Kabil, Dünyanın ihanetine uğramış şehir

Babür’ün Kabil’i başka bir şehirdi, ya şimdiki Kabil? Kırk yıldır savaş ve katliamlardan başını kaldıramayan Afganistan ve halkını Taliban’ın insafına terk edenler tarih önünde suçludurlar. Afgan halkının, özellikle ve öncelikle de kaç günlerdir sosyal medyadan uluslararası destek çağrılarını izlediğimiz Afgan kadınlarının uğrayacağı köleleştirme, tecavüz ve katliamlardan sorumludurlar.

CAFER YILDIRIM

İnsanlar gibi şehirler de nasıl değişiyor! Hatıralarımız hakikatleri görüp de tanıyamıyor, hatıralarımın sarayları şimdi gördüğüm mahallere sığmıyor, kubbeleri hâlâ eski velvelelerle dolup taşıyor ve etrafımdaki şehir bana artık yabancılaşmış görünüyor!”

Bu satırlar Abdülhak Şinasi Hisar’ın çocukluğunun Beyoğlu’na baktığı, onu geçmişindeki suretiyle anımsadığı, o suretle gördüğü Beyoğlu arasındaki başkalığı, değişimi, yabancılık duygusunu büyüten uzaklığı iliklerinde hissettiği bir anın ürünüdür.

Burukluk ve daha çok hüzün olan duygular benzer durumlarda birçok insanın ruhunda dalgalanmış, sonu koca bir düş kırıklığı olan beklentiler, beklentileri tarihleyen anlar, özlemler birçok bellekte benzer biçimde yer edinmiştir.

Babür Şah da yüzyıllarla katmerleşmiş uykusundan başını kaldırıp Kabil’e baksaydı neler duyumsamaz, nasıl kırılmaz, neler yazmazdı.

hem dağ, hem derya, hem şehir ve hem de sahra

Bin beş yüzlü yılların Kabil’inden iki binli yılların Kabil’ine değişen onca şey, örneğin sokak sesleri, toprak kovukların, çamur sıvalı duvarların ardına sürülmüş kadınlar, bir yangın artığı olan dağ etekleri, unutulmuş, örselenmiş laleler, yaşamın neşe ve şevkine karşı durmaya zorlanan bütün bir şehir ve onu kuşatmış olan karanlığın, siyahlığın kasvetli iklimi Babür’e Abdülhak Şinasi Hisar’dan daha sızılı, daha yaralı, daha kırık duyguların harflerini, hecelerini, kırılışın o bulunamayan sözcüklerini aratmaz mıydı…

Çünkü Babür’ün Kabil’i başka bir şehirdi. Onun şehrinde baharları bahçeler açar, çayırlar yeşillenir, yeşillik zamanlarında ise Kabil fevkalade güzel görünürdü. Yaz boyu “Pervan Yeli” denilen şimal rüzgârı daima eser, pencereleri şimale açılan evler Pervan’ın esenliği ile dolardı. Babür, Molla Muhammed Talib Muammaî’nin böyle zamanlarda şu beyti okuduğunu nakleder:

“Kabil erkinde şarap iç ve arkası arkasına kadeh devret;

zira orası hem dağ, hem derya, hem şehir ve hem de sahradır.”

Onaltıncı yüzyılın Kabil’inin macerası biraz da Babür Şah’ın macerasıdır. Sıradan bir beylikten, hatta yitirilmiş bir beyliğin kalıntılarından bir imparatorluğa doğru yol alan Babür’le yıkık dökük bir şehir görüntüsünden imar edilmiş, bayındır bir ticaret merkezi haline gelen Kabil’in kaderi bu yüzyılda kesişir.

Ergenlik yaşındaki bir çocuk için ne denli becerikli, atak ve cesur olursa olsun “beylik” ağır bir yüktür. Türkistan gibi iktidar mücadelelerinin kıyasıya sürdüğü, bu mücadelelerin güç, hile ve tecrübe ile sınandığı, iktidarı ele geçirme ve sürdürme koşullarının ince ve değişken dengelerle koşullu olduğu bir coğrafyada bu yük fazlasıyla ağırlaşmış demektir.

sırtlanlar arasında bir çocuk

Babür işte bu coğrafyada beylik kaftanını giydiğinde henüz on iki yaşındadır. O sırtlanlar arasında misyonu varlığıyla orantısız bir çocuk, bir çocuk beydir. Birçok yenilgisinden sonra Türkistan’dan umudunu kesip yeni bir yurt edinmek, yeni bir gelecek aramak, bulmak için yola çıktığında etrafında ancak iki yüz küsur insan kalmıştır. Gücünün farkındadır ve bu bilinç yaptığı tasvirde olanca yalınlığıyla yansır:

“Ekserisi yaya idi. Ellerinde sopa, ayaklarında çarık ve üstlerinde çuldan başka hiçbir şeyleri yoktu.”

Babür’ün niyetinde Horasan vardır. Kafilesinin önüne düşüp bu şehre doğru yol alır. Ne var ki Horasan’ın padişahı Hüsrev Şah kendisine oldukça soğuk ve uzak durur. İtibar göstermez. Bir beye gösterilmesi gereken saygı ve ilgiyi ondan bütünüyle esirger. Hüsrev Şah’ın çevresinde bulunan, ona bağlı olan beylerse şahlarından bütünüyle farklı bir tutum sergilerler. Ulaklar gönderilir, gizli haberler iletilir, konuşup anlaşılır. Çoğu beyi, en ünlü savaşçıları, danışmanları ve askerleri iki gün içinde Hüsrev Şah’ı terk ederek Babür’e katılır. Babür’ün çevresinde bir anda otuz binle ifade edilen insan kalabalığı oluşur. Bu gerçek bir mucizedir.

Etrafındaki insan gücü ona bir başka mucizenin kapılarını açar. Bu ikinci mucizeyi ona Kabil sunar. Şehir savaşçı sayısı iki gün içinde olağanüstü artmış ve kudreti büyümüş olan Babür’e hiç direnmez. Hiç kimsenin burnu dahi kanamadan teslim olur. Öyle ki teslim olmak için adeta Babür’ü beklemektedir. Babür’ün şansı Kabil’le birlikte iyice açılır, kaderinin değişim çizgisi netleşir. Bu şehirdir ki onun beyliğini güçlendirir, kimliğinin aradığı iklimi sunar. Yeni yollar, yeni serüvenler, yeni fetihler için bütün olanakları verir, adeta bir kitap olur büyümenin ve yükselmenin şifrelerini içeren.

Babür bu kitabı hiçbir zaman unutup ihmal etmez. Babür Muhammedlikten Babür Şahlığa evrilen süreçte Kabil’in ona verdiklerinin karşılığını o da Kabil’e verebilmek için elinden geleni yapar. Çevre şehirlerden vişne fidanları getirtip diktirir. Lemgan’dan portakal, turunç, emlûk ve şeker kamışı tohumları aldırtır, Kabil’in bahçelerine, tarlalarına ektirir. Micrav’a “çilgûze” siparişi verilir Bu bir tür fıstıktır. Babür Kabil’in doğal vizyonunu zenginleştirmekle yetinmez. Üzüm bağları, narlar, ayvalar, ünnap, şeftali, badem ve cevizler arasındaki örenleri onartır. Kaleleri tahkim ettirir. Mersiye yerlerine havuzlar yaptırır. Bahçelerin sulanması, nebatların yeşerip çiçeklenmesi için arklar açtırır.

Gülkine adlı bir mahalleden söz eder Babür:

“Tenha bir yerdir. Orada birçok defa cümbüş yapılmıştır. Bazen, şaka olarak Hoca Hafız’ın beytini değiştirerek okurlardı.”

Babür’ün mamur Kabil’i

“O zamanlar ne hoş idi; serbest olarak birkaç gün

Gülkine’de birkaç bednam ile birlikte oturmuştuk.”

Onaltıncı yüzyılın ilk yıllarına ilişkin Kabil ruhunu veren bu beyit Babür’un “Hatırat”ı boyunca birçok başka bilgi ile tamamlanır. Yağma savaşlarının, ganimet elde etme çabaları ve haraç vergilerinin yaşama damgasını vurduğu bir çağda, kanın ve korkunun gölgesinde Kabil bunlarla birlikte udların, kitarelerin, bunlar eşliğinde gelişen sohbetlerin, ulaşılan inceliklerin, duyarlıkların, yüceltilen estetik yaşantı ve sanatların dünyasından da payına düşeni alır. Hazana uğramış ağaçlar altında kurulan meclislerde sazlar çalınır, neyler üflenir, gazeller okunur. Baharları için beyitler düzülür:

“Kabil bilhassa Baran yaylası ve Gülbahar,

Bahar mevsiminde yeşillik ve çiçeklerle cennet olur.”

Kabil’in baharları ne denli coşku ve umut kaynağıysa hazanları da aynı ölçüde duygulandırıcı ve dinlendiricidir. Öyledir ki beyler takımı hazan seyrine çıkar. “Hazan fevkalade güzel olduğu için” der Babür, “hazana uğrayan ağaçların altında oturarak şarap içildi. Yatsı vaktine kadar aynı yerde sohbet ettik. Molla Mahmud Halife geldi. Onu da sohbete davet ettik.” Bu meclisten belleklerde yer eden mısra ise:

“Kime baksan bu derde müpteladır”.

Demek odur ki 16.yüzyılın Kabil’inde şahlar şiir yazar, divan düzenler, mollalar meclislerde beyit okur, halifeler sohbet ehliyle oturup kalkar. Usulle raks edenler, hattatlar, âlimler, atıcılar, gazelhanlar, saz meşk edenler, kadılar, kuşbazlar ortak sohbetlerde buluşur, entelektüel yaşamı yükseltirler. Bu sohbetlerde dönemin nakkaşlarından, bestekârlarından, şairlerinden söz edilir. Onların eserleriyle ilgili tartışmalar yapılır. Şehrin bir yanı savaşlar, baskınlar, yenilgiler, kanlı ve acılı zaferler, yani sürek bir tekinsizlik ve tetikte olma, sürekli bir saldırı ve karşı koyma psikozu içindeyken diğer yanı şarkılar söylemekte, eğlenip gülmekte, yaşam cevherini korumakta, taze ve diri tutmaktadır. 16.yüzyılın kültürel iklimi, İslamik algı düzeyi, dinsel inanç atmosferi bu gülüp eğlenen, sanat ve estetikle ilgilenen Kabil’e dokunmamış, egemenlerin eliyle onu bizzat teşvik etmiş, onaylamış, geliştirmek için çabalamıştır. 16.yüzyılın Kabil’i birçok renk, yaşantı, farklı kültür ve dilin hayat bulduğu bir şehirdir. Arapça, Farsça, Türkçe, Moğolca, Hintçe, Afganca, Peşaice, Peraice, Geberice, Berekice ve Legmanca ticarette kullanılan, şarkıları duyulan, küfrü ve ağıtları işitilen, varlıkları kayıtlara geçmiş olan dillerdir. Demek ki beş yüz yıl öncesinin Kabil’inde on bir dille konuşulmaktadır.

tarihin ihanetine uğramış şehir

İki binli yılların Kabil’inin dili ise tektir. Bu Taliban’ın dilidir. Yani şeriatın dilidir. Oysa bu dil çağların derinliklerinde unutulmuş olan kutsal hayatları ve böylesi hayatları sağlayacak olan kutsal bir zaferi müjdelemişti Kabil’e. Zaferin iman ve inatla granitten kopartıldığını haykırmış, değerinin de kazanılma güçlüğü oranında büyük olduğunu ilan etmişti. İlk coşkunluğun alevi henüz yatışmamıştı, duyguların girdabı durulmamış, henüz umut sahibi insanlar sokaklardan evlerine dönmemişlerdi bile, zafer müjdesinin anlamı parça parça fakat rutin bir süreklilik içinde tercüme edilmeye başlandı.

Yeni dil kadınların gerçek yerlerinin evler olduğunu söylüyordu. Bu anlamda onların çalışma özgürlüğü kocalarının iznine bağlanmıştı. Sokağa da kocaların izniyle, tabii ki çarşafa sarınarak çıkabileceklerdi. Reşit bütün erkeklerse sakal bırakacaktı. Coşkunun tınısı sokaklara, evlere, eşyalara boğuk ve yabancı bir uğultu olarak çarparken anlamakta güçlük çekenler için yeni yasaklar ve yeni emirlerin anonsu devreye sokuluyordu. Artık radyoların müzik yayını yapmasına son verilmişti. İbadet vakti herkes ibadet etmeliydi. İçki ve eğlence yasaktı. Ruj ve rimel yasaktı. Hukukun özü kısastı. Bilimlerin işlevini ise imamlar görecekti. Sarıklı, sakallı, cübbeli muhafızlar gündelik yaşamın denetçileriydi. Bunlar bin yıl öncesinin zulmünü şerh eden lisanları ile komutlar veriyor, bağırıyor, kırbaçlarını her yerde her an öfke ile sallıyordu. Gerçek şuydu ki Kabil sadece Babür’ün anılarından değil, insanlığın göz kamaştırıcı birikiminden de kopartılıyor, udların, neylerin, kitarelerin, o ince nakışların, halis resimlerin tarihinden sökülüyor, sanrılı bir arbedenin karanlığına çökertiliyordu.

O teslim alınmıştı.

İki bin yılının Kabil’i tarihin ihanetine uğramış bir şehirdi.

Bu yazı yazıldıktan bir yıl sonra Amerika’nın New-York şehrindeki Amerikan yaşam tarzının ve sisteminin simgesi olan ikiz kulelere iki uçak çarptı. Dev kuleler çelik bir yangın yığınına dönüşürken Kabil’e de yeni bir yazgı bırakıp küllere karıştılar. Biri yoksulluğun ve bağnazlığın ablukasına düşmüş, diğeri zenginlik ve teknolojiyle donanmış iki şehrin yollarının kesişmesi ilginç görünebilir fakat şaşırtıcı değildir. Çünkü kuleleri yangın harabesine çevirmekten sorumlu tutulan El Kaide örgütü, Sovyetlerin Afganistan’ı işgal ettiği dönemde CIA tarafından Kızıl Orduya karşı savaşmak için yetiştirilmiş kadrolarca kurulmuştur. Amacı bütün Müslüman ülkelerde şeriat düzeni kurmaktır. Bu örgütün Afgan topraklarında güçlenip bu toprakları üs haline getirmesinden daha doğal ne olabilir.

yirmi yıl önce yirmi yıl sonra

Öykünün devamı ise herkes tarafından biliniyor. Amerika El Kaide’yi cezalandırmak istiyor, Afganistan’da yönetimi ele geçirmiş olan Taliban’dan örgüt mensuplarının kendisine teslim edilmesini talep ediyor. Afganistan’da şeriat düzenini kurmuş olan Taliban’ın bu talebi yerine getirmesi kendi varlığını kundaklamak anlamına geliyor ki bunu yapmaktansa El Kaide’yle birlikte Amerika’ya karşı koyarak gerçekte var olan tek seçeneğini kullanıyor.

Sonrası malum. Afganistan, Amerika öncülüğündeki çok uluslu güç tarafından günlerce bombalandı. Bir yoksulluk ve yıkım ülkesi olarak Taliban’ın elinden alındı. Bombalardan en fazla pay yine Kabil’e düştü. Şimdi o küllerinden dirilen bir Anka olabilecek mi? Haraplığından ve kuşatılmışlığından, sokak sokak bölünmüşlüğünden, karanlık kargaşasından yeni, aydınlık bir hayatın filizlerini sürebilecek mi?

Kabil’in tarihi bunun olabileceğini gösteriyor.

Kabil’in tarihi kendini yeniden ve yeniden onarabileceğini gösteriyor.

Ama olmadı. Gösteremedi…

O günlerde yazılan bu yazıdan yirmi yıl sonra Afganistan’da her şey yeniden başa döndü.

Yirmi yıl önce Kabil’den ve Afganistan’dan sürülüp çıkarılan Taliban, kimbilir ne ince hesaplarla, nice gizli pazarlıklarla sürüldüğü yerlerde yeniden güçlendirilip daha da canavarlaştırılarak Afganistan halkının başına sarıldı.

Kırk yıldır savaş ve katliamlardan başını kaldıramayan Afganistan ve halkını Taliban’ın insafına terk edenler tarih önünde suçludurlar. Afgan halkının, özellikle ve öncelikle de kaç günlerdir sosyal medyadan uluslararası destek çağrılarını izlediğimizAfgan  kadınlarının uğrayacağı köleleştirme,  tecavüz ve katliamlardan sorumludurlar.

PAYLAŞMAK İÇİN