaşaması sanki benim ona inanmama bağlıymış gibi bana sanal bir güç atfeder ve bununla bağlantılı olarak firmaya, benim tarafımdan hayali bir sahiplik tesis eder. Ama her aklı başında kişi bilir ki, Peugeot benim veya senin değil, patronunun mülküdür.

Peki, Harari’nin dolaylı yoldan ima ettiği gibi “kolektif üretimle bireysel mülkiyet arasında bir çelişki” kalmamış ise çalışan sınıf neden kendini bu kadar yabancılaşmış hisseder? Neden işleyen sistem hakkında hiçbir etkimiz, önerimiz ve yetkimiz yoktur. Verilen görevleri en iyi şekilde yapmaktan başka neden yönetime katılamayız da işlerine lazım olmadıklarını düşündükleri anda bizi kolaycacık kapı dışarı bırakabilirler? Bir patron, kulüp başkanlığı gibi en pahalı hobileri için milyonlarını harcama, hatta sokağa atma yetkisini kendinde görebilirken, bir çalışan, çocuğunun giderek pahalılaşan okul masraflarını bile karşılayamaz? Bir patron milyon dolarlık yatlarda dünya turu yapabilirken bir çalışan, bayram ziyareti için bile memleketine gidemez? Tabii ki bunların cevabı yoktur, bütün dert aslında sosyalistlerin açtığı yollardan giderek, onların yöntemiyle onları alt etmeye çalışmaktır.

Harari için tek gerçek Sapiens’in bir “seri katil” olduğunu kanıtlamaktır

Harari, Peugeot firması konusuna, başladığı gibi anlamsız bir hızla nokta koyar ve ilk baştaki iddiasına geri döner: “Tarihsel kayıtlar Homa Sapiens’in ekolojik bir seri katil olduğunu kanıtlıyor,” der.[8] Bu “seri katil” pek çok hayvan türünün daha Taş Devri’nde soylarının tükenmesinden sorumludur. Bahsettiği türler, aslında konunun uzmanlarınca iklime bağlı ekolojik değişiklikler sonucu soylarının tükendiği düşünülen mamutlar, mastodonlar gibi iri cüsseli hayvanlardır. İklimdeki değişiklikler bir yandan giderek cılızlaşan bitki örtüsünün iri cüsseli otoburları eskisi kadar besleyememesinden, diğer yandan da eriyen buzulların büyük hayvanların göç yolları üzerinde büyük göller ve bataklık alanları yaratarak otlanma alanlarını daraltmasından ileri gelmektedir. Son yapılan araştırmalar, geniş alanlardan yalıtılmış ve küçük beslenme alanlarına sıkışmış mamutların gen havuzlarının daralmaya başladığını kanıtlamaktadır. Bu da hastalık ve sakatlıklara daha yatkın yeni nesillerin, varlığını daha fazla sürdüremediği anlamına gelir. Ama tabii ki bütün bunlar Harari’nin umurunda değildir. Onun için tek gerçek, Sapiens denilen insan türünün sadece kapitalizmin kuralsız şartlarında değil, her zaman için fütursuz bir “seri katil” olduğunu kanıtlamaktır. Bunu da kendi ifadeleriyle şöyle açıklar: “Atalarımızın doğayla uyum içinde yaşadığını iddia eden doğaseverlere inanmayın. Sanayi Devrimi’nden çok önce, Homo sapiens en çok bitki ve hayvan çeşidini ortadan kaldıran tür olma rekorunu elinde bulunduruyordu.”[9] Belli ki Harari, seri katil olmaya pek meraklıdır.

Harari, “Samimi olarak merak ediyorum, biyoloji bilimiyle hukuk ve siyaseti ayıran duvarları daha ne kadar koruyabileceğiz?” diye seslenerek Nazi ideolojisine üstü örtülü bir selam çakar.

Oysa bütün antropolojik gözlem raporları göstermektedir ki tıpkı “Avatar” filminde de işlendiği gibi ilkel avcılar, avladıkları av hayvanları için kefaret törenleri düzenlemek zorundadırlar. Bu şekilde av hayvanının ruhunu yatıştırmak ve o hayvanın “kabilesinin” intikamına mani olmayı amaçlamaktadır. Daha açık ifadeyle, gereksiz yere bir hayvan bile öldürülmemeli, bu öldürme işlemini bir nevi spor ya da eğlence gibi görmemelidir. Nitekim bu anlayışın kalıntılarını Kurban Bayramı’nda kesilecek hayvana karşı sergilenecek tavırda hâlâ görüyoruz. Kurban edilecek hayvana eziyet edilmemeli, acı çekmesini engelleyeceğine inanılacak şekilde özel bir usulle ve dualarla kesilmelidir.

Hayvan avlamayı “spor” haline getirmek ancak bugünün kapitalist dünyasında mümkündür. Dolayısıyla eski insanların sırf öldürmekten zevk aldıkları için türlerin soyunu kurutacak kadar hunhar caniler olduğunu iddia etmek de sadece Harari gibilerinin harcıdır.

Harari, insan türünü “seri katil” yapmakla yetinmez. Elbette bunu kabul eden okuyucu açısından çıtanın bir adım daha yükseltilmesi de icap edecektir. Bir seri katil aynı zamanda empati yoksunu da olmak zorundadır. Neyi kastettiğimi daha iyi anlatabilmek için onun Tarım Devrimi hakkındaki fikirlerine de bir göz atmak gerekecektir. Harari’ye göre Tarım Devrimi’ni insan kültürü açısından bir sıçrama görmek tam bir zırvalıktır. Çünkü insan türü, tarıma geçtikten sonra daha fazla çalışarak daha sağlıksız beslenmek zorunda kalmış ve bu da yaşam kalitesini olumsuz etkilemiştir. O halde hayvanlar dünyasının en zeki yaratığı olan insan niçin böyle bir tuzağa düşmüş ya da bu hatasından vazgeçmeye yanaşmamıştır? Harari’ye göre bu saçmalığın suçlusu, “Krallar da değil, rahipler ya da tüccarlar da. Suçlular buğday, pirinç ve patatesin de aralarında bulunduğu bir avuç bitki türüydü. Homo sapiens bu bitkileri evcilleştireceğine, bunun tam tersi gerçekleşti.”[10]

Şeytanın bile aklına gelmeyen kapitalizm savunusu

Bu muhteşem(!) tespitten çıkaracağımız gibi bizim şahane insan türümüz yaptıklarının sorumlusu değildir. Tıpkı bir çocuk gibi suçu kendi dışındaki herhangi bir varlığa atabilir. Bu suçlu buğday, olabilir, pirinç olabilir, patates olabilir ama bizim seri katilimiz olamaz. Çünkü tıpkı seri katiller gibi o da kurbanlar arasında bir kurbandır ve katilliği, kurbanlığının bir sonucu ya da halkasıdır.

Harari, elbette Taş Devri’nden başlattığı anlatımını belli başlı kuramlara veya derin incelemelere dayandırmaz. Bütün anlatımına hâkim olan psikoloji, işlerin yoğunluğundan bıkmış günümüz insanınki gibidir. Şöyle basit bir mantık kurar: Eğer insanlar Tarım Devrimi’ni yapmamış olsalardı, biz de bu sıkışık çalışma ortamında sürekli kaygılar içinde kıvranmak zorunda kalmayacaktık. Dolayısıyla Tarım Devrimi kavramıyla her türlü devrimin insanı nasıl daha büyük bir sıkıntıya soktuğunun da mesajını vermektedir. Tıpkı Tarım Devrimi gibi Sanayi Devrimi’nin de insanlara peşinden koştuğu mutluluğu veremediğinin farkındadır Harari ve bu nedenle insanın zaten avcı toplayıcılığa göre evrimleşmiş içgüdülerinin kendisine uygun olmayan yeni koşullarda asla eskisi gibi tatmin edilemeyeceğini ilan eder. Yani mademki kendi hatamızla cennet bahçesinden kovulduk ve bir daha örneğin mamut avlarken hissedeceğimiz coşku ve heyecanı bir daha hiçbir zaman yaşayamayacağız,[11] birtakım olumsuzluklarını öne çıkarıp insanların yeterince mutlu olmadığına ilişkin kanıtlar sunmaya çalışalım. Eskisi kadar mutlu olmasak da durumumuz o kadar da kötü değil!

Kapitalizmin bu türden bir savunusu şeytanın bile aklına gelmezdi hani. Çünkü açıkça anlaşılacağı gibi kapitalizmi suçlamak yerine neden Taş Devri’nde kalmadığımız için atalarımızı suçlamaktan başka bir şey önermiyor Harari. Sisteme karşı oluşan öfkeyi, sisteme karşı ağır eleştiriler ve taleplere dönüştürmek yerine mızmızlanmalarla, yakınmalarla geçiştirmek ve söndürmek niyetindedir. Kapitalizme karşı mızıldanabiliriz ama asla karşı gelmemeliyiz. Çünkü yakında kapitalizmin geliştirdiği bilim sayesinde insan türü ölümsüzlüğü de keşfedecektir. Böylece bütün dinlerin öbür dünyada verebildiği umudu, Hariri bu dünyada vadetmektedir. Kapitalizm de bir din olduğuna göre (tabii Harari’ye göre) onun da sonsuz bir hayat vadetmesi şarttır.

Nazi ideolojisine üstü örtülü bir selam

Öbür yandan, kapitalizmi bilime de bağlamak zorundadır ve bu konuda da şöyle yazar: “Serbest piyasanın en iyi ekonomik sistem olmasının sebebi Adam Smith’in öyle buyurması değil, bunun doğanın değiştirilmez yasası olmasıdır.”[12]

Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi, insan davranışlarını ve kültürünü aslında biyolojik mekanizmaların idare ettiğini söylemektedir. Fakat insanlığın binlerce yıllık tarihine baktığında bu kadar olgunun sadece biyoloji biliminin sınırlarıyla açıklanamayacağının da farkındadır. Buna da cevabı vardır elbet: “İnsanlar hayali düzenler yaratıp yazıyı icat ettiler ve bu ikisi biyolojik mirasımızın boş bıraktığı yerleri doldurdu.”[13] Bu durumda Harari, doğal ve biyolojik gerçeklere dayanmayan pek çok hayali düzen örnekleri verir. Bunlar içinde özellikle kendi fikirlerine onay sağlayacağını düşündüğü, ilerici gibi görünen birtakım fikirleri savunur. Örneğin ırk ayırımının veya Hindistan’daki kast ayrımcılığının biyolojik temelleri olmadığı halde kültürler, bu tür ayrımcılıkları meşru göstermek için birtakım “hayali düzenler” kurmuşlardır. Ama iş, kadınla erkek arasındaki cinsiyet ayrımcılığına geldi mi, her ne kadar ayrımcılığın saçma bir uygulama olduğunu savunuyor görünse de şu tespiti, aslında söylediklerinin tam tersine inandığını düşündürür: “Tüm kültürlerin tamamının erkekliği kadınlıktan üstün tutmasının, evrensel biyolojik bir sebebi olması yüksek ihtimaldir. (Ama) bu sebebin ne olduğunu bilmiyoruz.”[14] Başka bir sayfada da bu görüşünü tamamlar nitelikte şu fikirlerine yer verir: “Belki de Homo sapiens erkeklerinin ayırt edici özelliği fiziksel güç, saldırganlık ve rekabetçilik değil, daha üstün sosyal beceriler ve işbirliğine yatkınlıktır. Bilemiyoruz.”[15] Böylece anlıyoruz ki sureti haktan görünüp ayrımcılığa karşı gibi duran tüm fikirleri bunun gibi eğreti ve ikircimlidir. Böyle birinin ırkçılığa karşı tutumu da (kendisi ne söylerse söylesin) buna benzer olacaktır. Yani böyle bir mantıkla şu çıkarsamayı yapmak da aslında kaçınılmazdır: Dünyada ırkçılık ve ayrımcılık varsa elbette bunun biyolojik bir temeli olmalıdır! Aslında bunu Neandertaller örneğinde zaten söylemiştir ama daha da fazlasını söyleyebilir: Yani siyahilerin köle ve beyazların efendi olmasını da biyolojik yasalara(!) bağlayabilir. Bu ikircimli anlatımdan sonra aslında bizim çıkaracağımız sonuç şöyle bir şey olmaktadır: Ben bir kapitalistsem ve en büyük rakibim başka bir ırktansa veya bir kadınsa, durumu biyolojik yasalarla(!) gerekçelendirip onu aşağılamayı ve sattığı ürünü gözden düşürmeyi deneyebilirim. Veyahut da şirketleri birleştirip tekelleşmeye gideceksem, bütün ayrımcılıkları ayaklarımın altına aldığımı iddia ederim ve tüm bunların “hayali düzenlerin” saçmalıkları olduğunu ilan ederim!

Harari’nin yapmak istediği budur. Bir yandan evrim kuramını Nazi ideolojisinin temeli yapmaya çalışan Hitler’i güya eleştirirken, hemen akabinde, “Samimi olarak merak ediyorum, biyoloji bilimiyle hukuk ve siyaseti ayıran duvarları daha ne kadar koruyabileceğiz?” diye seslenerek Nazi ideolojisine üstü örtülü bir selam çakar.[16] Üstelik kitap boyunca da farklı sayfalarda bunu yapmaya devam eder.

“Sosyalistim” diyen insanlar için bir tür turnusol kâğıdı

Belli merkezlerce piyasada çok okunup tartışılması istenen bu eserin fikir sefaletini şöylece özetlemek mümkündür: Bütün insanlık tarihini, biyolojinin (daha doğrusu Darwin’in evrim kuramının) ilkeleriyle yorumlayacağını ilan edip bunu başaramayan bir kitaptır. Zira bu şekilde bir yorumun Nazizm’e gideceği aşikârdır ama bunu yapmaya açıkça cüret etseydi bile yine de kitabın felsefi sefaletini gidermeye gücü yetmezdi çünkü tarih bu şekilde açıklanamaz. Öte yandan, fikirsel zayıflığını farklı disiplinlere ait binlerce bilgi ve sayısal verilerle kamufle etmeye çalışmıştır. Kitap, popüler bilim tarihi olarak yorumlanabilecek bir içeriğe sahiptir. Ama böyle kabul edilse bile günümüz popüler eserlerinde sıkça görülen bilgi bolluğuna karşın fikir yoksulluğuna tipik bir örnektir.

Bu tür kitaplar aslında “sosyalistim” diyen insanlar için bir tür turnusol kâğıdıdır. Çünkü ne yazık ki çevremde pek çok insanın bu kitabı beğendiğine tanık oldum.

Kitabın tezlerine kapılan biri, bu kadar cani bir türün zaten ahlaksız olduğuna ve dolayısıyla mücadele etmek yerine, çıkarına en uygun şartlara adapte olması gerektiğine ikna olacaktır. Harari’ye göre insanoğlu tarıma geçtikten sonra en mutlu günlerini imparatorluklar altında geçirmiştir. Roma İmparatorluğu, İngiliz İmparatorluğu ve şimdi de kurumsal bir imparatorluk olmamakla birlikte ABD emperyalizmi altında yaşamını sürdürmelidir! Aslında kitabın en başında ısrarla kanıtlamaya çalıştığı insan türünün “seri katil” içgüdülerine sahip olduğu önermesi tam da kitabın sonlarında gerçek anlamını bulur: Çünkü Avrupa sömürgeciliğinin yarattığı yıkımlar ve soykırımlar son tahlilde bu insan türüne özgü genetik kodların yönlendirmesinden başka bir şey değildir. Hem zaten tamamen yok edilen bir adanın yerlisi için niye yas tutalım ki? Sonuçta onlar da adadaki büyük memelilerin soyunu tüketmiştir. Bir bakıma yaptıklarının bedelini ödemiştir. Ama aslında ortada üzülecek de bir durum yoktur çünkü insan genleri ancak bu şekilde davranmamıza izin verir. Milyonlarca insan acı çekmiştir ama bunun karşılığında bilimin nimetlerinden hep birlikte yararlanmış oluyoruz. Dolayısıyla acılara, ıstıraplara çok da takılıp kalmayın. Bundan sonra kapitalizmin ve onun saldırgan biçimi olan emperyalizmin maruz bırakacağı kitlesel yok oluşlara, savaşlara, çevre felaketlerine de kafayı takmayın. Çünkü ikinci kitabında tezini daha da geliştireceği gibi, bütün bu sıkıntıların sonunda insanlar tanrılaşacak ve ölümsüzlüğü bulacaktır. Hem zaten insan türü bundan başkasını da yapamaz. Çünkü en başta belirtildiği gibi önüne çıkan engelleri yok etmek genlerinde var! Bu nedenle kendi ülkenizdeki kapitalizmle ve dünya ölçeğinde de ABD emperyalizmiyle mücadele etmeye çalışmak yerine gelecek güzel günleri düşünerek bunlarla uyumlu olmaya gayret edin!

Bu ve buna benzer ABD menşeli ve akademisyen ünvanlı insanların bir anda bütün dünyada merakla okunup bolca beğenilmesinin iç yüzü aslında bu kadardır. Ortada çok büyük bir fikirsel yenilik yoktur. Bolca miktarda popüler ve eğlenceli bilim hikâyeleri vardır. Bu hikâyeler bilimi sevdirmek için zaten çok önceden kullanılıyordu. Örneğin Newton’un başına elma düştüğü için yerçekimini, Arşimet’in hamamda yıkanırken hamam tasının yüzdüğünü fark edince suyun kaldırma gücünü bulduğunu, hatta “Buldum, buldum!” diye bağırarak hamamdan çırılçıplak fırladığını zaten biliyoruz. Ama dikkat edilirse bu hikâyelerin ne Newton ya da Arşimet’in kişiliğini ne yaşadığı dönemi ne de matematiğin diline yabancı olanlar için yerçekimini ya da suyun kaldırma gücünü anlamaya faydası vardır. Zaten “Sapiens” kitabının yazılma amacı da bilimi sevdirmek değildir. İçindeki sinsi yaklaşımı inandırıcı hale getirmek için belki yüzlerce bilim hikâyesinden yararlanmıştır.

Bu tür kitaplar aslında “sosyalistim” diyen insanlar için bir tür turnusol kâğıdıdır. Çünkü ne yazık ki çevremde pek çok insanın bu kitabı beğendiğine tanık oldum. Bu durumda kim bu kitaba hak veriyorsa, kendini ne olarak tanımlarsa tanımlasın, aslında küçük burjuva bir sol liberalden başkası değildir. Bu kitap ancak kendinin ne olduğu hakkında böyle bir test yapmak için okunabilir.

 


KAYNAKÇA

[1] Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, Kolektif Yayınları, s. 25
[2] Agy. Sf. 30
[3] Agy. Sf. 31
[4] Agy. Sf. 42
[5] Agy. Sf. 43
[6] Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi
[7] J. Stalin, Bolşevik Partisi Tarihi, Bilim ve Sosyalizm yayınları, s. 164
[8] Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, Kolektif Yayınları, s. 78
[9] Agy. Sf. 85
[10] Agy. Sf. 92
[11] Agy. Sf. 370
[12] Agy. Sf. 121
[13] Agy. Sf. 140
[14] Agy. Sf. 160
[15] Agy. Sf. 164
[16] Agy. Sf. 236